1968’in sembolleri: Türkiye’nin Che Guevaraları

deniz

 

Biz dünyaya şunu söylemiyoruz: "Mücadelelerinizi durdurun, yaptıklarınız aptalca şeylerdir; gerçek mücadele sloganını biz size vereceğiz." Biz sadece dünyaya gerçekte ne için mücadele ettiğini ve bilincin, o istese de istemese de, kazanılmasın zorunlu olan bir şey olduğunu gösteriyoruz. (Karl Marx, Ruge'ye mektup, 1843)

 

 

Türkiye 1968’inden söz edildi mi, ilk akla gelen Deniz Gezmiş’tir, Mahir Çayan’dır, İbrahim Kaypakkaya’dır, Sinan Cemgil’dir, onların diğer yoldaşlarıdır. Sosyalistler için onlar hem 1968’in önderleri, hem devrim şehitleridir. Geniş halk kitleleri için ise, sözünün arkasında duran, dürüst, davası uğruna başını vermeye hazır ve halktan yana yiğitler.

Türkiye 1968’inden söz edildi mi sosyalistler için onun yol arkadaşı 1971 hareketidir. Türkiye tarihinde ilk kez Sovyetler Birliği’nin etkisi altında gelişen bir komünist hareketin çeşitli dalları (Türkiye Komünist Partisi, Hikmet Kıvılcımlı hareketi, Türkiye İşçi Partisi, Mihri Belli) dışında yeni sosyalist örgütlerin kurulmasıyla ortaya çıkan dönüm noktasıdır: Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi (THKP-C), Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO), Türkiye Komünist Partisi-Marksist Leninist (TKP-ML). 1968’i değerlendirmek demek bu hareketleri de Türkiye’nin ve sosyalist hareketinin tarihi içine yerleştirmek demektir.

Sosyalist hareketin devrimci virajı

 

Deniz, Mahir, İbo, Sinan ve ötekiler her şeyden önce 1968'in devasa öğrenci hareketinin pratik ve siyasi önderleriydi. Bu öğrenci kuşağı Türkiye İşçi Partisi'nin (TİP) içinden yetişti. Onların kuşağının 1965'te kurduğu ilk örgüt olan Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF) da esas olarak TİP doğrultusunda politika yürütüyordu. FKF, gençliği, Kemalist kadroların hâkimiyeti altındaki örgütlerden (TMGT, TMTF vb.) kurtararak sosyalist bir doğrultuda örgütlemek bakımından da büyük önem taşıyordu.

Ama TİP'in ve FKF'nin sınırları 1968'den itibaren mücadelenin önünde bir engel haline gelecekti. Öğrenci hareketi militanlaştıkça, TİP ve onun doğrultusunu benimseyen kadrolar hareketi partiyi katı parlamentarist kurallarla sınırları çizilmiş yoluna geri çekmeye yöneldiler. TİP işçilere ve köylülere sosyalizm fikrini ilk kez kitlesel düzeyde taşımak bakımından çok önemli bir deneyimdi. Öğrenci önderleri de önce orada sosyalist bilinç kazandılar. Ne var ki, TİP’in yönetici kadroları Sovyet bürokrasisinin ekolünde yetişmişti. Çoktan reformistleşmişlerdi, devrimci cüretlerini yitirmiş kadrolardı. 1968'in önemini anlayamadılar. Türkiye'de sadece öğrencilerde değil işçi sınıfında da devrimci bir yükselişin söz konusu olduğunu görmek için dünyaya devrimci bir gözle bakıyor olmak gerekiyordu.

Gençlik önderlerinin TİP'ten kopmaya yönelmesi, FKF'nin Dev-Genç'e dönüşmesi ve partiden bağımsızlaşması işte bu kendiliğinden devrimci yükselişin, reformizmin sınırlarıyla çelişkiye girmesindendir. 1968 gençliği Türkiye'de Sovyet Stalinizminin sosyalist hareket üzerindeki hegemonyasına ilk darbeyi vurmuş kuşaktır. 1971 devrimciliğinin, benimsediği strateji ne kadar yanlış olursa olsun, birinci anlamı budur.

Kemalist kozadan bağımsızlaşma

1968 gençliği, TİP reformizminden koparken ne yazık ki TİP'in dışında var olan etkili sol odak, örneğin bir devrimci Marksist akım değil, cuntacı (yani devletin ordusunun sözde ilerici subaylarıyla birlikte darbe planları yapan) küçük burjuva solcularıyla işbirliği halinde yürümeyi hedefleyen, Mihri Belli önderliğindeki bir başka Stalinist akımdı. Nasır Mısır’ını, Baas Irak’ını ve Suriye’sini örnek alan cuntacılarla işbirliğiydi savunduğu. Bir devrimci proletarya partisi değil, bir cunta kurmaktı hedefi. Bu yüzdendir ki (Kaypakkaya hariç) Denizler ve Mahirler sol cuntacılığın ve Kemalist hareketin hegemonyasından çok geç koptular. Ancak yepyeni ve arayış içinde olan bir devrimci kuşağı, içinden geldikleri koşullara hiç dikkat etmeden, Kemalist yaklaşımlardan derhal kopamadıkları için eleştirmekten daha önemlisi, okun ne yönü göstermekte olduğunu tespit etmektir. Marksizmin yöntemi, gelişmeleri tarihsel diyalektiği içine yerleştirerek değerlendirmektir. Bu açıdan bakıldığında, Denizler ve Mahirlerin belirli tereddütlerden sonra, sadece Doğan Avcıoğlu cuntacılığından değil, Mihri Belli'nin, devrimci hareketi cuntacılığın peşine takan politikasından da koptukları ayan beyan ortadadır. Avcıoğlu ve Belli, devrimci hareketi sözde ilerici 9 Mart cuntasının yedek gücü olarak görüyorlardı. Oysa Denizlerin, Mahirlerin, benimsediği yol temelinde 1968 gençliği Kemalizmden pratikte kopmuştur (Kaypakkaya teorik olarak da). Devletin dehlizlerinde ilerici cuntacılık değil! Düpedüz devletin karşısında iktidar mücadelesi!

Bugün "ulusalcı" kanadın ve sözde 68'lileri temsil eden vakıfların Deniz'i bir "ulusalcı" gibi sunma çabası tahrifatın en ağır türündendir. Deniz Gezmiş’in idama giderken "Yaşasın Marksizm-Leninizm! Yaşasın Türk ve Kürt halklarının kardeşliği!" diye haykırdığı bilinen bir gerçektir. Deniz'in 1968 sonunda katılmış olduğu Samsun-Ankara Mustafa Kemal Yürüyüşü'nü pişirip pişirip öne sürenler, birincisi bunun Deniz'in erken bir gelişme aşamasında yaptığı bir eylem olduğunu, sonradan bu yönelişi aştığını gözlerden saklıyorlar. O yönelişle ölüme giderken Türk-Kürt kardeşliğini yüceltmek arasındaki karşıtlık ortada değil mi? İkincisi, şu soruya mutlaka cevap vermeliler: Bu yürüyüş neden planlandığı gibi 10 Kasım'da Antıkabir'de değil de 8 Kasım'da Mamak'ta son bulmuştur? Cevabı hatırlatalım: Kemalistlerin önderleri Ankara sokaklarında "Kahrolsun Amerika!" sloganının atılmasını kabul etmemişlerdir de ondan. Onlar 27 Mayıs 1960 sabahı iktidarı ele alırken açıklamalarında telaşla "NATO ve CENTO'ya bağlıyız" diyenlerdir. Deniz ise arkadaşlarıyla birlikte daha üç ay önce, 27 Temmuz'da 6. Filo'nun askerlerini İstanbul Dolmabahçe'de denize dökmüştür!

 

Che Guevara'nın yanlışlarını devralmak

Önce TİP'in reformizminden, sonra da cuntacı Mihri Belli çizgisinden kopan bu gencecik insanlar, kitleleri küçümsediklerinden değil, o dönemde bürokratik kemikleşmeden kopuşun bayrağı bütün dünyanın gençliğine Che Guevara'nın yolu gibi göründüğü için gerilla mücadelesine girmişlerdir. Kim 1968 kuşağının kitleleri önemsemediğini söyleyebilir? Sayısız işçi eylemine destek veren, toprak işgallerinde ve "üretici mitingleri"nde köylülerin yanı başında yer alan onlar değil midir? Rahatça iddia edilebilir ki, 1968 kuşağının oluşumunda işçi ve köylülere ilgi, daha sonraki gençlik kuşaklarının hiçbirinden aşağı kalmaz. Ama onlar, niyeti gerçekten devrim yapmak olan her devrimcinin yapması gerektiği gibi bir devrimci strateji arayışı içindeydiler. Eski kuşak onları düş kırıklığına uğratmıştı. Onlar da büyük devrimci Che'nin en büyük hatasına sarıldılar. Che başka bakımlardan o kadar devleşmişti ki, gerillanın her ülkeye her koşulda uyacak bir strateji olarak sunulmasının ne kadar yanlış olduğunu anlayamadılar. 15-16 Haziran 1970'teki işçi isyanını bile yanlış okuyarak halkın isyan etmeye hazır olduğunu, bunun için Mahir'in deyimiyle "suni denge"nin kırılmasının yeterli olduğu sonucunu çıkardılar. Ona fiilen önderlik edecek bir işçi sınıfı partisine ihtiyaç olduğunu anlayamadılar.

Lenin ve Trotskiy’in Moskova’sında komünist olmuş Nâzım bile 1961’de Küba’da sosyalizmin ilan edilişine tanık olduktan sonra, “ah, ben bir başka komünist partisi kurmalıydım” dememiştir, “Türkiye’de kalıp gerilla savaşı başlatmalıydım” demiştir! Dönem öyle bir dönemdir. Gerisinde kırk yıllık devrimcilik olan Nâzım bile bu hataya düşerse, 20’li yaşlarındaki genç komünistlere neden şaşırmalı?

Denizlerin, Mahirlerin ve ötekilerin hatalarını "küçük burjuva" olmakla açıklamak, eski kuşağın suçunu ve Stalinizmin dünya komünist hareketini getirdiği yerin bu gelişmedeki sorumluluğunu gözlerden saklamak olur. 1968 bir devrimci yükselişti. Her kim ki, Marx'ın yukarıdaki alıntıda söylediğinden farklı olarak Denizlere ve Mahirlere "Mücadelelerinizi durdurun, yaptıklarınız aptalca şeylerdir" derse, o devrimci bir ruha sahip değildir. Marksist devrimcinin görevi, onların izleyicilerine "dünyanın gerçekte ne için mücadele ettiğini" anlatmaktır, o mücadeleye sırtını dönmek değil!

Türkiye sosyalizminin ikinci dönüm noktası

Türkiye’de komünist ve devrimci hareketin tarihinde atılım, ilk dönüm noktası, tarihi Türkiye Komünist Fırkası’nın (daha sonra Türkiye Komünist Partisi), Komintern’in devrimci döneminde onun bir ulusal seksiyonu olarak, yani bir dünya devrimi programı ile ve bir dünya partisi inşası amacıyla kurulmuş olmasıdır. Sovyetler Birliği’nde bürokrasi işçi sınıfının elinden siyasi iktidarı gasp ederek kendi diktatörlüğünü kurduğunda TKP dünya devrimi için mücadele programından koparak Türkiye’de Kemalist burjuvazinin kuyruğunda bir parti haline gelmiştir.

Türkiye’de komünizm 1960’lı yıllara kadar dar ve etkisi sınırlı bir hareket olarak kaldı. Ama 1960’lı yıllarda bir yandan işçi sınıfı, bir yandan da gençlik muazzam bir mücadelecilik içinde düzene karşı bir kitlesel muhalefetin potansiyelini nihayet ortaya çıkarttı. Buna Kürt halkının uyanışı ve emekçi köylülük saflarında hareketlenme de eşlik ediyordu. Komünist hareketin kitleselleşmesinin koşulları oluşuyordu. Gençlik saflarından gelecek devrimci ruh taşıyan kadroların işçi sınıfı ile bir parti içinde buluşması, Türkiye’de sınıf mücadelelerinde müthiş bir sıçrama sağlayabilirdi. Maalesef 15-16 Haziran’a rağmen geçmiş dönemin kadroları gençliği yanlış bir stratejik perspektife yönlendirdi. Buna rağmen, 1971 hareketi Türkiye’de devrimci hareketlerin reformist, düzen içi, CHP kuyrukçusu hareketlerden kopması bakımından ikinci atılımını, ikinci tarihsel kopuş noktasını oluşturur. Üçüncü kopuş, elbette 1920 atılımının, aynı zamanda da 1968 ve 1971’in kazanımları üzerinde yükselecek, ama parti ve strateji konusunda ikincisinin hatalarını tekrarlamayacaktır.

Deniz Gezmiş haklıymış, kardeşim!

1968 kuşağının kahraman devrimcileri, başka hiçbir sosyaliste nasip olmamış bir mertebeye yükselmiştir toplumda (onlarla sadece Nâzım karşılaştırılabilir bu bakımdan): Onların ölümünden sonra yaşanan yaklaşık yarım yüzyıl boyunca, Türkiye’nin emekçi insanları, düzenin diz boyu rezilliğini, utanmaz sömürgenliğini, insanın tüylerini ürperten vahşetini kitlesel olarak gördükleri ender anlarda, birbirlerine dönüp “Deniz Gezmiş doğru söylemiş” ya da “Mahir Çayan haklıymış” demişlerdir.

 

Bu ne demektir? Gencecik yaşlarında öldükleri halde, bu devrimciler, ideolojilerin ve siyasetlerin yarıştığı o büyük toplumsal arenada bir taraftır. Toplumun her an bilincinde mevcut değildir bu taraf, neredeyse bilinçaltında yatar sadece. Halk, kafasının tası gerçekten attığında onları bilinçaltından üstüne çıkartır. O ender uyanış anlarında hakları teslim edilir. Ama o an zaten halkın “devrime varım!” dediği andan bir öncekidir. Halka sadece bir işçi sınıfı önderliği gerekmektedir. Bugün iş onu yaratmaktır. Ki sonra böyle bir an doğduğunda halk güvenebileceği bir siyasi güç olduğunu görsün, artık susmasın, cüret etsin, ayağa kalksın!

 

Bu yazı Gerçek gazetesinin Ekim 2018 tarihli 109. sayısında yayınlanmıştır.