Hasta la victoria siempre, Comandante Sinan!
Ve ben
o günden
çok daha sonra:
sağ kalırsam eğer,
şehrin meydan kenarlarında yaslanıp
duvarlara
son kavgadan benim gibi sağ kalan
ihtiyarlara,
bayram akşamlarında keman
çalacağım...
(Nâzım Hikmet, 1930)
Daha sonra eşi olacak olan Şirin Yazıcıoğlu’na (Cemgil) 13 Mart 1968’de yazdığı bir mektupta Nâzım’ın “Belki Ben” şiirinin yukarıdaki mısralarını aktarıyor Sinan. Ama kendisi ne “son kavga”yı gördü, ne de ardından ihtiyarladı. Tam tersine, şairimizin çok sonraları, 1948’de hapishanede yazdığı o muhteşem “Yaşamaya Dair” şiirinde tasvir edilen kişi oldu:
“Diyelim ki, dövüşülmeye değer bir şeyler için,
diyelim ki cephedeyiz.
Daha orda ilk hücumda, daha o gün
yüzükoyun kapaklanıp ölmek de mümkün.
Tuhaf bir hınçla bileceğiz bunu,
fakat yine çıldırasıya merak edeceğiz
belki yıllarca sürecek olan savaşın sonunu.”
Sinan kelimenin gerçek anlamıyla “daha ilk hücumda” hayatını yitirdi. 31 Mayıs 1971’de. Ondan önce ölenler yok muydu devrim mücadelesinde? Vardı elbette. Nisan 1968’de Antalya’nın Elmalı köylülerinin, topraklarını işgal eden ağanın adamlarına karşı yardım çağrısı üzerine gece yarısı dört arkadaşıyla arabaya atlayıp yola çıkan ama yaşanan kazada hayatını yitiren Can Savran vardı. Ağabeyim. Temmuz 1968’de devrimci gençlerin Amerikan 6. Filo’sunun askerlerini Dolmabahçe’den denize döktüğü olayda polisin İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu yurduna yaptığı baskın sırasında pencereden atarak ölümüne yol açtığı Vedat Demircioğlu vardı. Eylül 1969’da İstanbul Üniversitesi Talebe Birliği seçimlerinde devrimci kampa destek vermek için İstanbul’a gitmiş olan Ankara ekibinde bulunan ve gündüz gözüne Beyazıt Meydanı’nda alenen polis kurşunuyla katledilen Taylan Özgür vardı. 1969-1970’te Filistin’de İsrail’e karşı savaşırken düşmüş olanlar vardı. 1970 yılında ODTÜ’de baskınlar sırasında öldürülenler vardı. Belki şu anda hatırlayamadığımız bir-iki kişi daha vardı. Onlar da emperyalizme ve kapitalizme karşı, yani “dövüşülmeye değer bir şeyler için” mücadelede hayatlarını yitirmişlerdi.
Sinan’ı onlarda ayıran, Türkiye’de 1968 kuşağı içinde “cephede” ölen ilk ekipten olmasıdır. Sinan, Kadir Manga ve Alparslan Özdoğan ile birlikte Nurhak dağlarında Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu’nun (THKO) gerillası adına jandarma birlikleri ile daha ilk çarpışmada hayatını yitirdi. Doğru anlıyorsak THKO’nun Hüseyin İnan’la birlikte en önde gelen iki önderinden biriydi. Çarpışan ekibin de komutanıydı. Şayet o savaş, diyelim örnek olarak o dönemin bütün devrimci gençlerinin düşlerini süsleyen Küba’da olduğu gibi başarıya ulaşsaydı, “Comandante Fidel” veya “Comandante Che” gibi anılacaktı. Ama “daha orda ilk hücumda” hayatını yitirdi. Yıllardır birlikte mücadele etmiş olduğu bazı arkadaşları ise onlardan ayrı olarak Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi’nde (THKP-C) örgütlenmişlerdi. O hareketin önderlerinden Hüseyin Cevahir ise hemen ertesi gün, İstanbul Maltepe’de Mahir Çayan ile birlikte kuşatıldığı bir evde çarpışırken polis tarafından vurulup ölecekti. Ölümün ipini ilk göğüsleyen, burun farkı ile Sinan ve yoldaşları olmuştu.
Bugün Sinan ve yoldaşlarının ölümünün günü gününe 50. yıldönümü. Modern Türkiye’nin doğuşunun, Millî Mücadele’nin, cumhuriyetin kuruluşunun, burjuva devriminin fırtınalı yıllarının 100. yılı kuşağına 2018’den beri girmiştik. Türkiye topraklarında sosyalist devrimin “bir ihtimal” haline geldiği çağın 50. yılına ise geçtiğimiz Haziran ayında girdik. 15-16 Haziran 1970, Türkiye’nin proleter devrimleri çağına girişiydi, koşarak, heyecanla, kulakları sağır eder biçimde. Elbette ondan evvel neler olmuştu neler! Türkiye İşçi Partisi vardı, DİSK vardı, muazzam bir grev dalgası vardı, toprak mücadelesi, üretici mitingleri vardı, “Doğu mitingleri vardı”, öğrencilerin 1968’i vardı. Ama hepsi devrime hazırlıktı, devrim kuşağı 15-16 Haziran’da başladı. Gerisini bütün 50. yıldönümlerinde konuşacağız. Sinan ve arkadaşları, dünyadaki mücadelelerin yarattığı ilhamla gerilla mücadelesine yöneldiler, mücadeleyi pratik olarak başlattıklarında ise Türkiye artık 15-16 Haziran’ın cazibe alanına girmişti.
1970-71 yıllarında örgütlerini kurarak fiilen mücadeleye giren gençlik liderleri, artık “devrimci gençler” değildi. Türkiye’de bu insanların hâlâ “gençliğin önderleri”, “1968 kuşağı”, Deniz, Hüseyin, Yusuf söz konusu olduğunda “üç fidan” ve benzeri nitelemelerle anılmaları yanlıştır. Bu kahraman kuşak, THKO’yu ve THKP’C’yi, bir de İbrahim Kaypakkaya önderliğinde TKP-ML/TİKKO’yu kurduğunda artık “devrimci gençler” olmaktan çıkmıştır. Onlara böyle yaklaşmak Marksizmin devrimi ve devrimciliği de bilimsel bir yöntemle ele alan tutumuna aykırıdır. Onlar artık “devrimci gençler” değildir. “Genç devrimciler”dir. Daha doğrusu, devrimci örgüt önderleri, kadroları, militanlarıdır. Mahir ve Sinan, her ikisi de hayatlarını yitirdiklerinde 26 yaşındaydılar. 26 yaşında Trotskiy Petrograd İşçi Sovyeti’nin başkanı olarak modern tarihin gördüğü en büyük devrimlerden olan 1905’in önderlerinden biriydi. 26 yaşında Fidel Moncada Kışlası’na saldırısında, başarılı olamasa da Küba devriminin ilk eylemini başlatan önderdi. Kimse ne Trotskiy’e ne Fidel’e “devrimci gençler” gibi neredeyse küçültücü bir etiket takmamıştı.
Bu kahramanlar Türkiye’de sosyalizm mücadelesinde yepyeni bir çığır açan üç örgütün önderleriydi. TKP’nin Mustafa Suphi’lerin katlinden sonra adım adım girdiği, burjuvazinin peşine takılan ve oradan oraya sürüklenen siyasi hattından kopma gibi dev bir atılımın başlatıcısı onlardı. Yani girişimleri başarısızlığa uğradı ama Türkiye tarihine koca harflerle yazıldı. Bir gerilla önderi kazandığında “Komutan”, yenildiğinde “gençlik önderi” olarak anılamaz. Marksistler tarihi galiplerin gözünden değil, ezilenlerin, sömürülenlerin, horlananların gözünden yazar. Öyleyse Sinan ve onun kuşağından “gökleri fethe” çıkmış bütün arkadaşları, devrimci örgütlerini kurdukları ve harekete geçtikleri aşamadan sonra artık “devrimci önderler” olarak anılmalıdır.
Anti-emperyalizmin alevi ODTÜ’yü kavuruyor
Dedim ya, Mister Dalles,
herhalde bütün bunları sizden gizlediler.
Ucuzdur vardır illeti.
Hani şaşmayın,
yarın çok pahalıya mal olursa size
bu 23 sentlik asker,
yani benim fakir, cesur, çalışkan milletim,
her millet gibi büyük Türk milleti.
Nâzım Hikmet, “‘23’ Sentlik Askere Dair”, 1953
“Biz ODTÜ’de sadece üç kelime İngilizce öğrendik: ‘Yankee go home!’”
Sinan Cemgil
Sinan 1964’te Ortadoğu Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi’ne geldiğinde Türkiye artık sarsıntılı bir döneme girmişti, neredeyse bütün bir öğrenci gençlik kuşağı toplumsal bir sorumluluk duygusuyla ve daha sonra giderek devrimci bir ruhla gelişmenin içine girmişti. Bunda hem 27 Mayıs öncesi dönemde Menderes hükümetinin baskısına karşı ayağa kalkan gençliğin mirası etkiliydi; hem Türkiye 1960’lı yıllarda işçi mücadeleleriyle sarsılmaya başladığı için toplumsal bir uyanış bunu izliyordu; hem de dünya çapında 1968’e giden yolda Küba devriminden ABD siyahilerinin “medeni haklar hareketi”ne, Cezayir savaşı ve devriminden Vietnam’ın kahraman savaşına kadar yaşananlar gençliği elektriklendiriyordu. Sinan Türkiye’nin en devrimci üniversitelerinden biri haline gelen (bugün, yarım yüzyıl sonra dahi o geleneğin, sadece nostalji düzeyinde bile olsa izlerini taşıyan) ODTÜ’nün en devrimci fakültelerinden biri haline gelen Mimarlık’ta çelik gibi yetişecekti.
ODTÜ üzerinde biraz durmak gerekiyor çünkü bu üniversitenin devrimcileşmesi Türkiye sol hareketine mesela Ankara Siyasal’ın veya İstanbul’da İTÜ’nün ve İstanbul Üniversitesi’nin (üçü de çok önemliydi) devrimcileşmesine göre bambaşka bir karakter taşımıştır. ODTÜ Türkiye’nin neredeyse “Amerikan uşağı” haline getirildiği Menderes döneminde, Türkiye’nin NATO’ya üye olduğu 1952 yılından dört, Nâzım’ın ABD Dışişleri Bakanı John Foster Dulles’a (Dalles) cevaben yukarıda bazı mısralarını aktardığımız şiirini yazdığı 1953 yılından üç yıl sonra, neredeyse bir ikinci Robert Kolej üniversitesi gibi ABD tasarımı ve parasıyla kurulmuş bir üniversite idi. Amerikan okulu ama Türk devlet okulu. Devlet okulu ama öteki devlet üniversitelerinden farklı olarak Amerikan özel üniversite modeline uygun olarak bir “Mütevelli Heyeti” tarafından yönetiliyor. Rektörü, dekanları falan bu heyet atıyor. Çelişki içinde çelişki içinde çelişki.
İşte Amerika’nın Türkiye’nin başkentinde kendine hizmet edecek uysal kadrolar yetiştirmek için para saçtığı bu üniversite, 12 Mart öncesinde de, 1970’li yıllarda da bir devrim üssü olarak iş görecektir. Burada bir ironi falan yoktur, diyalektik gelişme yasaları vardır. ABD ve onun Türkiye’deki temsilcileri, 1968 kuşağı devrimcileşirken artık Türkiye’nin iplerini eline almış olan “Morrison Süleyman” (Demirel) ODTÜ’yü Amerikan üniversitesi olarak muhafaza etmek istedikçe, dünya çapındaki anti-emperyalist yükselişin zaten etkisi altına girmeye başlamış olan genç kuşaklar arasında ODTÜ en öne geçmiştir. Bir bildiride öğrenciler ODTÜ’yü “çiftlik”, ABD’yi “ağa”, rektör Kemal Kurdaş’ı “vekilharç”, öğrencileri de “maraba” olarak adlandırıyordu. Rektörlük binası yıllarca “Beyaz Saray” olarak anılmıştır. 1969 baharındaki büyük işgal hareketi ODTÜ için “Bu Amerikan üssü ele geçirilmiştir” yazılı bir pankart asar. Bir başka slogan da “Go home, Kurdaş!”tır.
Sinan’ın, 1969 yılında, bu sefer Ocak ayında, Hüseyin İnan, aynı yılın sonlarında İstanbul’da polis kurşununa kurban giden Taylan Özgür ve diğer arkadaşlarıyla yine ODTÜ kampüsünde yaptığı bir eylem de bu yüzden tarihe silinmez biçimde geçmiştir. Kasım 1968’de ABD Türkiye’ye yeni bir büyükelçi atamıştır. Robert Komer adlı bu sözde elçi, bir kontrgerilla uzmanıdır, Türkiye’den önce görevlendirildiği Vietnam’da köy yakma işinde o kadar ustalaşmıştır ki adı “kaynakçı Bob”a çıkmıştır. İşte bu sözde büyükelçi ODTÜ rektörünü ziyarete geldiğinde makam arabası Sinan, Hüseyin, Taylan ve diğerleri tarafından ateşe verilir. Kömür olana kadar da yanar! Bu eylem sadece ABD ve diğer emperyalist devletleri telaşa düşürmez. Çok güçlü bir anti-emperyalist rüzgârın esmekte olduğu dünya çapında heyecan yaratır. Devrimci gençlik hareketi, 6. Filo’nun Dolmabahçe’den denize dökülmesinden sonra ABD emperyalizmine bir önemli yenilgi daha yaşatmıştır. Kasım 1968’de büyükelçi olarak Türkiye’ye gelen Komer, Mayıs ayında apar topar ülkeden ayrılır. Muhtemelen tarih boyunca Türkiye’de en kısa görev yapmış Amerikan büyükelçisi olmuştur. Buna, Sinan’ların yaktığı ateşle bir füze gibi Washington’a uçmuştur desek herhalde yanlış olmaz.
Bu çelişkiler dizisi, Türkiye’nin yeni devrimci duyarlılığının (henüz “örgüt” haline gelmemiş bir hareketten söz ediyoruz) koyu bir anti-emperyalizmle beslendiği bir dönemde ODTÜ’yü öne fırlatmıştır. Bu anti-emperyalizm zamanla, maalesef Türkiye solundaki başka her şeye paralel olarak ama birçoğundan daha fazla aşınmıştır. Özellikle 1990’lı yıllardan itibaren Türkiye’ye her iyiliğin Avrupa Birliği’nden geleceğine dair sol liberalizmin körüklediği ve solun geri kalanına da yayılan AB muhipliği, anti-emperyalizme son darbeyi vurmuştur.
Devrimci hareketin diyalektiği: TKP’nin içinden doğan gerilla
Elbette ne ODTÜ’nün, ne de Türkiye’nin diğer üniversitelerinin duyarlılık alanı anti-emperyalizmle sınırlı değildi. Sinan’ın ve arkadaşlarının o dönemde siyasi bakışlarının anti-emperyalizmin ötesine geçerek sosyalist-komünist bir doğrultuya girmesini de iyi anlamak gerekir.
Ama burada Sinan’ı yoldaşlarının çoğundan ayıran bir noktayı vurgulayarak başlayalım. Sinan, Amerikalıların “kızıl bezli bebek” dediği cinstendi. Yani komünist bir aileye doğmuştu. Babası Adnan Cemgil TKP’liydi. Bildiğimiz kadarıyla, İtalyan kültürüyle yetişmişti, Antonio Gramsci’yi Türkçeye ilk kazandıran oydu. Sonra Oğlu Sinan’ı da 1956’dan itibaren İtalyan Lisesi’ne yollamıştı. Sinan İtalyanca’dan sonra İngilizce de öğrenmişti, hatta bazı kaynaklar Fransızca da bildiğini ima ediyor, onun yabancı dil yeteneğini övüyorlar.
Cemgil ailesi, Türkiye’de komünist olmanın bedelini herkes gibi ödeyerek yaşadı. Sinan, babası hapse düşünce öğretmen annesi Nazife Cemgil İstanbul’dan Yozgat’a sürüldüğü için ilkokula Yozgat’ta başladı. Kendinden iki yaş büyük ağabeyi Dumrul ile “yamyamın çocukları” türü sözlü sataşmalara maruz kaldı. Belki o da tehlikeli bir hayat seçmesin diye, belki başka nedenlerle Sinan büyüdükten sonra annesi babası onunla sosyalizme ilişkin pek az konuşur olmuşlardı. Ama tabii, “kızıl bezli bebek”, TKP Genel Sekreteri’nden Ruhi Su’lara kadar komünizmin tarihine geçmiş insanların arasında büyüdü, onların fikirlerini duydu, pratiklerini izledi. Reformist, sınıf işbirlikçisi bir partinin içinde de has komünistler olur. Sinan erkenden onların duyarlılıklarını da fikirlerini de içine çekmiş olmalı. En azından, Türkiye’de bu konuda fikir üreten ya da sanatıyla, edebiyatıyla işçi sınıfı ve emekçilerin davasına katkıda bulunan insanların ortamında bulunmuş olmaktan dolayı ODTÜ’ye geldiğinde kulağı zaten dolu, aklı zaten yüklüydü muhtemelen.
Bu durum aynı zamanda Sinan’ı dönemin, kısa bir süre için de olsa bütün solu kavramaya çalışan partisi olan Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) önderleri (Aybar, Boran, Aren vb.) nezdinde ayrıcalıklı kılar. Her biri “Adnan Cemgil’in oğlu”nu gayet iyi tanımakta ve bu akıllı, militan, efendi, üstüne üstlük yakışıklı gence sempati duymaktadır. İlginç bir öykü, Sinan’ın gerillaya çıkmasına çok yakın bir dönemde TİP’in Senato’daki (o dönemde Meclis iki kamaralıydı) tek üyesi olan Fatma Hikmet İşmen’in evinde baş başa bir yemeğe davet edilmesidir. Davet “masum” değildir: “Fatma teyzesi” Sinan’ı parlamenter politikanın dünyasının dışına çıkmamaya ikna etmeye çalışmakla geçirmiştir geceyi. Kim bilir belki de Adnan Cemgil oğlunun delice cesur çıkışlarının çok tehlikeli olduğunu görüyordu, Fatma Hikmet İşmen’e “şu bizim oğlanla bir görüşsene” diyen de oydu.
Sinan’ın “Adnan Beyin oğlu” olması, bazen onu da etkilemiş görünmektedir. Yani çocukluğundan itibaren TKP geleneğinin atmosferinde yetiştiği için belki de zaman zaman klasik komünist bir bakışa bazı diğer arkadaşlarından daha yatkın olabiliyordu belki de. Nisan 1968’de Doğan Avcıoğlu ve Mihri Belli’nin de etkisi altında bir Devrimci Güçbirliği kurulmuştu. Bu geniş cepheye birçok öğrenci örgütü de katılacaktır. Bu Güçbirliği’nin özelliği subaylarla ilişkisinin güçlü olması, ayrıca cuntacılığın burada epeyce mevziye sahip olmasıdır. Sinan bu dönemde ODTÜ Sosyalist Fikir Kulübü başkanıdır. Önce diğer öğrenci örgütleriyle birlikte Güçbirliği’ne katılır. Fakat TİP Güçbirliği’ne karşı çıkınca, DİSK de önce katıldığı cepheden kısa süre sonra kopar. Bunun üzerine Sinan da Güçbirliği’nin önemli bir eylemine katılmayacaklarını açıklar. Neredeyse “baba ocağı”nda kalmayı seçtiği söylenebilir.
Elmalı köyünde işgale karşı mücadele Sinan’ın TİP ile ilişkisinde önemli bir kilometre taşı olmuştur. “Yasadışı” mücadelelerden “faşizm gelir” mantığıyla uzak durmaya çok yatkın olan TİP Başkanı Mehmet Ali Aybar, bir aşamada TİP’li öğrencilerin Elmalı köylülerinin işgal mücadelesine destek olmasından rahatsız olmuştur. Ve Sinan’ın Elmalı’ya giderek arkadaşlarını bu işten vazgeçmeye ve Ankara’ya dönmeye ikna etmesini istemiştir. Neden Sinan? Ötekilerden daha yumuşak olduğu için mi? Hayır, tam tersine. Ama işte “Adnan Bey’in oğlu” sendromu!
Ama Türkiye kaynamaktadır. Parlamenter politikanın dışındaki tek yol cuntacılık değildir. Sinan 1967 yazında (bir yıl önce ağır bir deprem geçirmiş olan) Muş Varto’ya, o güzel insanların yıkılan evleri yerine yeniden inşaya yardım için gitmiştir. Elmalı’ya defalarca koşar. İşçi eylemlerine katılır. İşçi sınıfı, kimi işgalli olmak üzere ardı ardına büyük grevler örgütlemektedir. 1969’da Koç’un Demir Döküm fabrikasındaki grevde büyük çatışmalar yaşanır. Gençlik yavaş yavaş işçi sınıfının bu eylemlerinde bir “yedek güç” haline gelmektedir, Daha sonra 15-16 Haziran’da da olacağı gibi. TİP, evet, bir kitle partisidir, önemlidir, ama pasifist, reformist, parlamentarist politikası Türkiye’nin yükselen nabzını tutmasına izin vermemektedir. Türkiye işçi sınıfı ve köylülük, Kürt halkı ve gençlik, bir devrim öncesi kaynaşması içinde yavaş yavaş TİP’in çerçevesine sığmamaya başlamıştır. Sinan da büyük sorgulamalar içindedir.
1969 ODTÜ işgali, polis ve askerin kampüsü basması, okulun erkenden tatile girmesi, çok sarsıcı bir deneyim olmuştur. Bunun ardından baharda yapılamadığı için 1969 Ağustos ayında yapılan ODTÜ Öğrenci Birliği seçimleri son derecede sert geçer. Sinan sosyalistlerin (“Toplumcu Grup”) başkan adayıdır. Yayınladıkları bildiri, sosyalist politikaya bambaşka bir mantıkla bakmanın ürünüdür:
“Eğer bütün işçiler fabrikaları işgal ediyorlarsa, eğer Silahtarağa’da 2.500 işçi faşist toplum polisini önüne katıp kovalıyorsa, topraksız köylüler ağaların topraklarını bağırta bağırta işgal ediyorsa ve bunun yanında yüzlerce köy, politikacıları köylerine sokmama kararı alıyorsa, halk kitleleri gerici parlamentarizme karşı alternatifi görmeye başlıyor demektir. O zaman bizim işgal eylemimiz halktan kopuk değil, tam tersine halkın devrimci eylemine kılavuz olmuştur. (…) Onlar ki, gerici parlamentarizme çoktan sırt çevirmişler ve kendi bölgelerinde kendi demokratik hakimiyetlerini kurma yolundalar.
Bugün barışa giden yol, ancak savaştan geçer. (…)
Hedef, (…) halk demokrasisidir.”
Görülüyor ki, burada parlamentarizmin karşıtı ordunun ilericiliği iddiasına dayalı bir cuntacılık değil, halk kitlelerine paralel biçimde düzenin dışına çıkmaktır. Sinan artık TİP üyesi değildir. Elmalı konusunda partinin aldığı tavır da bu kararında önemli rol oynamıştır.
Burjuvazinin hep yeraltına ittiği, yasadışılığa mahkûm ettiği TKP’nin onlarca yıldır izlediği burjuva düzeni içinde kendine bir yer edinme zihniyetine eşlik eden reformizmin ve parlamentarizmin, legal olarak örgütlenmiş TİP’te ifadesini bulan izdüşümü, Türkiye işçi sınıfının, köylülüğünün, Kürt halkının, gençliğin gerisinde kalmıştır. Sinan ve arkadaşları bu çelişki karşısında cuntacılığın yolunu tutmaktansa halkın öncüsü olmayı seçmişlerdir. TKP’li Adnan Bey’in oğlunun gerillaya yazılması, toplum çapındaki bu diyalektiğin bir aile içindeki dramatik ifadesidir.
Bir parantez: Sinan ve Can
1965 yılında liseyi bitirdim ve ODTÜ Mimarlık Fakültesi’ne girdim. Beni tanıyanların çok önemli bir bölümünü şaşırtacaktır bu. Sonuç olarak lisansını siyaset bilimi, doktorasını iktisat alanında tamamlamış biriyim. Ama öyle oldu. Nedenini başka zaman anlatırım. Bu yazı için önemli olan tek bir şey var: Mimariye annemin babamın zoruyla, “bir orta yol bulduk” gerekçesiyle başladım.
Çok güzel insanlar vardı mimaride. Koray (Düzgören) ve İbrahim (Niyazioğlu) arkadaşımdı. Arif (Şentek) de. Başka çok sevdiklerim de vardı, hepsini saymayacağım. Ama en önemlisi neredeyse çocukluk arkadaşım olan Sinan da oradaydı.
Bu şöyle olmuştu: Biz henüz yeni yetişirken İstanbul’da orta halli aileler (küçük burjuvalar) yazın İstanbul içinde taşınır, öyle yazlığa giderlerdi. (Zenginlerin o zaman da yazlık evleri vardı, Bayramoğlu’nda ya da Büyükçekmece’nin ötesinde. Annem, babam, ağabeyim Can ve benden ibaret bizim aile önce daha ucuz olsun diye Şile’de bir ev kiralıyordu yazları. Henüz Can da ben de tam “çocuk” yaşındaydık. İkiz arkadaşlarımız Levent ve Bülent’le ağaçlara tırmanırdık, çelik-çomak ve kızılderili-kovboy oynardık. Sonra Caddebostan-Bostancı hattına geçtik. Ne tuhaf, şehrin bir yakasından ötekine yazlığa gitmek! O zamanlar Bağdat Caddesi bugünkü gibi İstanbul’un en pahalı caddelerinden biri falan değildi. Ara sokaklarına serpiştirilmiş konutlar da küçük, biçimsiz, hatta kullanışsız evlerdi. Bizim en çok gittiğimiz ev iki yatak odası ve büyükçe bir holden ibaretti. Annem-babam holü yemek yenen ve oturulan bir yer haline getiriyorlardı.
İşte o küçük ve biçimsiz evler bir ortak bahçe veya avlu diyebileceğimiz bir yerin etrafında toplanmıştı. O bahçenin çevresindeki bir başka evde Bora ve Cemal oturuyordu. Onlar Can’dan bile biraz büyüktü. Hele Cemal çok iriydi de. Bir gün tek pota basket maçında sırtıma çıkmıştı, birlikte yere düşmüştük, dişim dudağımı delmiş geçmişti! Güçlü kuvvetli Cemal bir defasında da biz de yanındayken mahalleden bir çocuğu dövmüştü. Karakola ilk o zaman düşmüştüm. Cemal’in bize göre nasıl iri olduğunu şu küçük resimde görebilirsiniz. O ortada, bize göre sağında Can, solunda ben. Öndeki “ufaklık” (kendimi kurtarmak için öyle söylüyorum) kim, hatırlamıyorum. Şirin Cemgil’in anılarından öğreniyorum ki Bora Almanya’ya yerleşmiş. Kitaptan Cemal’i ise sadece Sinan’ın Ankara’da öğrencilik dönemine kadar izleyebiliyoruz.
Cemal, adını Muğla’da bir Kuvayı Milliye müfrezesinin komutanı olan anne tarafından dedesinden almıştı. Bu Cemal Bey’in bir başka kızı daha vardı. Adı Nazife idi, damadının adı da Adnan. Adnan ve Nazife Cemgil Yozgat sürgününden döndükten sonra Erenköy’e yerleşmişlerdi. Böylece biz iki çift kardeş, bir üçüncü çift oyun arkadaşı buluyorduk: Dumrul ve Sinan. Dumrul’un değişik bir kişiliği ve üslubunun olduğunu her tanıyan söyler. O çok katılmazdı oyunlara. Ama Sinan Cemallere geldiklerinde hep aramızdaydı. Birkaç yazı öyle geçirmiştik. Kışları görüşmüyorduk ama arkadaş olmuştuk.
ODTÜ Mimari’ye benden bir yıl önce girmiş olduğu için elimden tutan çok sıcak, çok düşünceli bir arkadaşım vardı. Mimari eğitimi (en azından ODTÜ’deki deneyimim için söyleyeyim) dünyanın en güzel eğitimidir herhalde. Geceleri okulda kalır, stüdyoda çizim işlerini yaparken en güzel vakitleri geçirirsiniz. Sinan çakmış mıydı, yoksa ikiden mi alıyordu derslerini hatırlamıyorum. İkilerle birler aynı ya da iç içe stüdyolarda mı çalışıyorlardı, onu da hatırlamıyorum. Ama ODTÜ mimariden en çok Sinan ile Arif’i hatırlıyorum. Ancak, onları çok sevdiğim halde, stüdyoda çalışmak çok güzel olduğu halde, birinci yarıyılın sonunda ayrıldım ODTÜ’den. Mimarinin bir meslek olarak bana gerçekten uygun olmadığını anlamıştım. Maalesef her şeyin bir bedeli var. Sinan’ı ODTÜ’den ayrıldıktan sonra çok daha az gördüm.
Benim Sinan’la ilişkim önemli değil. ODTÜ’de onun bir başka çocukluk arkadaşı daha vardı: Can Savran. Bu ikili gerçekten yakın arkadaş ve yoldaş olmuşlardı. Can da Sinan gibi ODTÜ’ye 1964’te girmişti. Onun bölümü maden mühendisliği idi ama fakülte farkı ikisinin yakınlığına engel olmuyordu. Çünkü her ikisi de birlikte devrimci olmuşlardı. Her eylemde, SFK’da, Öğrenci Birliği’nde, düzenlenen toplantılarda hep beraberdiler. Sinan’ın, Can öldükten sonra eşi olacak olan Şirin Cemgil, anılarında Can’la sıcak ilişkilerinden, üçünün birlikte oturup devrimin sorunlarını tartıştıkları bazı buluşmalardan söz ediyor.
Şirin’in sözünü ettiği en önemli buluşma, 28 Mart 1968 gününün gecesi. Bir evde bir arkadaş topluluğuyla geçen gecenin sonu Can’ın onları götürdüğü bir salepçide devam ediyor. Sonra çıkıyorlar, Can ikinci başkanı olduğu ODTÜ Öğrenci Birliği’ne hediye edilmiş olan otomobille onları evlerine bırakıyor, eğiliyor onlara el sallıyor. Sonra bazı arkadaşlarını alıp Elmalı’ya doğru yola çıkıyor. Şirin’le bir daha hiç görüşmeyecekler. Çünkü Can o yolculuk gecesinde geçirdiği kaza yüzünden dört gün komada kalmasının ardından 1 Nisan 1968’de ölüyor.
Can Eskişehir’de hastanede yatarken Sinan geldi, başında bekledi. Sonra onun görevini devralarak Elmalı’ya yola çıktı. Ama Elmalı’dan erken dönmek zorunda kaldığını sanıyorum. Çünkü 3 Nisan günü Can’ın İstanbul’da düzenlenen cenazesine katıldı. Bu yazının başındaki fotoğraf Sinan’ı Can mezara konulduktan sonra başını eğmiş, hüzne ve düşünceye dalmış gösteriyor.
O fotoğrafa ne zaman baksam şunu düşünürüm. Güçlü bir yoldaşlık bağının ve ergenlik çağına geri giden bu iki arkadaşın kaderi ne kadar ortak oldu. Neredeyse aynı yaştaydılar. Sinan Can’dan bir ay büyüktü: 15 Kasım 1944’te doğmuştu o; Can ise 12 Aralık 1944’te. Daha ergenken yolları kesişti, birlikte oynadılar. Bora ve Cemal bize göre fazla büyüktü, ben ise hepsine göre biraz küçüktüm. Dolayısıyla onlar daha iyi anlaştılar. Boyları aynıydı, her ikisinin de yüzleri içlerinin güzelliğini yansıtıyordu. Birlikte devrimcilik yaptılar.
Sonra bir gün Sinan kendisine nerdeyse kardeş gibi olan Can’ın mezarının başında buldu kendini. 23 yaşındaydı her ikisi de. Sinan düşünmüş müdür o anda ben de Can gibi erken öleceğim diye. Bilemeyiz. Bildiğimiz şu: Can’dan tam tamına 3 yıl iki ay sonra Sinan da öldü.
Arada, Filistin’den geri gelen grup hapisten toplu halde salıverilince yaşanan büyük svinç dalgası içinde ODTÜ kampüsündeki “Koç Yurdu”na öğrenciler “Can Savran Yurdu” adını verme kararı aldılar. Sizce fikir kimin aklına gelmiş olabilir?
Vur emri kimin?
Şimdi yeniden Sinan’a ve çok ağır siyasi meselelere dönüyoruz. 50. yıldönümleri vesilesiyle 1971 hareketini tekrar tekrar tartışabileceğimizi umut ediyoruz. Ama Sinan’la birlikte bu tartışmaya başlamalıyız zira Sinan’ın öldürülmesine yol açan çarpışma Türkiye tarihinin önemli bir yumağını ortaya çıkarıyor.
Önce ortaya ilk sorumuzu atalım. 27 Mayıs 1960 darbesi, ABD ile ilişkisini, radyoda Albay Alparslan Türkeş’in sesinden “NATO’ya ve CENTO’ya bağlıyız” diye kendisi açıklamıştı. Öte yandan ABD yetkililerinin 12 Eylül darbesini “bizim çocuklar işi becerdi” diye karşıladığı çok yazıldı çizildi. Her fırsatta da söyleniyor. Bizim sorumuz şu: 12 Mart 1971 Muhtırası’nın ABD ile ilişkisi nedir? Neden konuşulmuyor? Bakın 1966’dan itibaren İstanbul’da ve Ankara’da bütün ABD kurumları risk altında. Kızılay’daki kurumlar devamlı taşlanıyor. Büyükelçilik bir defasında kurşunlanıyor. Deniz ve arkadaşları 6. Filo’yu Dolmabahçe’den denize döküyor, 6. Filo bir süre Türkiye’ye gelmekten vazgeçiyor. Sinan ve arkadaşları “kaynakçı Bob” veya başka adla anılsın, resmen ABD Büyükelçisi olarak görev yapmakta olan bir adamın makam arabasını yakıyor, adam arkasına bakmadan ülkeden kaçıyor. 1971 başına geldiğimizde ise ABD’nin üsleri delik deşik hale geliyor: Balgat’tan bir çavuş, Gölbaşı’ndan dört asker kaçırılıyor. ABD hop oturuyor hop kalkıyor, buradaki adamlarının, Süleyman Demirel’in, İçişleri Bakanı Haldun Menteşoğlu’nun, ODTÜ rektörünün etekleri tutuşuyor.
ABD’nin kendisine yönelik bütün bu saldırılara kayıtsız kalması mümkün mü? Öyleyse nedir ABD’nin 12 Mart ile ilişkisi? Soruyu soruyoruz ve talep ediyoruz: Beyaz Saray, ABD Dışişleri, Pentagon, CIA, Kontrgerilla kuruluşları ile Türk makamları arasında 1970-71 dönemecindeki bu konulara ilişkin yazışmaları açıklayın! 50 yıl geçti. Tarih doğru yazılmalı. ABD Türkiye politikasına ne ölçüde müdahale etti? Bu halk kendi tarihini öğrenme hakkına sahiptir. Açın arşivleri!
Şimdi esas olaya geliyoruz. Cevabını vermemiz mümkün olan soruyu soruyoruz: Sinan, Kadir ve Alparslan neden öldürüldü? Bu emri hangi makam verdi? Bu bir jandarma bölüğünün, taburunun ya da hatta alayının bile komutanının inisiyatifi olamaz. Zira 1971 yılının başından itibaren hem banka soygunları hem de Amerikan üslerinden kaçırılan askerler dolayısıyla Türkiye sarsılıp durmakta. 12 Mart muhtırası artık verilmiş. Başta askerler var, resmî olarak parlamentoyu kapatmasalar da. Başbakan Nihat Erim ve Başbakan Yardımcısı Şadi Koçaş gibi mutemet adamlar ordunun sözünden çıkmazlar. Nihayet 16 Mart’ta “9 Mart’çılar” olarak bilinen “sol” cunta tasfiye ediliyor. Aynı günün gecesi Deniz ve Hüseyin ayrı ayrı yakalanıyor. İçişleri Bakanı Haldun Menteşoğlu o kadar seviniyor ki, Deniz’i yanına getirtiyor, televizyon kameraları önünde “siz kimsiniz?” gibi bir soru soruyor. Deniz, mağrur, cevap veriyor: “Türkiye Halk Kurutuluş Ordusu”! Menteşoğlu bu başı dik tavır karşısında sinirlerine hâkim olamıyor: “Ne ordusuymuş, bir ülkede tek bir ordu olur”. THKO öyle güçlü değil ama İçişleri Bakanı bazen ikili iktidar durumu olabileceğini öğrenememiş anlaşılan.
Bütün bunları neden vurguluyoruz? Şundan: Ordu hazırdır. Tehlikeyi görmüştür. Tedbirini almıştır. Mutlaka angajman kurallarını da belirlemiş olmalıdır. O nasıl ordu? Bir tehlike görüyor. Üzerine gidiyor, etrafını sarıyor. Bulursa ne yapacağını konuşmuyor! Olmaz öyle şey. O zaman soruyoruz? Sinan’ları aramak üzere görevlendirilen birliklere angajman kuralı olarak ne söylendi? Her şey “yok edin” dendiğini gösteriyor. Neden? Neden bir kırsal bölgede henüz deneyim kazanmamış bir gerilla birliği, bir manga bile askeri olmayan bir birlik, derhal ateş altına alınıyor? Neden kıstırılıp kuşatılıp beklenip sonunda teslim alınmıyor? Kaçmaları olasılığı askerî olarak var mı? İnsan bu soruya ancak güler. O zaman neden?
Ve daha önemlisi bu kararı kim verdi? Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) hiyerarşisi mi yoksa NATO mu?
Bu sorular cevaplanmadığı takdirde Sinan ve yoldaşlarının taammüden cinayete kurban gitmiş olduğunu söylemek hiç de abartma sayılmaz. Anlatalım: Bu olaydan sadece dört yıl önce, dünyanın muhtemelen gelmiş geçmiş en ünlü gerilla savaşı lideri Che Guevara Bolivya’da sağ olarak yakalanmıştı. Che sağ yakalanır da daha gerillaya yeni çıkmış Sinan neden yakalanmaz? Diyeceksiniz ki ama Che öldürüldü. Evet, biz de o olayı tam da bu nedenle anlatıyoruz. Che’nin hiçbir askerî zorunluluk yokken öldürülmesi tam da “taammüden cinayet” suçlamasını gündeme getirdi. Bütün dünya yarım yüzyıldır soruyor: Che’yi neden öldürmek gerekmezken öldürdünüz? Ardından bir soru daha geliyor: Emri kim verdi? Bolivya ordusundan bir çavuş mu? Bir albay mı? Yolsa CIA’nın bir ajanı merkezle görüştükten sonra mı verdi emri? Tarihsel bulgular emri böyle bir Yanki’nin verdiğini gösteriyor?
İngilizce üç kelime öğrendiğini söyleyen Sinan’ın ölüm emrini de bir Yanki vermiş olabilir mi? Açıklayın. Angajman kurallarını kim saptadı?
Sinan’lar hangi hedefe yönelmişti?
Sinan ve yoldaşlarının ölümü için hep Nurhak’ta ya da Nurhak dağlarında denir, geçilir. Bunda coğrafi bir yanlış elbette yok. Ama siyasi bir yanlış var. Sinan’ların Nurhak dağlarında ne yapmakta olduğu sorusunu gizler bu ifade. Bu da eylemlerinin siyasi ve hukuki değerlendirmesi konusunda yanlış yollara açılabilir. “Dağ” imgesinin gerillanın romantik yanını çağrıştırdığının farkındayız elbette. Ama romantizm, politik yönün örtülmesine yol açmadan yapılmalıdır.
Sinan ve yoldaşlarının, THKO kararı uyarınca Kürecik’teki Amerikan üssünü hedef aldığı aslında biliniyor ama Nurhak’tan çok daha az söyleniyor. Bu, bir radar üssü idi ve Sovyetler Birliği’ne karşı kurulmuştu. Şimdi şayet Türkiye Cumhuriyeti ABD’nin Sovyetleri Türkiye’deki üsler aracılığıyla dinlemesine, izlemesine, kontrol etmesine böylesine olanak yaratırsa bunun Sovyetler Birliği’ni Türkiye’ye karşı kışkırtacağı açıktır. Bu, her Türkiye vatandaşının basit bir akıl yürütme ile ulaşabileceği bir sonuçtur. Yani Kürecik ve onun işlevini paylaşan diğer Amerikan üsleri olmasa, Türkiye ile Sovyetler Birliği’nin ilişkisinin daha yumuşak ve risksiz olacağı açıktır. Üsler ise tam tersine iki ülkenin arasını germe potansiyeline sahiptir. Küba füze krizi sırasında ortaya çıkan U-2 uçakları skandalı olalı on yıl bile olmamıştır. Türkiye’nin ABD’nin erketeliğini yapıyor olmasının Sovyetler Birliği’ni nasıl rahatsız ettiği o olayda açıkça ortaya çıkmıştır.
Sovyetler Birliği’nin bizim teşhisimizle bir işçi devleti olmasının sosyalist THKO’yu bu devlete karşı ayrıca duyarlı kıldığı düşünülebilir. Ama bunun suç olan bir yanı yoktur.
Şimdi, şayet THKO Türkiye’nin egemenliği altındaki topraklarda ülkenin bir komşusuna tehdit oluşturan bir emperyalist üsse karşı mücadele ediyorsa bunun anlamı Türkiye halkına terör saçarak siyaset yapmaktan çok farklı bir şeydir. Burada neden üslerin varlığına parlamenter yolla son verilmek için mücadele edilmediği sorulabilir. Ama buna THKO’nun cevabı ortadadır. Parlamento ABD emperyalizminin işbirlikçilerince ele geçirilmiştir ona göre. Haldun Menteşoğlu’nun sorusuna geri dönelim. Şayet “iki ordu”dan biri olan TSK, ABD ile iç içe çalışıyorsa demek ki emperyalist üslerin kovulması için ikinci bir ordu gerekmektedir.
Biz bu siyasi yöntemi doğru bulmuyoruz. Biz en başta işçi sınıfı olmak üzere halkı kazanmak için sabırla mücadele eden bir partinin bir işçi-emekçi iktidarı altında emperyalizmin hâkimiyetine son vermesi gerektiğini düşünüyor ve bu doğrultuda politika izliyoruz. Bizim devrimimiz mutlaka büyük kitlelerin içinde olduğu bir devrim olacak.
Ama şunun saptanması çok önemli. Sinan’ların öldürülmesinin nedeni bir Amerikan üssünün korunmasıdır. Bunun ne kadar ağır bir suç olduğu ortadadır. Bir kez daha soruyoruz: Sinan’ların öldürülmesi emrini kim verdi? Açın arşivleri!
Onları saf yerine koymayın
“‘Burjuva parlamentosunu ve bütün öteki gerici kurumları dağıtmada gücümüz yetmediği sürece, bu kurumlarda çalışmak zorundasınız, özellikle hâlâ papaz takımının ve taşra kavuklarının boğucu havasının hayvanca bir bilinçsizlik içinde tuttuğu işçiler olduğu için, bu kurumlarda çalışmalısınız. Yoksa gevezeden başka bir şey değilsiniz.’
Küçük burjuva ihtilalciliği, oportünizm gibi hastalıkların da teşhisleri var.
Sıkı Marksist olmak hastalığı önlemiyor çok kere. Hem Lenin bunun örneklerini veriyor hem de biz günlük mücadelemiz içinde bir sürü somut örneğini görüyoruz. İyi devrimci yetişmek kolay olmuyor.”
Sinan Cemgil, 13 Mart 1968
Şimdi geriye doğru bakıp Sinan’ların ve Hüseyin’lerin, Mahir’lerin ve Ulaş’ların yanlışlarına işaret emek kolay. Hatta o gün bile kolaydı. Biraz Marksizm mürekkebi yalayan bu iki hareketin ataklarının en azından yeterince hazırlık yapılmaksızın, acele içinde, hatta amatörce başlatıldığını söyleyebilir, söyleyebilirdi. Sadece dışarıdan bakanlar değil ki! Kendi içlerinden de böyle gözlemler yapanlar çok olmuştu o dönemde bile.
Ama kimse, “daha iyisini bilmiyorlardı, onun için yaptılar” demesin. Biliyorlardı. Yukarıda Sinan’ın gerilla fikrinin artık kök salmaya başladığı, THKO fikrinin doğduğu 1969’dan bir yıl önce, “küçük burjuva ihtilalciliği” üzerine yazdıklarına bakın. Bu Şirin’e bir mektuptan. Önce Lenin’in tam da bu konudaki en önemli çalışmasını okumuş Sinan. Henüz arkadaşlar. Sevgili bile olmamışlar. Şirin’e Lenin alıntısıyla “küçük burjuva ihtilalciliği” konusundaki düşüncelerini aktardıktan sonra ekliyor: “Küçük burjuva ihtilalciliği, oportünizm gibi hastalıkların da teşhisleri var.Sıkı Marksist olmak hastalığı önlemiyor çok kere. Hem Lenin bunun örneklerini veriyor hem de biz günlük mücadelemiz içinde bir sürü somut örneğini görüyoruz. İyi devrimci yetişmek kolay olmuyor.”
Kolay olmuyor. Ama bu kadar bile bile lades neden? Çünkü Türkiye’nin eski kuşakları devrimci bir yeni nesil için o patlayıcı enerjileriyle işçi sınıfını ve halkı devrimin barikatlarına taşıyacak biçimlere ilişkin hiçbir şey bırakmamış. TKP’nin bir kanadı parlamentarist, bir kanadı cuntacı. Gençler ise bu çıkmaz yollardan bir an önce kurtulmak için yanıp tutuşuyorlar.
TKP vermeyince Castro’ya, Che’ye, Ho Chi Minh’e, Mao’ya dönüyorlar yüzlerini. Devrim yapmış devrimcilere inanmasınlar da kime inansınlar?
Ama burjuva parlamentosuna ve küçük burjuva cuntacılığına karşı, halkın devrimini yapmaya adaylıklarını koyuyorlar. İşte 1971 kuşağının bütün hata ve eksikliklerine rağmen üstün yanı budur.