İklim krizi: Düşman içeride, her bir ülkenin Tepedekileri ülkeleri ve insanlığı felakete sürüklüyor

iklim değişikliği mehmet bona

Dünya çok büyük bir krizin, bir iklim krizinin içinden geçiyor. Etkilerini her geçen gün artarak görmeye devam ettiğimiz bu krizden çıkış için gerekli tedbirleri hızla hayata geçirmezsek yaşanabileceklere dair ortaya konan bilimsel tahminler son derece iç karartıcı[1]. Bu yakıcı ve insanlığın geleceği adına son derece kritik sorunun çözümü için dünya çapında araştırmalar, toplantılar ve ülkeler arası konferanslar düzenleniyor. Bilindiği üzere fosil yakıtlar küresel iklim krizinin başlıca sebebi durumunda ama bu konferanslar genellikle ekonomisi fosil yakıt ihracatına dayanan veya fosil yakıt ihracatı ülke ekonomisi için hayati önemde olan ülkelerde gerçekleştiriliyor. 

Özellikle son yıllarda iklim değişikliği konferanslarına katılan ülkeler açısından bir iklim kriziyle karşı karşıya olduğumuz konusunda bir uyuşmazlık yok. Katılımcıların anlaşamadıkları nokta bu krizin çözümü için yapılması gerekenlerin ortaya çıkaracağı faturayı kimin ödeyeceği. Sungur Savran’ın 2021’de Glasgow’da düzenlenen COP26 toplantısının ardından Gerçek sitesinde yayınlanmaya başlayan sekiz yazıdan oluşan İklim Değişikliği yazı dizisinde daha önce detaylı şekilde izah ettiği üzere, emperyalist ülkeler faturayı gelişmekte olan ülkeler ve az gelişmiş ülkelere kesme peşinde, bu ülkeler de faturayı hasara esas sebep olana yani emperyalist ülkelere iade etme peşinde. 

Söz konusu Ukrayna’nın Rusya’ya karşı silahlandırılması veya İsrail’in Filistin halkına karşı etnik soykırımının desteklenmesi olunca kolayca bulunan finansal kaynak, iş insanlığın ortak faydasına hizmet edecek tedbirler olunca bir anda çözümü ertelenen karmaşık bir konuya dönüşüveriyor. 

Tüm bu olumsuz tabloya rağmen sera gazı salımı, küresel iklim değişikliği ve onun sonucu olarak karşı karşıya bulunduğumuz küresel iklim krizi dünya kamuoyunun gündeminde olmaya devam ediyor. Küresel iklim krizi üzerinde önemle ve titizlikle durulması gereken çok boyutlu bir sorun. Bu yazı 11-22 Kasım tarihlerinde Bakü’de COP 29 adıyla düzenlenecek bu yılki İklim Değişikliği Konferansı’nın yaklaşmakta olması vesilesiyle konunun genellikle gözden kaçan farklı bir boyutu üzerine duracak.

Küresel iklim krizi de sınıfların mücadele alanı!

Burjuvazi ve emperyalizm ne zaman tekil olarak toplumları veya genel olarak insanlığı bir girdaba sürüklese problemin hepimize ait olduğu, bu işten hep birlikte çıkabileceğimiz dolayısıyla bir acı reçete varsa hepimizin içmesi, ödenecek bir bedel varsa hepimizin eşit bir şekilde ödememiz gerektiği fikrini yayar. Kulağa ne kadar doğru geliyor; mademki iklim krizinde her bir insanın sorumluluğu az çok eşit, o zaman bedelini de az çok eşit ödemeliyiz. Peki, gerçekten öyle mi? Yani, iklim krizi sınıflar üstü bir konu mu, sınıfsal bir yanı yok mu? Lafı hiç uzatmadan cevap verelim. Küresel iklim krizi de tıpkı insanlığın bugün karşı karşıya olduğu pek çok sorun gibi sınıfsal bir meseledir. Çözümü için sınıfsal bir bakış açısı ve eylem planı gereklidir.

Aşağıda sıralayacağımız örnekler, dünya çapında faaliyet gösteren Oxfam yardım kuruluşu, dünyaca meşhur Guardiangazetesi ve Uluslararası Enerji Ajansının (UEA) paylaştığı çeşitli verilerden derlendi[2]. Derlediğimiz veriler, bu yazı boyunca Tepedekiler olarak adlandıracağımız, dünya nüfusunun yüksek gelire sahip %10’unu oluşturan azınlığın sera gazı salımının esas sorumlusu olduğunu, bu durumun tekil ülkeler için de geçerli olduğunu açık şekilde ortaya koyacak. Başlarken belirtelim Tepedekiler kavramı ülkeler arası ilişkiler söz konusu olduğunda emperyalist ülkeleri, her bir ülke söz konusu olduğunda ise genel olarak burjuvaziyi veya ülkenin durumuna göre gelir düzeyi yüksek, varlıklı küçük burjuvaziyi ifade ediyor olacak.

İklim krizinin sebebi nüfusun %10’unu oluşturan Tepedekiler

Tepedekiler dünya nüfusunun en fakir %10’undan 40 kat fazla karbon salımına sebep oluyor. Tepedekiler tüm dünyada gerçekleşen tüm karbon salımının yarısına sebep oluyor. Tek tek ülkelere baktığımızda da çok farklı bir manzara yok. ABD, İngiltere ve Japonya’da Tepedekilerin karbon ayak izi bu ülkelerin en yoksul %10’unun karbon ayak izinin 15 katı. Çin, Güney Afrika, Brezilya ve Hindistan’da Tepedekiler en yoksul %10’dan 30-40 kat daha fazla karbon salımı gerçekleştiriyor. ABD ve Çin’de Tepedekilerin karbon salımı nüfusun %70’inin yaptığından fazla. Afrika’da Tepedekilerin karbon ayak izi nüfusun kalan %90’ınınkine eşit. Küresel iklim krizi hepimizin sorunu ama insanlığı yok oluşa sürükleyecek olan bu krizin kaynağı hepimiz değiliz. Yani söz konusu iklim kriz olduğunda da her ülkenin ayrıcalıklı sınıflarıyla, işçileri emekçileri aynı gemide değil, aksine her bir ülkenin emekçi halkı Tepedekilerin kirlettiği sularda can vermemek için çırpınıp duruyor.

Bu rakamlar genel karbon salımı ve karbon ayak izi üzerine. Ulaşım, mobilya ve elektronik gibi daha özel kullanıma ait verilere de bakabiliriz. Tepedekiler ulaşım alanında en fakir %10’dan 20-40 kat daha fazla karbon salıyor. Amerika ve Kanada’da ulaşım söz konusu olduğunda Tepedekiler nüfusun %70’i kadar karbon salıyor. Bu veriler gösteriyor ki karbon salımına esas sebep olan alanlarda herkese “eşit” sorumluluk yükleyen genel bir kısıtlama yapmak yerine sorunun esas kaynağına yönelik tedbirler almak ancak sonuç verebilir. Karbon salımındaki eşitsizliğin temelinde sınıfsal eşitsizlik, üretim araçları üzerindeki mülkiyet eşitsizliği olduğu gerçeğini ıskalayan, görmezden gelen yaklaşımların başarı şansı bu sebeple yok.

Mobilya ve elektronik kullanımı kaynaklı karbon salımına bakınca Tepedekiler dünya nüfusunun en fakir %10’undan 20-50 kat fazla karbon salıyor. Güney Kore’de Tepedekiler kendinden sonra gelen %10’luk dilimin bile 2 katı karbon salıyor. Daha da çarpıcı bir tespit Hindistan ve Endonezya gibi daha fakir ülkelerden geliyor. Bu ülkelerde yoksul nüfusun en fakir %10’u ulaşım sebebiyle, mobilya ve elektronik ürünler satın almak suretiyle hiçbir karbon salımına sebep olmuyor. Bu alandan elde edilen veriler çok daha çarpıcı çünkü özellikle Hindistan ve Afrika gibi ülkelerde mobilya ve elektronik tüketimi alanlarında yoksullara getirilecek kısıtlamaların iklim krizine katkısı tam olarak sıfır.

Bu tespitler sebebiyle ülkeler arası uçurumu unutmadık. Sungur Savran’ın daha önce Gerçek sitesinde yayınlanmış olan yazı dizisi ülkelerin arasındaki ekonomik uçurumun küresel ısınmanın bugün geldiği seviyeye nasıl farklı ölçeklerde etki yaptığını ortaya koymuştu. Bu yazıda esas amacımız başka bir yere dikkat çekmek olsa da emperyalist ülkelerle emperyalizme tabi ülkeler arasındaki uçurumu gösteren bazı verileri paylaşmakta fayda var. UEA verilerine göre ABD nüfusunun en yoksul %10’u hâlâ Hindistan nüfusunun %90’ından büyük bir karbon ayak izine sahip. Üstelik dünya çapında Tepedekileri oluşturan yaklaşık 700 milyon insanın 3’te 2’si yüksek gelire sahip ülkelerde yaşıyor.

% 1’lik kesimi de unutmayalım. Dünya nüfusunun en zengin %1’i en fakir %66’lık nüfustan daha fazla karbon salımına sebep oluyor. En zengin %1’lik kesimden birisinin 1 yılda gerçekleştirdiği karbon salımını, nüfusun %99’unun içinde yer alan birisi ancak 1.500 yılda gerçekleştiriyor.

Küresel iklim krizinin çözümüne nasıl yaklaşmalıyız?

Küresel iklim değişikliği ve bu değişimin öncül sebeplerinden biri olan karbon salımının kontrol altına alınması ve azaltılması hayati öneme sahip. Fakat bunu başarmak için ortaya çıkacak faturayı herkese eşit şekilde kesmek, geneli hedefleyen düzenlemeler yapmak sonuç almamızı imkânsız hale getirecektir. Yukarıdaki örneklerden de gördüğümüz üzere karbon salımında farklı gelişmişlik düzeyine sahip ülkelerin ve her bir ülke içinde de farklı gelir düzeyine sahip olanların etkisi aynı değil. Yani, genel bir düzenleme hem adil değil hem de sonuca giden yol değil. Üstelik Fransa’nın Sarı Yelekliler hareketinde gördüğümüz gibi düşük gelire sahip olanların bir kısmı gelirleri yetmediği için çalıştıkları yerden uzakta yaşamak ve bu mesafeyi kat ederken de fazladan karbon salımı yapmak zorunda. Vergileri arttırmak gibi genel düzenlemeler bu durumu ortadan kaldırmayacağı için karbon salımını azaltmaya yaramaz ancak bu insanların yaşam kalitesini düşürür ve haklı bir tepkinin ortaya çıkmasına sebep olur.

Oysa basit bir örnek, hedef gözeterek yapılacak düzenlemelerin nasıl etkin olabileceğini anlamamıza yardımcı olabilir. Dünya Eşitsizlik Veritabanı tarafından yayınlanan rapora göre 100 milyon dolar veya üzeri varlığa sahip çok küçük bir azınlığa uygulanacak artan oranlı vergi düzenlemesiyle, yıllık 295 milyar dolar vergi toplamak mümkün. Üstelik bu rakam yaklaşık olarak insanlığı küresel iklim değişikliğinin artan etkilerinden koruyabilmek için gerekli olan rakama denk düşüyor.

Demek ki yapılacak düzenlemeler hedef gözetmek zorundadır. Bu yapılırken de kimin ne kadar karbon saldığına ve bunun ne kadarının zorunlu olduğuna bakılmalıdır. İnsanlık olarak, küresel iklim değişikliğini kontrol altına almak için gerekli müdahaleyi yapacak kapasiteye de maddi imkânlara da sahibiz. Esas mesele karar alıcı siyasetin de maddi imkânların da tüm insanlığın elinde değil, çok küçük bir azınlığın elinde toplanmış olması. Bu da bize bir kez daha gösteriyor ki iklim krizi de dâhil olmak üzere insanlığın önündeki büyük sorunları, bu sorunların sınıflarla olan ilişkilerini göz ardı ederek çözme şansımız yok.

Ne yapmalı?

İklim kriz ve küresel iklim değişikliği üzerine daha önce Gerçek sitesinde yayınlanan yazıların bir listesini bu yazının sonunda tekrar veriyoruz. Bu yazıların bir defa daha okunması konunun anlaşılması için son derece faydalı olacaktır. Tüm bu yazıların içeriğine dair bir genel değerlendirme yapmak, çözüm yoluna dair yol haritasını okumakla başlayalım.

İklim değişikliği ve bunun olası tehlikeleri bilimsel olarak ortaya konmuş, olumsuz etkileri ilk elden deneyimlenmeye başlamıştır. Tehlike büyük ve yakındır. İnsanlığın bugüne kadar karşılaştığı ve bir şekilde baş edebildiği tüm büyük sorunlar gibi insanlığın kurtuluşu iyi niyet ve birlikte hareket etme temennileriyle çözülmemiştir, bu sorun da bu şeklide çözülemez.

İklim değişikliğiyle baş etmenin bir faturası olacaktır. Bu faturanın ödenmesi konusunda hem farklı uluslar arasında hem de ulusların içinde farklı toplumsal katmanların çatışan çıkarları olduğu göz önüne alınmalı, çıkarları mevcut düzenin devamında olanlara karşı mücadele etmek üzere hazırlık yapılmalıdır.

Mevcut düzen içinde yer alan ve meselenin çözümüne dair tedbir almaya yeltenen bir kesimin de birtakım hazırlıklar yaptığını görebiliyoruz. Ancak bu kesimin, gerekli düzenlemeleri yapmak için ortaya çıkacak faturayı toplumun büyük kesiminin çıkarlarına dokunacak, ancak Tepedekileri mümkün olan en üst seviyede koruyup kollayacak şekilde tasarlayacağının farkında olmak gerekiyor.

Dolayısıyla, iklim değişikliğiyle mücadeleyi sınıf mücadelesinin bir parçası olarak idrak etmek ve bu amaçla bir program ve stratejiye sahip olmak zorundayız. Ulusal temelleri olan uluslararası bir sorunun çözümü için, ulusal düzeyde ve dünya çapında oluşturulacak bir mücadele aygıtına yani bir devrimci partiye ve onun dünya çapında bir çatı örgütüne, bir Enternasyonal’e ihtiyaç var. İşte bu yapı ve yapıların benimseyeceği program ve strateji hayati öneme sahiptir.

Gerek önceki yazılarda ve gerek bu yazıda özel olarak altını çizdiğimiz nokta şudur küresel iklim değişikliğinin esas sorumlusu bellidir; Tepedekiler. Bu sebeple ortaya çıkacak maliyet de onlara fatura edilmelidir. Aksi bir uygulama hem sorunun çözümüne katkı sunmaz hem de tam aksi yönde bir tepkiye sebep olabilir. Bu yüzden derhal bütün ülkelerde ağır bir servet vergisi hayat geçirilmelidir.

Ancak esas mesele tüketimde değil üretimdedir. Bu sebeple üretimin karbon salımını azaltıcı şekilde düzenlenmesi kaçınılmaz bir zorunluluktur. Bunun hayat geçirilebilmesi için de kâr amaçlı üretim yapan dev petrol şirketleri karşılıksız olarak ve işçi denetiminde kamulaştırılmalıdır. Kamu hâkimiyeti olan ancak birer piyasa aktörü gibi işletilen petrol şirketleri de tam kamulaştırmaya tabi tutulmalı ve işçi denetimine alınmalıdır. Burada şeyhlik ve emirlikler elinde bulunan işletmelerde bunun başarılabilmesi için de bu yapıların yıkılması bir ön koşul olarak ortaya çıkmaktadır.

Sadece karbon salımını azaltmaya yönelik tedbirler yeterli değildir. Bunun yanında rehabilite edici tedbirler de hızla hayat geçirilmelidir. Yani, ormansızlaştırma faaliyetleri derhal ve koşulsuz olarak durdurulmalıdır. Belirlenmiş orman arazilerinde madencilik, tarım, hayvancılık, tomrukçuluk, konut yapımı ve turizm faaliyetleri üzerinde mutlak yasak getirilmelidir. Maden faaliyetlerinin durdurulması konusunda yine öncelik emperyalist ülkelerin madenlerine verilmeli, yoksul ve ekonomisi buna bağlı ülkelerde ancak ekonomik çöküşe karşı tedbirler alındıktan sonra hayata geçirilmelidir. Ortaya çıkacak işsizlik sorunu aynı bölgede benzer gelire sahip işler yaratılarak çözülmelidir.

Rehabilite edici çalışmalarda sadece ormansızlaştırmayı durdurmak yetmez. Yeniden ormanlaştırma çalışmalarına kaynak aktarılmalıdır. Yukarıda sayılan faaliyetler sebebiyle kaybedilen alanların yeniden orman olarak kazanılması sağlanmalıdır. Ortaya çıkacak maliyet ormansızlaştıran ödesin ilkesiyle, tahribata neden olup, buradan kâr elde eden kapitalistlere ödetilmelidir. Yeniden ormanlaştırma faaliyetleri pek çok bölgede aynı zamanda ormanlık alanlarda yürürlüğe konulan faaliyet yasağı sebebiyle ortaya çıkacak işsizlikle mücadeleye karşı da kullanılacak bir araç haline getirilebilir. Bu alanlarda karbon salımına sebep olmayan, durumu tersine çeviren iş imkânları yaratılmış olur.

Finans sektörünün elindeki kaynakları karbon salımına sebep olan büyük petrol ve doğalgaz şirketleri yerine sera gazı etkisinin kontrol altına alınmasını sağlayacak enerji alanlarına yönlendirmek amacıyla her bir ülkede bankalar kamulaştırılmalı ve tek bir bankada birleştirilmelidir.

Yoksulları hedefleyen düzenlemelerin işlevsiz ve hatta zararlı olduğunu tekrar tekrar ortaya koyduk. Çözüm belli! Yoksul halkı daha da yoksullaştıracak her türlü düzenlemeye hayır! Lüks tüketimin belini kıracak bir uluslararası iklim vergisi.

Bu uluslararası vergiden toplanan paralar doğrudan doğruya yoksul ülkelere ihtiyaca göre dağıtılmalıdır. Bu sayede hem bu mücadele için gerekli olan ama bu ülkelerde bulunmayan finans kaynağı hem de hali hazırda iklim değişikliği sebebiyle ortaya çıkmaya başlayan değişikliklerle mücadelede kullanılacak bir kaynak yaratılmış olur. Ancak bu verginin tahsil edilmesi ve doğru yere ve tam miktarda ulaştırılabilmesi için çoğunluğu yoksul ülkelerin elinde bulunacağı bir Uluslararası İklim Vergisi Tarh ve Tahsilat Kurumu kurulmalıdır.

Tüm bu düzenlemeler yapılırken farklı ülkelerin farklı ve zorunlu ihtiyaçları olduğu göz ardı etmemek, ülkeler arasındaki açığı büyütecek değil kapatacak bir yaklaşıma sahip olmak gerekir. Bu amaçla özellikle yoksul Afrika ülkelerinde elektrifikasyon ihtiyacı olan bölgelerde enerji kullanımı açısından şimdilik en ufak bir kısıtlamaya gidilmemelidir

Yoksul ülkelerin uluslararası iklim vergisinden yararlanabilmesi açısından var olan dış borçları derhal ve bütünüyle silinmelidir. Ancak bu mücadele söz konusu ülkelerde “dış borcun reddi” şiarıyla yürütülmelidir.

Ne zaman yapacağız?

Durum kritik ve söz konusu tedbirlerin hızla hayata geçirilmesi en az önerdiğimiz tedbirlerin uygulanması kadar hayati bir öneme sahip. Genel çerçeveye bakıldığı zaman bu tür değişikliklerin mevcut koşullar altında hayata geçirilmesinin zorluğu kendini gösteriyor. Ancak bu, bizleri önce tüm dünyada kapitalizmin ilgası ve sonra gerekli düzenlemelerin yapılmasını talep etmek gibi bir yanılgıya düşürmemelidir. Evet, atılmak istenen her adımda mevcut düzen karşımıza tüm haşmetiyle ve engelleriyle çıkacaktır. Buna rağmen hiç vakit kaybetmeden bugünden, mevcut tüm güçlerin, bu talepler doğrultusunda hayata geçirilmesi, daha fazla alanda ve ülkede örgütlenmesi gerekmektedir. Diğer türlü bir aşamalı yaklaşım gerçekte hiçbir şey yapmayıp her şeyi zamanı belirsiz bir geleceğe havale etmekten başka bir anlam taşımaz.

Kim yapacak?

Bu alanda da elini taşın altına koymak ve inisiyatif almak yine sosyalistlerin ve kapitalist sistem dışında bir yapı kurmak isteyenlerin öncelikli vazifesi olacaktır. Buradaki mevcut güç hâlâ çok sınırlı durumdadır. Bu sınırlılığı aşmak aynı anda işleyecek iki yaklaşımla mümkün olabilir. Birincisi, doğru müttefikleri bulmak ve onları programa kazanmak. İkincisi ise yanlış müttefiklik ilişkileri kurmaktan kesin şekilde uzak durmak. Bu iki yol takip edilirken sınıfsal bakış açısı anahtarımız olacaktır.

Ulusal alanda, her ülkenin kendi dinamikleri, doğru ve doğal müttefiklerini belirleyecektir. Ancak Tepedekileri ve onların çıkarlarını korumak için yapılacak düzenlemelerden doğrudan veya dolaylı olarak zarar görecek olan işçi, emekçi kitlelerin ve onların örgütlendiği sendikaların ve derneklerin müttefik olarak görülmesi genel bir yaklaşım olarak benimsenebilir. Böyle bir yaklaşım, söz konusu kitlelerin örgütlendikleri yapıların, ülkenin burjuvazisi ile olan ilişkileri sebebiyle, çözülmesi gerek bazı sorunları ve bu sorunların çözülebilmesi için kendi ihtiyaçlarını doğuracaktır. Memleketimizden birkaç örnekle izah etmeye çalışalım.

İşçi ve emekçi kitlelerin özellikle mücadeleci geleneğe sahip sendikal örgütleri yani DİSK ve KESK, toplum tarafından belli bir saygınlığı olan meslek örgütleri TTB ve TMMOB iklim değişikliği ve onun yıkıcı sonuçlarına karşı mücadelede en önemli müttefikler olarak öne çıkacaktır. Ancak bu kurumların bu mücadelede etkin ve doğru bir rol oynaması için ülkenin hâkim sınıfları ve onun temsilcilerinden bağımsız bir mücadele hattını tutması gerekmektedir, bu aşılması gereken bir sorundur. Aşılması gereken bir diğer sorun bu örgütlerin özellikle “medeni Avrupa’nın” etkisiyle meseleye kimlik siyasetinin bakış açısıyla yaklaşma ve meselenin sınıfsal özünü ıskalama hastalığından mustarip olmasıdır. Bir de geleneksel olarak hâkim sınıfla ve onun temsilcisi olan devletle işbirliği geleneğine sahip olan Türk-İş ve Hak-İş gibi örgütler var. Bu örgütlerin yönetici kadroları ne kadar sınıf işbirlikçisi olursa olsun kitleleri doğası gereği bu pozisyonda değildir ve tek bir gün bile ara verilmeden yürütülecek bir mücadeleyle kazanılmalıdır. Böylesi bir mücadelede elbette en büyük sorumluluk hatta esas sorumluluk sosyalistlere düşer. Görev büyüktür ancak bu mücadelenin hakkıyla yerine getirilmesi aynı zamanda sosyalistler içinde gittikçe kök salmaya başlayan sınıf işbirliğine yatkınlık ve kimlikçilikle mücadele için de bir anahtar olabilir.

Uluslararası alanda ise doğal müttefik olarak elbette başta kara Afrika ve Güney Amerika ülkeleri olmak üzere küresel iklim değişikliğine karşı emperyalist reçetenin uygulanmasından doğrudan zarar görecek ülkelerin emekçileri ve yoksulları vardır.

Kimler doğal müttefikimiz sorusuna genel yaklaşım bu şekilde değerlendirilebilir. Bir de kimler bu mücadelede müttefikimiz olamaz ona bakmak lazım. Bu yazının amaçlarından bir tanesi bizim Tepedekiler olarak tarif ettiğimiz her ulusun küçük bir azınlığı ile kalan büyük çoğunluk arasında bir ittifak olamayacağını maddi temelleriyle ortaya koymaktı. Dolaysıyla bunu tekrar izah etmektense sadece hatırlatmakla yetiniyoruz. Her ülkenin Tepedekileri bırakın müttefik olmayı maddi koşullar sebebiyle her zaman karşı siperde yer alacaktır.

Dolaysıyla, her geçen gün daha da cisimleşen iklim krizine karşı mücadele, mülkiyet hakkı adı altında üretim araçlarına el koymaya karşı mücadeleden bağımsız düşünülemez. Üretim araçlarının kontrolünün bir avuç ayrıcalıklı insanın elinden alınıp tüm toplumun yararına kullanılması, tüm bankaların kamulaştırılarak tek bir banka halinde birleştirilmesi, enerji şirretlerinin bedelsiz kamulaştırılması gibi işçi sınıfının ve müttefiklerinin yani nerdeyse tüm insanlığım çıkarına olan düzenlemeleri ancak sosyalistler, devrimciler önlerine koyabilir. Ancak devrimciler ulusal düzeyde inşa ettikleri partiyi tek bir dünya partisi çatısı altında birleştirebilir ve bunu yapmalıdır. Tüm insanlığın refahını Tepedekilerin zevk-i sefasına karşı koruyacak bir programı, kimliklere bölünmeden, kafa karışıklığına düşmeden ve uluslararası bir alanda yapacak irade ve politik bilincin kaynağı burasıdır. Yapılacak çok iş, kurtarılacak bir dünya ve yok olma tehlikesiyle karşı karşıya bir insanlık var. Gün kolları sıvama, harekete geçme günüdür.


[1] Bu konuyla ilgili daha önce Gerçek sitesinde yayınlanan “Küresel İklim Değişikliği Raporu: İnsanlık kritik bir eşikte” başlıklı yazımız okunabilir. 

[2] Kaynaklara aşağıdaki linklerden ulaşabilirsiniz.