İklim değişikliğine karşı mücadele için bir program önerisi

İklimdeğişikliği9

Akbelen’in kahraman köylü kadınları ve onlara eşlik eden herkesin mücadelesi bize başka hiçbir şey öğretmediyse bir şeyi unutulmaz biçimde öğretmiş olmalı: Burjuvazinin doğa dostu faaliyetlerinin nasıl ikiyüzlü, sahtekâr, “greenwashing” türü faaliyetler olduğunu.[*] Akbelen mücadelesi tam doruğundayken ormanın katledilmesi işinin sorumlusu Limak Holding’in Yönetim Kurulu Başkanı Ebru Özdemir’in Doğal Hayatı Koruma Derneği’nin Mütevelli Heyeti üyesi olduğu ortaya çıktı. Doğal Hayatı Koruma Derneği köşede kıyıda kalmış bir dernek değil. Dünyanın doğanın korunması alanında en iddialı derneklerinden birinin (World Wildlife Foundation’ın, kısaltması WWF) Türkiye şubesi. Logosu bir panda karakalem çizimi olan bu İsviçre merkezli kuruluş çevre duyarlığının insanlığın gündemine girmesinden de önce, ta 1961’de kurulmuş bir uluslararası sivil toplum kuruluşu. İnsanın çevre üzerindeki etkisini asgariye indirmek için kurulduğu söyleniyor.

Bir kişinin meslek hayatında koskoca bir ormanı yerle bir edecek kararların verilmesinde başrolde olup aynı zamanda “insanın çevre üzerindeki etkisini asgariye indirmek” amacıyla bir dernekte çalışıyor olmasının iki açıklaması olabilir: Bilinç bölünmesi anlamında psişik bir rahatsızlık olarak şizofreni ya da çok bütünsel bir bilinçle bir suçu işleyip aynı zamanda ona karşı savaşır gibi görünmek anlamında ikiyüzlülük. Ebru Özdemir’in bu konuda bir açıklama yaptığını biz duymadık. Herhalde dağılmış bilinç parçalarını bir araya toplamakla uğraşıyordur bugünlerde!

Buna karşılık çok daha önemli olan WWF’nin Türkiye şubesi Doğal Hayatı Koruma Derneği’nin tutumudur. Dernek Ebru Özdemir’in kendi Mütevelli Heyeti’nin üyesi olduğunu bu olay sosyal medyada teşhir edildikten sonra “duyuyor” ve Özdemir’in üyelikten çıkarılması için “derhal çalışma başlatıyor”. Akbelen mücadelesi medyada arka plana düştükten sonra biz Özdemir’in üyeliğinin sona erdirildiğini öğrendik. Bu sona erdirme işinin olup olmadığından daha önemlisi nasıl olduğu. Dernek adına yapıldığı söylenen açıklama bütünüyle ikiyüzlü. Neden? Belli ki WWF’nin Türkiye şubesi vakıf olarak kurulmuş. Vakıflarda mütevelli heyeti derneklerin yönetim kurullarından çok daha güçlüdür. İşin asli sahibidir bunlar. Üyelerin kim olduğunun Doğal Hayatı Koruma yöneticilerince bilinmiyor olması, basından öğrenilmesi falan inanılacak bir açıklama değildir. Vakfın demirbaşlarıdır bunlar. Orada olmaları da başka marifetlerinden değil vakıf biçiminde kurulmuş STK’ya para getireceklerinin bilinmesindendir.

Gazete Duvar’da yazan Bahadır Özgür, daha Akbelen mücadelesi devam ederken bu sefer Koç Holding’in bir şirketinin, Demir Export’un Sivas Kangal’ın bir köyünde doğaya kıyan ve köylüleri arsenikle zehirleyen bir uygulamasını haberleştirdi. Olayın öyküsü ibretlik: Devlet organlarının, özellikle yargının büyük sermayeyi koruyan tutumundan ders çıkarmak isteyen bu haberi mutlaka okumalı. Biz bu yazımızın konusundan sapmamak için işin sadece bir yönüne değineceğiz. Demir Eksport, internet sitesinde kendini şöyle tanıtıyor: “Demir Export, Dünya Doğa ve Doğal Kaynakları Koruma Birliği, Ramsar Sözleşmesi ve UNESCO olmak üzere birçok kriterin bir arada değerlendirildiği, gerekli önlemlerin alındığı çalışma prensiplerini şirketin temel politikası olarak kabul etmektedir.” Burada makyaj farklı: İtibarlı bir sivil toplum kuruluşu değil sektör deontoloji (meslek ahlak ilkeleri) kuruluşları söz konusu. Makyaj farklı ama ikiyüzlülük aynı!

Uzun lafın kısası şu: Bizim bir süredir iklim değişikliği konusunda yazdığımız yazıların ana fikri, bu konudaki mücadelelerin simgesi haline getirilmiş olan İsveçli Greta Thunberg tipi çevreciliğin, iklim değişikliği söz konusu olduğunda yenilgiye mahkûm olduğuna, hâkim sınıfların çevre dostu görünümünün bütünüyle aldatıcı olduğuna ilişkin bir iddiaydı. (Bu fikrin canlanmış bir halini okur yazının başındaki fotoğrafta görebilir.) Burjuvazinin doğa ve çevre konusundaki ikiyüzlülüğü Akbelen olayında en çarpıcı ifadesini bulmuştur.

Afrika sıcağında ağaç yakma ayini

Akbelen katliamı ormanın yeryüzünün geleceği için hayati önemini yeniden ortaya koyan bir sıcak yaz bağlamında yaşandı. Bu yaz yaşanan hava olayları, en inatçı iklim değişikliği inkârcısını bile susturdu. Ekvator’un kuzeyinde, Çin’den Ortadoğu’ya, Avrupa’dan Amerika’ya, sıcaklıkların 19. yüzyılda ölçülmeye başlamasından beri tarihin en sıcak Temmuz ayı yaşandı. Ağustos ayı boyunca sıcaktan sayısız orman yangını çıkarken bir yandan da dünya çapında binlerce yerde tarihî yağış rekorları kırıldı, birçok yeri sel bastı. Türkiye’de ise 2023 Temmuz ayı tarihin en sıcak ayı oldu. “Afrika sıcakları” moda deyimle “yeni normal”! Bu yazıyı okumakta olan okurlarımız klima kullanılan bir mekânda oturacak ya da çalışacak kadar şanslı değillerse muhtemelen bütün günü sıkıntılar içinde geçirmiş olmalılar!

Güney yarıküresi de kış mevsimi olmasına rağmen yaz gibi yaşadı aynı dönemi. Dünya Kadınlar Futbol Kupası’nın yapıldığı sırada Avustralya ve Yeni Zelanda’da sıcaklık 25 derecelerde dolaştı. Latin Amerika’nın Antarktika’ya yakın bölgeleri, Şili-Arjantin-Uruguay üçlüsü kış günü ter içinde!

İklimdeki bu çarpıcı gelişmelerin doğal afetlerin sayısında çok büyük artış yarattığı ve bu afetlerin maliyetinin her geçen yıl yükselmekte olduğu da biliniyor. Her yıl dünya çapındaki doğal afet sayısı yüzde 5 ila 7 arasında artıyor. Son altı ay içinde bu doğal afetlerin maliyeti son on yılın ortalamasına göre yüzde 46 artış göstermiş bulunuyor.

Öyleyse, iklim değişikliğini derinlemesine konuşmanın tam zamanıdır. Bu sitede bir dizi yazıyla iklim değişikliğinin hem temellerini açıklamaya çalıştık, hem de insanlığın karşısındaki bu büyük krizin çözüme kavuşturulabilmesi, insanlığın ortak evi yeryüzünü yaşanamaz bir yer haline getirebilecek bu felaketin önlenebilmesi için nasıl bir yöntemsel bakış açısı benimsememiz gerektiğini tartıştık.

Başlangıç noktaları

Bundan önceki yazılarımızın listesini yazının sonunda veriyoruz. Bu yazılarda yapılan analiz ve tartışmanın bize getirdiklerini çok kısaca özetleyelim. Bilim, iklim değişikliğini kanıtlamıştır. Doğa bu gelişmenin sinyallerini vermeye çoktan başlamış bulunuyor: Kutup bölgelerinde buzulların gözle görülür çözülmesi, okyanuslarda yaşanan ısınma ve benzer nitelikteki başka olguların yanı sıra, olağanüstü boyutlardaki fırtına, sel, orman yangını gibi afetler hep bu büyük tehlikenin işaretleri. Ama bu sorunun çözümü, çocuk masallarında olduğu gibi beyazı siyahı, sarısı arabı bütün ulusların el ele verip “We are the world! We are the children!” şarkıları söylemesi tarzında halledilemez. Açlık, kuraklık, hastalık böyle halledilemedi. İklim değişikliği de böyle halledilemeyecek.

İklim değişikliği konusunda bundan önceki yazılarımızı okuyanlar için artık açık olması gereken nokta şudur: Toplum yaşamının bütün alanlarında olduğu gibi bu alanda da farklı, sadece farklı değil çatışan çıkarlar vardır. Üstelik, iklim değişikliği ile mücadele bu çıkarlardan bazılarına kaçınılmaz olarak zarar verecektir. Dolayısıyla, iklim değişikliğinin yarattığı tehlikeler bertaraf edilecekse, bugünkü durumun devam etmesinden çıkarı olanlara karşı mücadele edilmesi gerekir. “Çocuk korosu” bile bunu biliyor. Ama sanki var olan bütün politik üstyapı o çıkarların savunulması için kurulmamış gibi, o politik üstyapıdan, temsil ettiği çıkarların üzerine gitmesini bekleyip duruyor. Oysa bu mümkün değildir, işin doğasına aykırıdır. Dolayısıyla önce bu çatışmaya hazır olmak, o çıkarların nasıl yenilgiye uğratılacağını hesaplamak ve buna uygun bir mücadele ruhu ile donanmış bir hareketlenme başlatmak gerekiyor. (Daha önce yayınlanmış olan yazılarımızın bir listesi yazının sonunda veriliyor.)

Ama ikincisi, bugün hâkim sistemin içinde yer alan bazı güçler, evet, sorunun vahametinin farkına varmış olduklarından dolayı tedbir almaya hazırlanıyorlar. Ancak, onların tercih ettiği tedbirler toplumun çok büyük çoğunluğunun aleyhine işleyecek mekanizmalara dayanıyor. Öyleyse sadece iklim değişikliğini inkâr eden, edemediğinde de çarpıtan ve zararlı faaliyetlerini sürdürürken bir yandan da halkı aldatmaya girişen güçlerle mücadele yetmiyor. İklim değişikliği karşısında alınacak tedbirlerin de, aynen o tedbirlerin ortadan kaldırması beklenen durum gibi, işçi sınıfının ve büyük emekçi kitlelerin aleyhine işlememesi için dikkatli bir politikalar demeti seçmek gerekiyor.

İşte yüreği solda olan insanların çoğunun iklim değişikliği söz konusu olduğunda göremediği bu. Bunun nedeni, Berlin Duvarı’nın çöküşünden ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasından bu yana dünya çapında ve tabii Türkiye’de bilinçte yaşanan büyük erozyon. Daha önce yazdıklarımız salt bunu bilince çıkarmaya bir nebze yaradıysa amacına ulaşmış demektir.

Biz Marksistler için, proletarya sosyalistleri için, düşünceler ancak pratikle birleştiğinde ve insanlığın bütünsel “tahrir”ine (azatlığına, özgürleşmesine, emansipasyonuna) doğru yürümesinin önünü açtığında gerçek değerini kazanır. Dolayısıyla, iklim değişikliğinin yarattığı tehlikelerin sınıf mücadeleleri çerçevesine nasıl yerleştiğini görmek ve göstermek önemlidir ama bunun amacı tefekkür dünyasında hülyalı gezintilerle yetinmek değil dünyayı milyarlarca işçi, emekçi ve ezilenin çıkarları doğrultusunda değiştirmektir. Yani bu alanda da bize bir program ve bir strateji gerekir.

Program ve strateji kişisel çabalarla oluşamaz. İçinde yaşadığımız toplumun ve dünya uluslar ailesinin somut koşullar içindeki mücadelesine her alanda (burada iklim değişikliği alanında) devrimci bir doğrultu kazandırmaktır söz konusu olan. Öyleyse devrimin esas öznesi olan sınıf ve onun partisi, en iyi olasılıkla ise onun dünya partisi (Enternasyonali) olacaktır programı ve stratejiyi biçimlendiren. Ama bu faaliyete her Marksist, her devrimci kendi görebildiği kadarıyla katkılarda bulunma hakkına elbette sahip olacaktır. Aşağıdaki notlar, böyle bir program ve strateji oluşumu yönünde sadece ilk, geçici düşünceler olarak okunmalıdır.

Program ve strateji öğeleri

Bugünden kurtuluşa giden yolda işçi sınıfı ve potansiyel müttefiklerinin iklim değişikliğini engellemek üzere bizce benimseyebileceği politik talep ve önlemlerin en tipik olanlarını kısa kısa özetleyelim.

  • İklim değişikliğinin önüne geçilmesi meselesi çok çıplak biçimde bir ekonomik öncelikler sorunudur. Bütün uzmanlar (siyasi yönelimleri ne olursa olsun) şu konuda hemfikir olacaktır: Bu alanda uygulanacak politikalar çok ciddi ekonomik maliyetler içermektedir; bazı durumlarda yöresel, bölgesel, ulusal, bazen de kıta veya hatta dünya çapında büyük sarsıntılar yaratacaktır, bu sarsıntıların telafisi sağlanacaksa büyük parasal bedeller gerektirecektir. Son tahlilde bu devasa bedelin birilerince ödenmesi gerekmektedir. Bizim savunduğumuz ilk ilke şudur: Bu bedeli, hem tarihî hem coğrafi temellerde hem de kişi başına hesaplamalarda açıkça CO2 salımlarının büyük bölümünden sorumlu olduğu ortaya çıkmış olan kapitalist sınıf, onun ajanları, onun toplumsal yapısı içinde kendine uygun bir alan bulup zenginleşmiş olan sınıf ve katmanlar (askeriyenin, devlet bürokrasisinin, başka burjuva kurumlarının üst düzey yöneticileri, modern küçük burjuvazinin üst katmanları vb.) ödemelidir. Fransa’da Sarı Yelekliler hareketini tetikleyen tipte, sıradan tüketiciyi cezalandırıcı/caydırıcı vergiler veya yoksul ülkelerde yakıtta devlet sübvansiyonlarının kaldırılması tarzında politikalar katiyen kabul edilemez. Bütün ülkelerde ağır bir servet vergisi derhal getirilmelidir. Daha önceki yazılarımızda (Türkiye dâhil) orta gelirli ülkelerin ve başta Afrika olmak üzere yoksul ülkelerin üst sınıflarının dahi CO2 salımında büyük sorumlulukları olduğunu görmüştük. Bu talep aşağıda ele alacağımız anti-emperyalist karakterdeki bir dizi önlemden farklı olarak doğrudan sınıf karakteri taşır.
  • İster üretim ister tüketim alanında her insani faaliyetin karbon ayak izini ölçüp buradan hareketle sorunu elektrikleri söndürerek çözmeye dönük tüketim bakış açısına yaslanan yaklaşımlardan farklı olarak öncelik üretim alanına müdahaleye verilmelidir. Burada esas sorun sera gazlarının esas kaynağı olan fosil yakıta dayalı enerji üretimini kısıtlamaktır. Daha önce ortaya koymuş olduğumuz bütün veriler, kapitalist özel mülkiyetin cisimleşmiş hali olan özel şirketlerin piyasa göstergelerine dayalı biçimde artı değer (kâr) elde etmeye yönelik faaliyetleri temelinde enerji sektörünün toptan bir değişim yaşayamayacağını gösteriyor. Sermaye kâra kilitlenmiş bir toplumsal ilişkidir, o ilişki içinde doğan bütünüyle bencil bir toplumsal güçtür. Ne kadar dizginlenirse dizginlensin, yaşanması gereken büyük değişimi sağlayamaz. Dev petrol şirketleri (ExxonMobil, Shell, BP, Chevron, Total, ENI ve diğerleri) karşılıksız olarak ve işçi denetiminde kamulaştırılmalıdır. Üretici ülkelerin (kabaca OPEC ülkeleri diyelim ama mesela Rusya OPEC üyesi değil) şu anda kamunun hâkimiyetinde olan şirketleri (Gazprom, Rosneft, Aramco, İran Ulusal Petrol Şirketi-National Iranian Oil Company vb.) devlet kapitalisti kuruluşlardır, borsalarla yakın ilişkiler içindedirler, birer kamu kurumu olarak çalışamazlar. Bunlar da tam bir kamulaştırmadan geçmek ve işçi denetimine alınmak zorundadır. Dünyanın fosil yakıtlardan “kesilmesi” ancak enternasyonalist bir kavrayışla, sektörel planlar ve her yıl daha fazla azalan kotalar yoluyla kamu denetimi altında gerçekleştirilebilir. Petrol şeyhlerinin elindeki şirketlerin hiçbir şekilde kamu şirketleri haline getirilemeyeceği, hele işçi denetiminin o ülkelerin verili koşulları altında hiçbir biçimde sağlanamayacağı açıktır. Bunlar, uluslararası anlaşmalı kota ve planlama süreçlerine uymadıkları takdirde bütünüyle boykot edilmelidir. Son tahlilde bu coğrafyadaki melik, şeyh, emirlerin devrilmesi, başka alanlarda olduğu gibi burada da ilerleyebilmek için gereklidir.
  • Üretim alanında diğer yakıcı talep ormansızlaştırma faaliyetlerinin derhal ve koşulsuz olarak durdurulmasıdır. Bizdeki gibi, ormanların kamu malı olduğu ülkelerde (bazı ülkelerde durum daha karmaşıktır) çözüm kamulaştırma değildir. İklim değişikliğine karşı mücadele eden hareketin ve işçi sınıfı örgütlerinin kuracağı güç birliğinin etkisinin bu konuda mutlak bir önemi vardır. Belirlenmiş orman arazilerinde madencilik, tarım, hayvancılık, tomrukçuluk, konut yapımı ve turizm faaliyetleri üzerinde mutlak yasak getirilmelidir. Zengin katmanlardan bazı mülk sahipleri, kendileri orman arazisi içinde yerleşip bir miktar tahribat yarattıktan sonra kendi rahatları kaçmasın ve kendi arazilerinin değeri düşmesin diye sözde çevrecilik yapmaktadır. Önce bunların arazileri kamulaştırılmalı ve bu araziler üzerindeki her türlü yapılaşma, duruma göre, ihtiyacı olan toplumsal kesimlere dinlenme tesisleri, sanatoryum, hastane, kültür ve kongre merkezi vb. olarak değerlendirilmelidir. İnşa edilmiş olan yapılar ancak istisnai durumlarda yıkılmalı, genellikle karşılıksız kamulaştırmadan sonra emekçi halkın ihtiyaçlarına tahsis edilmelidir.
  • İklim değişikliğine karşı mücadele dolayısıyla engellenecek ve yasaklanacak çeşitli üretim faaliyetlerinde (madencilik, tomrukçuluk, petrol üretimi, kömür madenleri, turizm vb.) çalışmakta olan işçilerin mutlaka aynı bölgede ve gelir bakımından karşılaştırılabilir işlere yerleştirilmesi bu tür engelleme ve yasaklama faaliyetleri için önkoşul olmalıdır. Doğanın korunmasının bedelinin işçilerin işsiz kalması yoluyla ödenmesi kabul edilemez. Bu tür işsizlik, kömür madeni ve benzeri faaliyetler için çoğu zaman olduğu gibi, sadece işçilerin değil bütün bir bölgenin aç kalmasına yol açabilecek kadar ağır bir bedel de olabilir. Sera gazı salımını durdurmak, sonra da sıfıra doğru azaltmak için alınan önlemler ve CO2 yakalama/tutma açısından hayati önem taşıyan ormanların korunması için tedbirler sonucunda iş olanakları ortadan kalkan işçiler için mutlaka yeni istihdam olanakları yaratılmalıdır. Bu minvalde düşünüldüğünde kömür madenlerinin hızlı kapatılması yoksul ülkelerin işi değildir. Güney Afrika, Türkiye, hatta Çin benzeri orta gelir düzeyindeki ülkeler dâhil olmak üzere, geleneksel büyük kömür madeni havzalarında madenler, başka birçok önlem alındıktan ve koskoca bölgelerin ekonomisinin çökmesine karşı alternatifler yaratacak zamanın sağlanmasından sonra kapatılmalıdır. Burada yalın kural şudur: ABD’deki bütün kömür madenleri kapatılmadan önce Türkiye madenlerine dokunmayın! Joe Manchin’i hatırlayan okurlarımıza şöyle söyleyelim: Joe Manchin’in madenleri kapatılana kadar kimse TTK işçilerinin işine aşına dokunmamalı. Buna karşılık orman içlerinde, doğal ortamlarda, geçimini bir bütün olarak kömürden kazanır durumda olmayan yörelerde yeni kömür madeni açmak derhal yasaklanmalıdır. Limak Akbelen’den defolup gitmelidir!
  • Bütün başka sektörler için geçerli olduğu gibi enerjide de kaynakların nereye tahsis edileceği (fosil yakıt mı, yenilenebilir enerji mi, nükleer mi vb.) aslında büyük ölçüde bankaların kredi faaliyetlerine bağımlıdır. Büyük petrol ve doğal gaz yataklarını kredi bulmaksızın işletmeye almak en büyük şirketlerin bile girmediği, giremediği tehlikeli, düşük kârlı, bazen olanaksız bir yoldur. Dolayısıyla finans sektörü, her tür kaynak dağılımı sürecinde olduğu gibi, fosil yakıtların geleceğini belirleyen esas manivelanın bulunduğu sektördür. Petrol şirketlerinin kamulaştırılmasına paralel olarak ve daha o tamamlanmadan bile bütün dengeleri altüst edecek şekilde her bir ülkede bankalar kamulaştırılmalı ve tek bir bankada birleştirilmelidir. Böylece toplumsal sermayenin manivelaları kamunun eline geçmiş olacak, yatırımları fosil yakıtların yerine sera gazı etkisinin kontrol altına alınmasını sağlayacak enerji alanlarına yönlendirmek olanaklı hale gelecektir.
  • Yukarıda da söyledik, tekrarlayacağız: Kimse emekçi halkın tüketimiyle uğraşmasın! Yoksul ülkelerde ortalama kişi başına CO2 üretiminin geçmişi bırakalım, günümüzde bile dünyanın en zengin yüzde 10’unun ortalamasının 20’de biri, en zengin yüzde 1’inin ortalamasının ise 70’te biri düzeyinde olduğunu daha önce gösterdik. Emperyalist ülkelerde bile halkın çoğunluğunun karbon salımının bilimin koyduğu 2030 hedefleriyle uyumlu bir düzeyde olduğuna işaret ettik. Bırakın halkı, ister et yesin ister vejetaryen olsun, yalnızca onun tüketeceği malların en iyi yöntemlerle üretilmesini sağlayın. O kadar. Lüks tüketimi cezalandıralım! Lüks tüketimin belini kıracak bir uluslararası iklim vergisi tüketim alanında yapmamız gerekenlerin sadece ilk adımıdır. Elbette uzun vadede emekçi halk açlık, sağlık hizmetlerine erişim sorunları, kötü barınma, eğitimsizlik gibi koşullarla mücadele etmeye devam ederken lüks tüketim bütünüyle ortadan kaldırılmalıdır. Ama bu, devlet iktidarında bir sınıfsal değişim varsaydığı için daha zorlu bir süreci gerektirir. Derhal yapılması gereken, kapitalistlere, ajanlarına ve diğer zenginlere bedel ödetmektir. İngilizce “degrowth” adıyla yayılan ekonomik “eksi büyüme” ya da “küçülme” yanlış bir stratejidir. Yüzde 1 sadece 80 milyon kişidir ama karbon salımı, toplam içinde yüzde 17’yi buluyor. Onu dünya ortalamasına indirmeden halk kitlelerini cezalandırmak doğru değildir. Karun gibi yaşayanların ekonomisini küçültelim, bütün olarak toplumların değil!
  • Bu uluslararası vergi doğrudan doğruya yoksul ülkelere ihtiyaca göre dağıtılmalıdır: Bu iki nedenle gereklidir. Birincisi, iklim değişikliğinin engellenmesi için gerekli olan ama ağır bedelleri olan (kömür madenlerinin kapatılmasının maliyetleri, kömüre dayalı santrallerin yerini yenilerinin alması, yoksul bölgelerdeki kent ve kasabaların taşımacılık sistemlerinde yenilenme, soğuk bölgelerde yoksul kent toplulukları için enerji verimliliği sağlamak üzere bütün kamusal ve özel yapıların izolasyonu vb.) önlemlerin alınabilmesi büyük harcamaları gerektirecektir. İkincisi, birçok yoksul ülke iklim değişikliğinden daha şimdiden olumsuz etkilendiği için (ada ülkelerinin önemli bir bölümü, denize sahilinin kot yüksekliği düşük olan ülkeler, tarımın birçok bölgede aşırı sıcaklık dolayısıyla daha şimdiden darbe yediği ülkeler vb.) alınması gereken tedbirler için ihtiyaç duyulan harcamalar bu vergilerle karşılanabilir. Unutulmasın, zengin emperyalist ülkeler 2011 yılında yoksul ülkelere bu amaçla her yıl 100 milyar dolarlık bir hibe sözü vermiş oldukları halde 2021’e kadar 1 trilyon 100 milyarı bulmuş olması gereken bu paranın sadece 550 milyarını ödemişlerdi. Uluslararası vergi, yoksul ülkelerin iane tarzı, zenginlerin takdirine bırakılmış fonlara el açmak yerine hakkı olanı almasını da sağlayacaktır. Bu vergilerin hesaplanması ve toplanması tek tek ülkelere bırakılamaz. Bunun için çoğunluğu yoksul ülkelerin elinde bulunacağı bir Uluslararası İklim Vergisi Tarh ve Tahsilat Kurumu kurulmalıdır.
  • Bugün sadece Kara Afrika’da 600 milyon insanın elektrikten yoksun olduğunu görmüş bulunuyoruz. Elektrifikasyonun insanlığa neler getirdiğini uzun uzun anlatmaya gerek yok. Bugün aynen Lenin’in Ekim devriminin ardından elektrifikasyonu teknolojik gelişmenin bütününü temsil eder biçimde sosyalizmin inşasının simge koşulu olarak yücelttiği gibi, yoksul ülkeler için elektriği uluslar ailesinin birinci önceliği haline getirmemiz gerekiyor. Elektriğin olmadığı yerde ne modern tıp uygulanabilir, ne eğitim verilebilir, ne cep telefonu, ne internet kullanılabilir. Elektrifikasyon, tanım gereği enerji demektir. Elektriği olmayan bölgelere elektrik verilmesi önünde fosil yakıt kullanımına engel olmak hiçbir şekilde mazur görülemez. Elektrifikasyon ihtiyacı olan bölgelerde enerji kullanımı açısından şimdilik en ufak bir kısıtlamaya gidilmemelidir. Uluslararası kuruluşlar, kalkınma bankaları, UNDP vb. elektriği olmayan bölgelerin elektrifikasyonuna yönelik bütün girişimlere tam destek vermelidir. Sadece elektrifikasyon açısından değil bütün toplumsal ihtiyaçlar bakımından dünya karbon salımının dörtte birinden az (yani dünyanın yarısının durumu) salım yapılan bölgelerde de enerji tüketimi bakımından en ufak bir kısıtlama yapılamamalıdır.
  • Yoksul ülkelerin uluslararası iklim vergisinden yararlanabilmesi açısından var olan dış borçları derhal ve bütünüyle silinmelidir. Bu, bütün dünya işçi hareketinin ve emekçi örgütlerinin talebi olmakla birlikte, borcunun silinmesi söz konusu ülkelerde bu talep değil “dış borcun reddi” talebi ileri sürülmelidir. O ülkelerin sosyalistlerinin ve işçi hareketinin “dış borçlar silinsin” talebini ileri sürmesi, onların kendi ülkelerinde kimseyi harekete geçirecek bir içerik taşımaz. Yolunu şaşırmış birçok sosyalist partinin diyelim Zimbabve’de, Lübnan’da, Haiti’de ya da Laos’ta “dış borçlar silinsin” şiarı doğrultusunda faaliyet sürdürmesi, tembelliktir, hareketin ağzına mama verilmesini beklemektir. Oysa “dış borcun reddi” şiarı ülkenin kendi kitlelerini harekete geçirmeye ve bilinçlendirmeye katkıda bulunabilecek bir şiardır.

Gerçek hayatla boğuşarak ilerlemek

Yukarıdaki talepler katiyen tüketici bir liste değildir. Bu türden benzer talepler geliştirmek bu sorunu ciddiye alan bütün hareketlerin, partilerin, aydınların görevidir. Ama şimdi başka bir soruya cevap aramamız gerekiyor: Bu talepler temelinde verilecek mücadelenin öznesi kim olacak?

Bir kere her ülkede yerel sorunlarla ilgili olarak talepler geliştirecek, bunlar zemininde seferber olacak olan birtakım aktörler söz konusu olmakla birlikte, yukarıda söylenen her şeyden dolayı mücadelenin uluslararası alanda verilmesi gerektiği açıktır. Hem iklim değişikliğinin hem de onun ikizi gibi insanlığın başına bela olmuş olan Covid-19’un yarattıkları bütün dertlere karşılık olumlu bir yanı oldu: Dünyanın dört bir yanında, en azından siyasi alanda faal insanların çoğunluğu, insanlığın sorunlarının en önemlilerinin ancak uluslararası alanda birlikte çözüme ulaştırılabileceğini biliyorlar. Bundan bir adım ileri gidenler ise, kapitalist dünyada, ne kadar karşılıklı diyalog kurarsanız kurun, ulus devletlerin birbirleriyle çelişen çıkarları dolayısıyla ortaklaşa çözümlerin ancak bir noktaya kadar etkili olabildiğini görüyorlar. Bir adım daha atanlar ve hayallerle uçmak değil gerçeklerle yüzleşerek yürümek isteyenler, çıkar yolun ancak proletarya enternasyonalizminde bulunabileceğini anlıyorlar. “Aktivistler”imizin çoğunun bu üç basamaklı bilinçlenme piramidinde ilk basamağın ötesine geçtiğini sanmıyoruz. Ama hiç olmazsa o ilk basamak aşılmış durumda.

Peki, kim olabilir uluslararası planda bu aktörler? Bunu somut gelişmenin içinden çıkarmak mümkün. COP toplantılarında esas resmi görüşmelerin çeperinde birtakım grupların toplantılar düzenlediğini, buralarda devletlerin ve şirketlerin etkisinden bir ölçüde özerkleşmiş bir tartışma ortamının yaratılabildiğini daha evvel konuşmuştuk. Ama bu toplantılara katılan kuruluşlardan birçoğu, çevre ile ilgili kısmen yararlı işler yapmakla birlikte, bir yandan da varlığını parasal kaynaklar ve ideolojik yönelim bakımından şirketlerle ve genel olarak sermaye düzeniyle bağlar içinde sürdürmektedir. Bunlar arasında bütün bürokratik karakterlerine rağmen, esas olarak zengin ülkeler dünyasının işçi sınıfı temsilcilerinin kontrolünde olan büyük sendika kuruluşları da vardır. Görev, sermaye düzeniyle iç içe geçmiş olanlardan mümkün olduğunca uzak durarak, daha radikal politik yaklaşıma açık gruplarla çok daha sıkı ilişkiler kurarak, sendikaların yönelimlerine katılmamakla birlikte onların varlığının önemli olduğunu hiç akıldan çıkarmadan, bu ortamı bölerek iklim değişikliğini durdurmak amacıyla bir işçi sınıfı ve emekçiler hareketinin inşasına girişmektir. Bu zorlu bir görevdir. İnsanın çoğu zaman burnunu parmaklarıyla tutarak çalışması gereken bir ortamdır. Dönemin post-Leninist atmosferini öfkelenmeden olağan ortam olarak kabul ederek yürümek gerekir. Ama yürümenin başka yolu da yoktur.

Acil geçiş ama adil geçiş!

Bundan önceki yazılarımızda “adil iklim geçişi” şiarının çok sık kullanıldığını, kullanılmaktan da öteye suiistimal edildiğini anlattık. Bu “adil geçiş” kavramı, o anda onu kullananın niyetinden bağımsız olarak sosyalistlerin benimseyerek içini yeniden doldurabileceği bir yarıktır. Neden? “Adil geçiş” kavramı kendi içinde her tür geçişin makbul olmadığı fikrini kaçınılmaz olarak içerir. Yani “yöneticilerimiz uyuyor mu?” korosundan farklı olarak “ne önlem alınırsa alınsın ama alınsın” tutumunu karşısına almaktadır. “Adil geçiş” demek “adil olmayan geçiş” olarak nitelenebilecek başka yöntemler ve politikalar olduğu anlamına gelir. O zaman sosyalistler “adil geçiş” kavramına başta sınıfsal, bunun da ötesinde anti-emperyalist bir içerik kazandırmak üzere mücadele etmelidir.

Yine yazılarımızda “adil geçiş” kavramının üzerinde mücadele vermekte olan birtakım güçlerle tanıştık. Örneğin Glasgow kentinin tarihi bir işçi mahallesinde ilerici bir kilisede toplanan sendikalar ve “sivil toplum kuruluşları”nın tam da dünya çapında burjuva güçlerin nasıl işçileri, yoksulları, ezilen yoksul ulusları, diğer ezilenleri görmezlikten gelerek yürüme anlayışına karşı bir mücadele hattı üzerinde tartıştığını konuştuk. Örneğin kömür alanında Güney Afrika’ya bir sözde “adil geçiş” öneren emperyalist koalisyona karşı Güney Afrika sendikalarının nasıl şimdiden muhalefeti yükselttiğini gördük. Yoksul ülkelerin birçok kuruluşu ve bazen yoksul ülkelerin devletlerinin kendisi de zaman zaman ortak olarak mücadele edilebilecek bir yönelişi kendi maddi koşulları dolayısıyla benimsemektedirler. Dünyanın çeşitli ülkelerinden yerli halklar varoluş tarzları dolayısıyla doğa ile çok daha dostane ilişkiler içinde yaşadıkları için birer müttefiktirler.

Demek ki, ortada maddi konumları ve çıkarları dolayısıyla doğru bir yönelişi güçlendirme çabasında olan, ama dönemin siyasi geriliği içinde gerçekten sağlam bir zeminde ve hâkim sınıflardan bağımsızlaşmış biçimde yürümek üzere yolunu arayan ama henüz bulamamış güçler vardır. Sosyalistlerin işte bu ortamlarda çalışarak, belkemiği emekçi sınıfların çıkarlarının ve örgütlerinin temelinde oluşmuş bir yeni hareket yaratmak için mücadele etmesi gerekir.

Elbette ilk adım her ülkenin örgütleri açısından kendi ortamlarında atılacaktır. Türkiye’de siyasi eğiliminden bağımsız olarak bütün maden işçileri sendikalarına, enerji sendikalarına, metal sendikalarına (otomotiv) bu tür bir hareketin Türkiye ayağını oluşturmak üzere uzanmak gerekir. Mühendis ve mimar odaları ilerici gelenekleriyle çok önemli bir müttefiktir. Ama onlar da kendi müttefiklerini “doğal hayat” arayışı içinde olan, vejetaryenliği/veganlığı insanlığın karşı karşıya olduğu büyük sorunların çözümü olarak günlük hayatta yıpratıcı biçimde hiç durmaksızın propaganda eden, siyasi sorunlarda iktidar mücadelesini “pislik” gibi görüp sosyalist siyasi partilere düşman olan, ardından derneklerine bir mekân bulabilmek için AB’ye, o olmazsa CHP’li belediyelere el açan tipte çevrelerle değil, işçi sınıfı hareketi içinde bulmayı bilmelidirler.

DİSK ve TMMOB bu işin başını çekmelidir. Ama bugünün önyargılarına taviz vererek kendilerinin de “değişime açık” olduklarını kanıtlamak için yeşil dille konuşmak yerine işçi ve emekçi kitlelerin sorunlarına sonuna kadar öncelik veren kızıl bir dille kitlelere hitap ederek.

DİSK ve TMMOB ile başlamak orada durmak demek değildir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, iklim değişikliğine katkıda bulunan ve/veya onun yarattığı tehlikelerle yüz yüze kalan bütün sendikalardan başlamak üzere adım adım emekçilerin bütün örgütleri, bu arada en başta TTB ve diğer meslek örgütleri de bu hareketin mutlaka bir parçası haline getirilmelidir. Bütün mesele, Türk-İş ve Hak-İş gibi sendikal yapıların patronlarla ve siyasi iktidarla teması kesmek istemeyen tutumu ile her an bir mevzi savaşı vermektir.

Nihayet, çok keskin bir ayrım yapmak gerekir. Kapitalizm doğaya haince yaklaşmış, havayı, suyu, toprağı kir pas içinde bırakmıştır. Bunun da ötesinde sınai gelişmenin hoyratça ve sadece kâr amacıyla sürdürülmesi, insan topluluklarının doğayla ilişkisini bir yarılma, bir yabancılaşma ortamına sürüklemiştir. Bu durum, entelektüeller, hali vakti yerinde küçük burjuvalar ve bir tür gençlik içinde, bazen bütünüyle irrasyonel tepkilerin doğmasına, Doğu dinlerinden en modern batıl itikatlara kadar bir dizi ideolojik kalıpların hâkim olmasına yol açmıştır. 19. yüzyılın başındaki romantik hareketten bugünkü postmodern kültüre kadar çok çeşitli hareketler kapitalizme kızıp yorganı yakmakta, yani bilime ve teknolojiye düşman olmaktadır. Bugün doğa etrafında verilen kavga, sadece doğa ile değil, insanlar arasındaki ilişkileri kapsayan bütün bir hayat tarzı ile ilgilidir.

Bu işin gerçekçi yolu, iklim değişikliğine karşı mücadelenin doğa ve çevre ile ilgili bütün diğer sorunlardan ayrılması, hareketin doğaya ilişkin olarak sadece iklim değişikliği üzerinde odaklaşmasıdır. Vejetaryenlik/veganlık, türcülük, doğal yaşam tarzları ve benzeri sayısız yeni eğilimin tartışılması hareketi felç eder. Kapitalizmin doğaya saldırısı gittikçe başa çıkılamaz boyutlara taşmaktadır. Örneğin köylülerin turizmden, maden şirketlerinden, mini HES’lerden, taş ocaklarından ve gözünü kâr hırsı bürümüş adamların birçok başka tasallutundan çektiği gerçekten çok ağır sorunlar vardır. Şayet felsefi/kültürel sorunlara boğulacak olursak hareket dağılır. Bu yüzden herkes kendi ideolojik bayrağını korumalı, birlikte yürümeli, ama amaç iklim değişikliğinin tahribatını ve tehditlerini bertaraf etmek olmalıdır.

Nihayet, daha önceki yazılarımızda yer yer ele aldığımız Fridays for Future (Gelecek İçin Cuma Günleri) tipi gençlik hareketlerine ilişkin bazı şeyler söylemeden geçmemeliyiz. Her şeyden önce, şunu belirtelim: Gençliğin insanlığın geleceği için hayati önem taşıyan bir dava etrafında hareketlenmeye başlaması kendi içinde çok vaatkâr bir gelişmedir. Dün (1968’de) bu kimi yerde Vietnam savaşıydı, kimi yerde üniversite öğrencilerinin yaşadığı sorunlar, kimi yerde sivil haklardı, kimi yerde yoksulluk. İnsanlar (genç insanlar da) esas olarak mücadele ederken bilinçlenirler. Hareketin doğrultusunun ve şiarlarının günümüzün bilinç düşüklüğünün etkisi altında yetersiz olması, hareketin önemini azaltmaz. Sadece sosyalistlerin hareketin içindeki görevlerinin daha çetin, daha zorlu olmasına yol açar. Sosyalist gençler bu hareketlere güçleri oranında katılmalı, ama şiarlarını çok farklı doğrultuda biçimlendirmelidir. Sosyalistler bu hareketleri Birleşmiş Milletler’in Holivud dekorundan uzaklaştırıp gençliğin yaşadığı diğer sorunlarla ilişkilendirmelidir (üniversite eğitiminin sorunları, öğrenci kredi borcu, yurtlar, yemekhaneler, ama aynı zamanda genç işsizliği, fırsat eşitsizlikleri, toplumun gençler üzerinde baskısı vb.) Aynı zamanda toplumun bir bütün olarak yaşadığı sorunların özellikle gençliğe değenleri (savaş, militarizm, enflasyon vb.) öne çıkarılarak ufuk genişletilmeli, buradan da kapitalist sistemin, sınıf mücadelelerinin iklim konusunda da belirleyici olduğu ortaya konulmalıdır. Sosyalist partilerin gençlik örgütleri arasında işbirliği burjuva sınıf eğilimlerine karşı mücadelede önemli bir koz haline gelebilir.

Kim kurtaracak bahtı kara maderini?

Servet vergisi, petrol şirketlerinin karşılıksız olarak ve işçi denetiminde kamulaştırılması, bankaların kamulaştırılması ve tek bankada birleştirilmesi, lüks tüketimin belini kıracak ağır bir uluslararası iklim vergisi ve daha başka şeyler…

Sendikalar, teknik kadroların meslek örgütleri, çevre örgütleri, gençlik hareketleri, iklim değişikliğine karşı mücadeleyi Birleşmiş Milletler’in, petrol şirketlerinden para alan “sivil toplum kuruluşları”nın elinden kurtarmak, finans kapitale akıl hocalığı yapan Yeşil politikacıların hâkimiyetinden çekip almak, gençliği işçi sınıfının bakış açısına çekmek, ufkunu genişletmek ve başka çabalar…

Bütün bunlar kapitalizmin hâkimiyetindeki bir dünyada ilerleyebilmek için ileri sürülmesi gerekli acil talepler, güncel talepler veya geçiş talepleri, siyasi güçlerin ve toplumsal örgütlerin günün verili koşullarındaki manzarası karşısında verilecek mücadelenin, içinden yürümesi gerekli merhaleler. Ama ne bu talepler için verilecek mücadeleler iklim değişikliğinin yarattığı tehdidin insanlığın başında Demokles’in kılıcı gibi sallanmasına engel olabilir ne de sendikalar, meslek örgütleri, çevre dernekleri, gençlik hareketleri salt kendi dinamikleriyle Birleşmiş Milletler’in gölgesini silkip atabilir, şirketler dünyasının veya Avrupa Birliği’nin fonlarının cazibesinden kurtulabilir, burjuvazinin çevre ve iklim hareketleri üzerinde görünmez ağlarıyla kurmuş olduğu hegemonyayı kırabilir.

Burjuvazinin hegemonyasının kırılması için proletaryanın, bu örnekte uluslararası bir mücadeleden söz ediyor olduğumuz için uluslararası işçi sınıfının hegemonya mücadelesi gerekir. Bu mücadele ise ancak ulusal çapta bütün burjuva partilerinin karşısında yer alarak işçi sınıfının bağımsız politikasını savunan ve diğer sömürülen ve ezilen katmanları kendisiyle birlikte yürümenin onlar için daha iyi bir hayat anlamına geldiğine pratik içinde adım adım ikna eden bir devrimci (yani düzenle uzlaşmayan) proletarya partisi, uluslararası arenada ise değişik ülkelerdeki bu tür devrimci partilerin oluşturacağı bir Enternasyonal, en ileri biçimiyle bir dünya partisi tarafından verilebilir.

İşin stratejik yanının vazgeçilmez olan yönü budur. Eğer bu ilmek ilmek örülemezse, 21. yüzyıl yalnızca insanlığın değil bütün türlerin ve bildiğimiz haliyle gezegenimizin de sonu olabilir. Bu neden vazgeçilmezdir? Çünkü insanlık kapitalizm denen sömürgen, kıyıcı ve bugün insanlığın geldiği yerde artık irrasyonel karakter taşıyan sistem içinde iklim değişikliği sorununu halledemeyecektir. Bunu neredeyse matematik dakiklikle kanıtlamak mümkündür: Şayet fosil yakıtlardan kurtulmak, yepyeni temiz enerji türlerine geçmek, yeryüzünün ciğerleri ormanları muhafaza etmek, enerji verimliliğini bütün üretim süreçlerinin ve tüketimin olmazsa olmaz koşulu haline getirmek ve başka büyük dönüşümler gerekiyorsa, bunları büyük eşitsizliklere ve çeşitliliklere sahip bir dünyada ancak her bir parçanın (kıtanın, ülkenin, bölgenin vb.) bütünle ilişkisini, her bir parçada değişimin karakterini ve temposunu planlama yoluyla yapmak mümkündür. Kapitalizm ne insanlığın üretici güçlerini planlama ilkesi temelinde düzenlemeye muktedirdir ne de kapitalist ulus devletler sisteminin mantığı gereği uluslararası alanda demokratik ve bilinçli olarak kararlaştırılmış seçiş ve önceliklerle yürümeye. Bu tür bir karar ve uygulama sistemi ancak bir Dünya Halkları Sosyalist Federasyonu temelinde mümkündür.

Biz gezegenimizi ve bütün canlı türlerini kurtarmak için dünya çapında sosyalizm gerektiğini böyle bir mantık içinde, yani rasyonel (ve bizce çürütülemeyecek) bir akıl yürütme ile anlatıyoruz. “Her şeyi sosyalizme bağlıyorsunuz” diye tepki gösterecek olanlara tavsiyemiz şudur: İspat yükü size geçiyor. Siz homurdanacağınıza bize herkesin ve en önemlisi insanlıktan koparak dev kâr üretim makineleri haline gelmiş olan büyük uluslararası şirketlerin kendi bencil çıkarlarının peşinde koştuğu, zor gizledikleri bir vahşetle çaresizlik içindeki işçi ve emekçileri sömürmekle kalmayıp doğayı da talan ettiği bir kapitalist dünyada gezegenimizi kurtarmak nasıl mümkün olacak, onu anlatın. Çok sayıda ulus devlete bölünmüş bir dünyada her devlet anlaşmalara rüşveti kelam verip kendi hâkim sınıflarının çıkarlarını (üstelik artan biçimde faşist veya faşizan siyasi akımların yönetiminde) üstün kılmaya çalışırken, emperyalist devletler ise en tepede diğerlerinin canını çıkarırcasına hoyrat davranırken bütün uluslardan insanların ihtiyaçlarını karşılamak için kaynakları adil biçimde nasıl dağıtmayı düşünüyorsunuz?

Tartışmayı açın, cevap verelim, göreceksiniz sonunda siz de ikna olacaksınız.

Ama artık bıktırana kadar tekrarlanmaktan yıpranmış olan şu yalan iddiaya sarılmayın: “Her şey gibi bunu da devrim sonrasına bırakmak istiyorsunuz.” Has sosyalistlere hep yöneltilen bu suçlamanın yanlışlığı kadın sorununda çoktan kanıtlandı. Ulusların ezilmesi konusunda devasa bir tarihî yanlış olabilir ancak. Başka örnekleri de tartışabiliriz. Şimdi de aynı hileyi iklim değişikliği alanında denemeyin. Bu yazıda kapitalizmin ortadan kaldırılması öncesi hangi talep ve tedbirler için hangi aktörlerle birlikte mücadele etmek gerektiği konusunda bir plan sergilemeye çalıştık. Geçici dedik, bu işi esas örgütler, partiler, Enternasyonal yapar dedik. Ama ele aldığımız sorun, bugün, kapitalizm henüz gezegenimizin hâkim, hatta tek sistemi iken ne yapmak gerektiği idi. Şimdi o mücadelenin gerçek amaçlarına ancak sosyalizmde ulaşabileceğini söylüyoruz. Yani, yine matematik dakiklikle söyleyebiliriz ki, her şeyi devrim sonrasına, sosyalizme bırakalım demiyoruz. Yoksa, sosyalist iktidar uluslararası çapta kurulduğunda vergiyle mi yetineceğiz zannediyorsunuz?

Ama bu tartışmanın içinde sisler dağıldıkça, demagojiler birer birer teşhir edildikçe bir başka ihtimal beliriyor: Yoksa sizler kapitalizmden başka bir toplumda yaşamayı reddettiğiniz için mi her mücadele alanında böyle gereksiz yere söylenip duruyorsunuz?

Sosyalizm için bir gezegen gerekiyor!

İklim için verilecek mücadelenin sadece yöntemleri değil ulaşılacak menzil de sınıfsaldır. Böyle giderse, biz işçilerin, emekçilerin ve onlarla kaderini birleştirmiş insanların, bu ölmekte olan gezegende aynen birçok başka tür gibi nesli tükenecek. Ama onlar, kapitalistler ve bütün hizmetkârları daha şimdiden başka gezegenlerde kendilerine yeni bir hayat arayışına girdiler.

Şairimiz ne demiş:

                                                Kendi kendimizle yarışmadayız, gülüm.

                                                          Ya ölü yıldızlara hayatı götüreceğiz,
                                                                                           

                                                                 Ya dünyamıza inecek ölüm.

 

 

Daha önce yayınlanmış yazıların listesi:

“İklim değişikliği (1): Glasgow’da COP Sirki bitti, yeryüzünü talana geri dönelim!”

https://gercekgazetesi1.net/politika/iklim-degisikligi-1-glasgowda-cop-sirki-bitti-yeryuzunu-talana-geri-donelim

 

“İklim değişikliği (2): Talan emperyalistlerin, fatura ortak!”

https://gercekgazetesi1.net/politika/iklim-degisikligi-2-talan-emperyalistlerin-fatura-ortak

 

“İklim değişikliği (3): Kara Afrika’nın nasırlı elleri değil, pamuk eller cebe!”

https://gercekgazetesi1.net/politika/iklim-degisikligi-3-kara-afrikanin-nasirli-elleri-degil-pamuk-eller-cebe

 

“İklim değişikliği (4): Liderler ve şirketler”

https://gercekgazetesi1.net/politika/iklim-degisikligi-4-liderler-ve-sirketler

 

“İklim değişikliği (5): Manchin sendromu”

https://gercekgazetesi1.net/uluslararasi/iklim-degisikligi-5-manchin-sendromu

 

“İklim değişikliği (6): Yüz karası değil, kömür karası, böyle kazanılır ekmek parası”

https://gercekgazetesi1.net/uluslararasi/iklim-degisikligi-6-yuz-karasi-degil-komur-karasi-boyle-kazanilir-ekmek-parasi

 

“İklim değişikliği (7): Yeryüzünün ciğerlerini sökmek”

https://gercekgazetesi1.net/uluslararasi/iklim-degisikligi-7-yeryuzunun-cigerlerini-sokmek

 

“İklim değişikliği (8): Kirleten temizlesin”

https://gercekgazetesi1.net/uluslararasi/iklim-degisikligi-8-kirleten-temizlesin

 


[*] Bilindiği gibi İngilizce bir deyim olan ve Türkçede henüz yaygın olarak kullanılan bir karşılığı olmayan bu terim “çevreye ilişkin konularda göz boyama operasyonu” anlamına geliyor.