İklim değişikliği (8): Kirleten temizlesin
Bu yazı dizisinin başından itibaren iklim değişikliğinin esas nedeni olan karbon diyoksit ve diğer sera gazlarının salımında sorumluluk bakımından, dünya çapında bakıldığında ülkelerin emperyalist sistemdeki yerine bağlı olarak, tek tek ülkelerin içinde ise toplumsal sınıflar arasındaki uçuruma bağlı olarak büyük farklılıklar olduğunu vurguladık.
Bir kere, tarihî açıdan ileri kapitalist ülkelerin geç sanayileşmiş ülkelere göre çok daha fazla sera gazı salmış olduğunu anlattık. Ayrıca güncel olarak Çin ve Hindistan gibi ülkeleri dünyanın en çok sera gazı salımına yol açan ülkeler olarak sunan hesaplamaların bu ülkelerin nüfusunu gözlerden saklayarak toplamlar üzerinden çarpık bir tablo çizdiğini, esas ölçütün kişi başına düşen sera gazı salımı olması gerektiğini vurguladık. Nihayet bir ülkenin sermayesinin üretim faaliyetinin başka ülkelerde yaptırılması gerçeği göz önüne alındığında coğrafi açıdan ülkelerin sera gazı salımının yeniden hesaplanmasının ortaya çok farklı sonuçlar çıkarttığını hatırlattık: Örneğin Çin gibi dünyanın sınai ürünler atölyesi haline gelmiş ülkelerdeki sera gazı salımının bir bölümünün sorumluluğunun da bu ürünlerin çok büyük bir bölümünü kendi sermayesiyle ürettiren ve sonra da tüketen zengin ülkelere düştüğünü ortaya koyduk.
Şimdi dizinin bu yazısında iklim değişikliğinin sorumluluğunun her bakımdan ne kadar eşitsiz dağıldığını bu konuda yapılmış bir araştırmayı okurumuza aktararak çarpıcı veriler temelinde anlatacağız. Araştırma 1990-2020 yılları arasındaki 30 yıllık dönemi kapsıyor, bu dönemin dünya çapında gelir dağılımı ve sera gazı salımına ilişkin istatistiklerinden derlenmiş. Yazarı Lucas Chancel. Başlığı “Climate Change and the Global Inequality of Carbon Emissions 1990-2020”. Yani “İklim Değişikliği ve Karbon Salımının Küresel Çapta Eşitsizliği 1990-2020”.
Doğrusunu söylemek gerekirse, okumakta olduğunuz yazıda bizim katkımız hemen hemen yok. Biz çok yakın dönemde yapılmış ve yayınlanmış olan bir araştırmanın bulgularını okurlarımıza özet biçimde aktarmakla yetineceğiz. Yani bir bakıma sadece araştırmanın yayınlandığı dil (İngilizce) ile kendi dilimiz (Türkçe) arasında çevirmenlik görevini yerine getireceğiz. Bunu, yapmaya değer buluyoruz çünkü yapılan araştırma ortaya çarpıcı bulgular koyuyor. Bu bulgular, bizim bir sonraki yazımızda yapacağımız politik yönelişe ilişkin önerilerin (bu dizinin daha önceki yazılarında ifade edilmiş teşhis ve görüşlerle birlikte) temeli olarak iş görecek.
Özete girişmeden önce bir noktanın altını çizelim. Bu yazıda ana kaynağımızı oluşturan araştırmayı yapan bilim insanı katiyen Marksist veya komünist değil. Bağlı olduğu kurum zaten epeyce liberal bir kurum izlenimi yaratıyor. World Inequality Lab (Dünya Eşitsizlik Laboratuvarı) adını taşıyan kurumun bağlı olduğu Paris School of Economics, adıyla, liberal görüşlerin hâkim olduğu London School of Economics’in (yani LSE’nin) bir taklidi gibi görünüyor. Ayrıca, yazarın ulaştığı çok büyük eşitsizliği ortaya koyan sonuçlara rağmen tavsiyeleri içinde komünist bir bakış açısına yaslanan veya radikallik gösteren hiçbir tutum yok. Dört tavsiyesi arasında ikisi sadece bilgilendirme ile ilgili (izleme ve raporlama), diğer ikisi de vergilendirmeye ve gelir kalemlerinin özel kullanımlara tahsis edilmesine ilişkin. Yazar her iki enstrümanı da (servet vergisi ve iklim değişikliğini durdurmak amacıyla ayrılacak tahsisat gibi yöntemlerle) iklim değişikliğine karşı mücadelenin yükünün düşük gelirli grupların sırtına yüklenmemesi yolunda kullanılmasını öneriyor ama görüldüğü gibi bunlar kendi başlarına çok sert veya radikal tedbirler değil.
Yani bu eşitsizlikleri ortaya koyan araştırmacı bütün bunları komünistlere atfedilebilecek yargılarla öne sürmüyor.
Bizim verilerin sunuluşuna tek katkımız, bazı sınıfsal gerçekleri, üstelik hakkında önyargılar olan gerçekleri bu veriler sayesinde vurgulamak olacak.
Bunu söyledikten sonra şimdi araştırmanın özet bulgularına geçebiliriz.
Görülmemiş bir eşitsizlik
-
Her şeyden önce, dünya çapında ele alındığında, sera gazı salımında en yüksek paya sahip olan yüzde 10 nüfus, kişi başına 31 ton CO2 salmaktadır ve dünya çapında toplam CO2 salımının yüzde 48’inden (yani kabaca yarısından) sorumludur. Buna karşılık, en az salıma yol açan yüzde 50 nüfus dünya çapında toplam salımın yüzde 12’sinden sorumludur. Bunlar kişi başına 1,6 ton CO2 salmaktadır. Dikkatli okur en yüksek salımdan sorumlu olan yüzde 10’un en düşük salımdan sorumlu yüzde 50’nin ortalamasının kabaca 20 katı (1,6 tona karşı 31 ton) salımda bulunduğunu fark etmiştir.
-
Bu yüzde 10, 30 yıllık araştırma döneminin son yılında (2020) kabaca 770 milyonluk bir nüfusa tekabül eder. Dikkat edilirse, bu sayı, dünyanın zengin ülkeleri olarak anılabilecek olan ABD, AB, Britanya, Kanada, Avustralya, Yeni Zelanda, petrol üreticisi şeyhlikler vb. nüfusundan çok daha düşük bir rakamdır. Sadece ABD (325 milyon) ile AB’nin (450 milyon) toplam nüfusu kabaca 770 milyona eşittir. Ayrıca, başka her ülkede toplumun en üst katmanları da yüksek salım yapan nüfus kesimine girer. Yani gerçekte yüzde 10’u oluşturan nüfusu ABD türü “refah toplumları”nın halkı ile katiyen özdeşleştirmemek gerekir. Bizde genel eğilim ABD’nin yoksul halkını veya AB’nin işçi sınıfını en zenginler arasında görüp bu toplumların kendi içlerinde sınıflara bölündüğünü unutmak olduğu için böyle bir hata yapılabilir. Hayır, bu yüzde 10 en başta zengin emperyalist ülkeler olmak üzere bütün ülkelerin büyük burjuvazisinden, onun ajanlarından ve onun düzeninde “yolunu bulmuş” sınıf ve katmanlardan oluşmaktadır. Amerikalı ya da Avrupalı yoksul katmanlar katiyen bu yüzde 10’un içinde değildir.
-
En üstteki yüzde 10 ile en alttaki yüzde 50’nin arasındaki uçurum kendi içinde ne kadar çarpıcı olursa olsun, en tepedeki yüzde 1’in CO2 salımı göz önüne alınınca insan sarsılabilir. Bu tepedeki yüzde 1 CO2 salımının yüzde 17’sine katkıda bulunmaktadır. Yüzde 1’in yüzde 17’sini en alttaki yüzde 50’nin yüzde 12’siyle karşılaştırırsanız eşitsizliğin ne ölçülerde olduğunu anlarsınız. Bu en üstteki yüzde 1, her yıl kişi başına 110 ton CO2 salımına neden olur. En alttaki yüzde 50 için bu rakamın kişi başına 1,6 ton olduğu hatırlanırsa alttakilerin salımının tepedeki yüzde birin yüzde bir buçuğu olduğu anlaşılır. Tersinden bakarsak, tepedeki yüzde 1 alttaki yüzde 50’ye göre kişi başına yaklaşık 70 defa daha fazla CO2 salımına neden olmaktadır.
-
Eşitsizliğin bir kaynağı ülkeler ve bölgeler arasındaki farktır. Örnek olarak, ABD’de her birey ortalama olarak 20 ton, AB ülkelerinde 10 ton, Çin’de 8 ton, Güney ve Güneydoğu Asya’da 2,6 ton, Kara Afrika’da (ya da Sahraaltı Afrika’da) ise 1,6 ton salımdan sorumludur.
-
Ancak Çin’de yapılan üretimin önemli ölçüde zengin ülkelerde tüketildiği hatırlanırsa Çin’in kişi başına CO2 salımı yüzde 20 düşmektedir, yani 6,4 ton civarındadır. Bu, Kara Afrika için de geçerlidir. Orada ithalat-ihracat hareketleri hesaba katıldığında, kişi başına salım 1,4 tona kadar düşmektedir.
-
Tarihî olarak bakıldığında ise Amerika ile Avrupa bütün salımların yarısından sorumludur. Çin’in sorumluluğu sadece yüzde 12, Kara Afrika’nınki ise sadece yüzde 4’tür. (Kara Afrika’nın bugünkü nüfusu 1,2 milyar olduğundan bütün Avrupa kökenli dünya nüfusundan fazladır. Ama salımda payı bu kadardır.)
-
Araştırmanın en önemli bulgularından biri, ülkeler arasındaki farklar ne kadar önemli olursa olsun, ülke içi farklılıkların daha da büyük olduğudur. Bu genel olarak ileri sürülen görüşlere aykırı düşmektedir. Yani bu araştırmaya göre sınıf farkları ülkeler arası farklardan daha büyük ağırlık taşımaktadır.
-
Burada altı kalın çizgilerle çizilmesi gereken bir konu şudur: ABD, Britanya, Avrupa Birliği gibi zengin ülkelerde nüfusun alt yüzde 50’sinin karbon salımı, daha şimdiden, uluslararası toplantılarda ve bilimsel raporlarda 2030 için saptanmış hedefler düzeyinin altındadır. Yani zengin ülkelerin işçi sınıfının büyük kesimleri ve yoksulları zaten iklim değişikliğini durdurmak için nasıl yaşanması gerekiyorsa öyle yaşamaktadır. Bu bulgu, “tüketim toplumu” olarak anılan çılgınlığın zengin ülkelerde bütün topluma yayılmış olduğuna dair önyargılara açıkça meydan okumaktadır.
-
Eşitsizlik şimdiden çok yüksektir ama günbegün artmaktadır da. 1990’dan itibaren hesaplandığında en tepedeki yüzde 1’in salımları daha da artmıştır. Bunun temelindeki nedenler gelir dağılımının bu 30 yıl içinde çok daha radikal biçimde bozulması ve en üst yüzde 1’in faaliyetlerinde karbon içeriğinin yükselmesidir.
-
Buna karşılık, en alttaki yüzde 50’nin 1990’dan bu yana CO2 salımı düzeyi çok az artmıştır: kişi başına 1,2 tondan 1,6 tona. En alttaki yüzde 50’nin salımı bugün dünya ortalama CO2 salım düzeyinin dörtte birinden daha azdır. Çok çarpıcı olarak dünya nüfusunun en yoksul bir milyarı yılda 1 tonun altında salıma yol açmaktadır. Yani en zengin yüzde birin yüzde birinden bile az!
Deli misiniz? Yoksa edepsiz mi?
Bir petrol baronunun ya da şeyhinin yol açtığı salımın, yüzde 1’in yılda 110 tonluk ortalama salımının da daha üzerine çıkacağı açık. Yani o ortalama bile büyük farklılıkları gizliyor. En alttaki bir milyar insan ise (dünya nüfusunun sekizde biri) yılda ortalama 1 ton bile CO2 salmıyor.
Şimdi ülkeler, bölgeler ve sınıflar arasında hiçbir ayrım yapmadan “haydi karbon salımını azaltalım” diyerek herkese eşit sorumluluk düştüğü fikrini yayanlara soruyoruz: Kaçırdınız mı? Deli misiniz? Yoksa sadece öyle görünerek pişkinliğe mi vuruyorsunuz?