Yalanların ve yasakların gölgesinde imzalanan sözleşme: Kamu işçilerinin toplu iş sözleşmesi

Yalanların ve yasakların gölgesinde imzalanan sözleşme: Kamu işçilerinin toplu iş sözleşmesi

Kamu işletmelerinde çalışan ve yaklaşık 600 bine yakın kamu işçisini ilgilendiren Kamu İşçileri Toplu İş Sözleşmesi Çerçeve Protokolü imzalandı. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Vedat Işıkhan, kamu işçileri için imzalanan protokol kapsamında 2025 yılı için ilk altı ayda %24, ikinci altı ayda %11; 2026 yılı için ise ilk altı ayda %10, ikinci altı ayda %6 oranında zam yapılacağını açıkladı. Bu oranlara göre, kamu işçilerinin 2025 yılı için net ücret artışı vergi kesintileri de dikkate alındığında %29 seviyesinde kaldı. Açıklamanın ardından ne Vedat Işıkhan ne de bu sözleşmeye imza atan Türk-İş Genel Başkanı Ergün Atalay ve Hak-İş Genel Başkanı Mahmut Arslan, basından ya da işçilerden soru kabul etti.

Kamu işçisi ne umdu, ne buldu?

Bu yılın Ocak ayında başlayan ve yedi aydır devam eden Kamu Toplu İş Sözleşmesi görüşmeleri, başta Türk-İş’e üye kamu işçileri olmak üzere tüm kamu işçileri arasında büyük bir beklentiyle karşılandı. Türk-İş, geçtiğimiz yıl “zordayız, geçinemiyoruz” diyerek mitingler düzenlemişti. Sadece kamu işçilerinin değil tüm işçilerin hayat pahalılığı karşısında yaşadığı geçim sıkıntısı apaçık ortadaydı. Türk-İş’in teklifi, aylara bölünmüş şekilde 2025 yılı için net %114’ü bulan bir ücret artışı talebini içeriyordu. Ancak geçen yedi ayın sonunda Türk-İş yönetimi işçilerin talepleri doğrultusunda mücadeleyi büyütmedi tam tersine bir oyalama ve geçiştirme tutumu benimsedi. Sonunda da işyerlerinde göstermelik eylemler dışında hiçbir şey yapmadan, kapalı kapılar ardında %29’luk yıllık ücret artışına imza attı.

Grev yasaklarını aşmanın yolu grev hakkını grevle savunmaktır!

Türk-İş’in yönetimi, sefalet dayatmasını işçilere kabul ettirmesinin mümkün olmadığını bildiği için sürecin son aşamasında grev kararları aldı. Sözleşmenin imzalanmasından haftalar önce grev kararı alan ve greve hazırlanan Türk-İş’e bağlı Maden-İş sendikasının grevi, Cumhurbaşkanı kararıyla yasaklanmış; hiçbir yasal dayanağı olmayan bu yasak karşısında Maden-İş yaptığı açıklamada, mücadelenin yasal yollarla sürdürüleceğini belirtmişti. Bu, “hiç mücadele etmeyeceğim” demektir. Erdoğan ve AKP iktidarı ilk defa grev yasaklamıyordu. Eti Maden grevi AKP’li yıllarda yasaklanan 23. grevdi. Ancak ilk defa bir grev yasağına karşı ilgili sendika ve konfederasyonların bu kadar pasif ve boyun eğen bir tutumuna şahit olduk.

Grev yasaklarını sendika ve grev hakkı ihlali olarak mahkûm eden Anayasa Mahkemesi kararları söz konusudur. Ancak bu kararlar grevlerin yasaklanmasından yıllar sonra alınmış, sonucunda hükümet sendikalara tazminat ödemiş ama işçiler grev yapamadıkları için düşük sözleşmelere razı edilmiş ya da yüksek hakem kurulunun bağladığı sözleşmelerle hak kayıplarına uğramıştır. Yıllar sonra gelen Anayasa Mahkemesi kararları işçilerin kayıplarını telafi etmemiştir. Ne zaman ki metal işçileri, grev hakkının evrensel meşruluğuna ve Anayasa Mahkemesi kararlarının sunduğu yasal çerçeveye dayanarak grev yasaklarını tanımamış ve fiilî grevlerle grev hakkını savunmuştur (Bekaert, Schneider ve en son MESS’teki fiilî grevler ardından imzalanan sözleşmeler) ancak bu eylemlerle işçiler hak kayıplarının önüne geçebilmiştir.

Hem meşru hem de yasal olan fiilî greve gitmeyip “yasal yollarla mücadeleyi sürdüreceğiz” demek mücadeleden yan çizmektir. Bu açıklama, fiilen yasağı kabul etmek anlamına gelmiş ve maden işçilerinin ardından gelmesi muhtemel birçok kamu grevinin de önünü kesmiştir. 

Sözleşme pazarlıklarıyla geçen bu yedi ayın sonunda Türk-İş ve Hak-İş yönetimleri, kamu işçisinin ücretlerini enflasyona ezdirecek, mutfağındaki ekmeği küçültecek oranlara imza atmıştır. Sınıf mücadelesinin içinde bulunmuş, işyerlerinde patronlara karşı mücadele vermiş tüm mücadeleci işçiler bilir ki, sınıf mücadelesinde kazanmak da kaybetmek de mümkündür. Ancak sözleşme masasında işçinin elindeki en büyük güç olan grev hakkının en ufak bir mücadele etmeden terk edilmesi bir yenilgi değil, ihanettir.

Türk-İş ve Hak-İş sendikaları, yürütülen bu görüşmeler boyunca işçiye dayatılan grev yasaklarını, kapalı kapılar ardında pazarlık konusu yapmış; grev yasağına karşı mücadele etmek yerine bu yasağı sefalet sözleşmesinin imzalanması ve işçiye dayatılması için bir gerekçe olarak öne sürmüştür. Ancak sınıf mücadelesi içinde bulunan veya son yıllarda işçi sınıfı mücadelelerini takip eden tüm işçi ve emekçilerin çok iyi bildiği gibi, grev yasaklarını aşmanın tek gerçek yolu, greve devam etmektir!

Grev hakkını satanın mücadelede yeri yoktur: Türk-İş ve Hak-İş yönetimleri derhâl istifa etmelidir!

İmzalanan bu sözleşme yüz binlerce kamu işçisi için hiçbir şeyin sonu değildir, olmamalıdır. Bugün yüz binlerce kamu işçisi; madenlerden karayollarına, savunma sanayisinden tüm kamu işletmelerine kadar yüzlerce işyerinde örgütlü durumdadır. Ancak kamu işçi sendikalarının yönetim koltuklarını işgal eden sendika bürokratları, işçinin sırtında bir kambura dönüşmüştür. Kamu işçisi, bu kamburdan derhâl kurtulmalıdır!

İşçiler haklı bir tepki ve öfke içindedir. Bu öfkeyle mevcut sendikalardan istifa etme düşüncesinin sıklıkla dile getirildiğini de görmekteyiz. Bizce doğru olan işçilerin sendikalarından istifa etmesi değil, işçileri satan sendika bürokratlarının sendikalarından gönderilmesidir. İşçinin grev hakkını iktidara peşkeş çeken, aylarca işçiyi oyalayıp kapalı kapılar ardında işveren tarafını temsil eden Çalışma Bakanlığı ile kirli hesaplar yapan, işçi sınıfının aklını ve mücadele iradesini yok sayan başta Ergün Atalay ve Mahmut Arslan olmak üzere bu sürecin sorumluları derhâl istifa etmelidir!

İşçi sınıfımızın bu büyük mücadele örgütleri, sendika bürokratlarının değil; mücadeleci işçilerin ellerinde olmalıdır. Kamu işçisi için bir sözleşme dönemi kapanmış; işbirlikçi sendika bürokrasisine karşı mücadele dönemi başlamıştır. Bu mücadelenin parolası; tüm kamu işçilerinin sendikaya üye olması, grev hakkını satan sendika yönetimlerine karşı sendikaya sahip çıkması ve onları denetlemesidir.

Bu yazı Gerçek gazetesinin Ağustos 2025 tarihli 191. sayısında yayınlanmıştır.