Aşı karşıtlığına geçit yok! Sağlık sendikalarının ve meslek odalarının denetiminde yürütülecek bir aşılama!
Sağlık Bakanı’nın Çin’den sipariş edilen aşıların 11 Aralık’tan itibaren sağlık emekçilerinden başlamak üzere vatandaşlara yapılmaya başlanacağını açıklamasıyla birlikte Koronavirüs aşıları üzerine tartışmalar alevlendi. Temelsiz ve bilim dışı bir aşı karşıtlığı kampanyası söz konusu. Bu kampanyanın dayandığı komplo teorileri gerçekle örtüşmüyor. İlaç şirketlerine karşıymış gibi sunulan bu teorileri savunanlar, genel aşı karşıtlığı ile alınması gereken ücretsiz ve kamusal halk sağlığı önlemlerini de itibarsızlaştırıyor. Ne tuhaftır ki bu kişilerin birçoğu hayatları boyunca kapitalizme ve büyük şirketlere karşı en ufak bir mücadele vermeyen insanlar. Bu konuda kuşku yaratmak sadece halk sağlığı söz konusu olduğunda akıllarına geliyor. Tüm halkın sağlığını ilgilendiren bir konuda son derece tehlikeli sonuçlar doğurabilecek ve başkaca sermaye gruplarının çıkarlarına uygun olan “her koyun kendi bacağından asılır” düşüncesini yaygınlaştırıyorlar. Ayrıca AKP iktidarı, siyasal İslamcı tabanda etkili olan bu düşünceleri destekleyerek, sağlık sektöründe çok ciddi kârlar getiren “sülük tedavisi, hacamat” gibi yöntemleri de içeren “alternatif tıp”, “fitoterapi” vb. bilimsellikten uzak uygulamaları yaygınlaştırdı ve aynı zamanda aşı karşıtlığının da yayılmasına zemin hazırladı.
Diğer yandan salgın sürecinin başından beri iktidarın siyasi önceliklerini ve sermayenin menfaatlerini gözeterek halka sistematik olarak gerçeğe aykırı bilgiler veren Sağlık Bakanı Fahrettin Koca halkın tüm güvenini yitirmiş durumda. Bu yüzden aşı ile ilgili olarak söylenen doğru şeyler dahi haklı olarak kuşku uyandırıyor ve halkın zihnindeki karmaşa giderek artıyor. Çoktan istifa etmesi gereken Fahrettin Koca’nın koltuğunda oturmaya devam etmesi sadece siyasi bir mesele değil, bir halk sağlığı sorunu haline gelmiş durumda. Durum böyle iken emekçi halkın aşı konusunda doğru bilgilere ulaşması son derece önemli. Bu yüzden, sağlık ticaretiyle uğraşmayan, aşı konusunda özel çıkarlara sahip olmayan ancak her gün pandemiye karşı en ön safta canlarını ortaya koyarak mücadele eden tıp uzmanlarının ve sağlık çalışanlarının bilgi ve deneyimlerine dayanan bu yazıda, aşılarla ilgili bazı soruları konu başlıkları halinde olabildiğince yalın ve anlaşılır şekilde anlatmaya çalıştık.
Aşı olmalı mıyız?
Elbette. Aşılar insanlığın keşfettiği en önemli buluşlardan biridir. Dünya tarihinde ölümcül olan pek çok hastalık, aşılar sayesinde tehlike olmaktan çıkmıştır. Örneğin, insanlığın dünya üzerinden (Sovyetler Birliği’nin büyük katkısı ile) tamamen ortadan kaldırdığı tek hastalık olan çiçek hastalığı, aşı sayesinde yenilebilmiştir.
Aşılar uygulandıktan sonra hafif yan etkiler gösterebilir (Aşı yerinde kızarıklık ve ağrı, halsizlik, ateş yükselmesi gibi). Çok çok nadir olarak (yaklaşık milyonda 1 düzeyinde) ciddi yan etkiler de görülebilmekte. Ancak her yıl milyonlarca insanı ölümden ve sakatlıktan koruyan aşıları, bu kadar nadir yan etkiler görülüyor diye yaptırmamak “pire için yorgan yakmaya” benzer. Dolayısıyla aşı olmalıyız. Kendimizin, ailemizin, yakın çevremizin ve genel olarak toplumun hastalıklardan korunması için tek başına aşı olmamızın yetmeyeceğini bilmeli ve halk sağlığı için devlet eliyle kamusal ve ücretsiz aşı kampanyalarının gerçekleştirilmesini talep etmeliyiz. Kaç zamandır başka şekillerde tartışılan “sürü bağışıklığı” esas olarak aşı ile elde edilir. Bu bağışıklığa herkesin sırayla hastalığa yakalanmasını bekleyerek ulaşmak demek, hastanelerde solunum cihazı yetmediği için insanların ölüme terk edildiği barbarlık manzaralarına davetiye çıkarmaktır. Toplumun bağışıklığı için aşı esastır ve gereklidir. Ama bunun için toplumun çok önemli bir bölümünün aşı olması gerekir. Yani aşıya karşı çıkıp da sonunda aşı olmayanlar, sadece kendi sağlıklarını değil, toplumun bütününün sağlığını da tehlikeye atmaktadırlar.
Peki, Koronavirüs aşısı olmalı mıyız?
Cevabımız Koronavirüs için de değişmiyor, elbette olmalıyız. Ama bu konunun üzerinde biraz daha durmayı ve konuyu derinleştirmeyi faydalı görüyoruz. Koronavirüsün çok hızlıca dünyaya yayılması (pandemi halini alması), hastalandırma ve öldürme oranlarının yüksekliği, virüse karşı etkili bir aşının/aşıların olabilecek en hızlı şekilde bulunmasının ne derece önemli olduğunu gösterdi. Bu nedenle aşı geliştirmek için izlenmesi gereken basamakların sayısı azaltılmasa da, bu basamakların süresi kısaltılabildi. (Prosedürler azaltıldı, daha önceki aşı çalışmalarında görülmemiş kadar çok sayıda denek insan hızlıca bulunabildi vb.) Böylece insanlık tarihinde hiç olmadığı kadar hızlı şekilde (bir yıldan kısa sürede) aşı geliştirilmesi mümkün oldu. Bu nedenle akla gelebilecek soru: “Bu kadar kısa sürede geliştirilen aşılara güvenebilir miyiz?” oluyor.
Her gün dünyada yüz binlerce kişiye bulaşan ve binlerce kişiyi öldüren; bugüne kadar resmî rakamlarla 66 milyon kişiye bulaşıp 1,5 milyon kişinin ölümüne sebep olan bir hastalık ile karşı karşıyayız. Tablo giderek ağırlaşmaya devam ediyor. 2020 yılında, insanlığın böylesine aciz bir duruma düşmesinin nedenlerine bu noktada girmeyeceğiz. Ancak neden ne olursa olsun, günümüz dünyasında virüse karşı en etkili silahımız aşılar. İnsanlığın yıllarca bekleyecek zamanı yok; aksi milyonlarca insanın daha yitirilmesi anlamına gelirdi. Ayrıca her ne kadar basamaklar kısa sürede tamamlansa da aşı uygulananlar üzerinde görülen yan etkiler bilim mecralarında açıklanıyor. Ölümcül yan etki gösteren aşı çalışmaları sonlandırılmıştır. Devam eden çalışmalardan ruhsat aşamasına gelenlerin ciddi yan etki görülme oranları çok düşük gözükmektedir.
Dolayısıyla bu bilgiler bize açıkça Koronavirüs aşısının değil, bu aşıyı olmamanın daha tehlikeli olduğunu göstermektedir. Üstelik bu tehlike, şimdiden 1,5 milyon insanı öldürmüş bir hastalık söz konusu olduğundan, bir kez daha vurgulamak gerekir ki, sadece bireysel değil toplumsal bir tehlikedir de.
Aşı geliştiren şirketlerin pek çoğu dev ilaç şirketleri. Bu şirketlerin ürettiği aşılara güvenip aşı yaptırabilir miyiz?
Bugünkü kapitalist dünyada aşı, ilaç vb. tıbbi ürünlerin kâr amacıyla üretiliyor oluşu üstesinden gelmemiz gereken çok büyük bir problemdir. İnsan ve toplum sağlığı için hayati önemde olan bu ürünlerin, devletler tarafından üretilmesi ve vatandaşlarına kâr amacı gütmeksizin, doğal bir hak olarak sağlanması gerektiği açık. Bu, meselenin çok önemli ama ayrı bir boyutu. Ülkelerin on yıllardır bebeklerine, çocuklarına uyguladığı aşıların pek çoğu da benzer ticari şirketler tarafından üretilmekte ve başarıyla uygulanmakta. Dolayısıyla, bir aşının kâr amacıyla üretiliyor oluşu, o aşının etkin ve güvenilir olmadığını göstermez ve aşı olmamak için yeterli bir neden değildir. Aşılar geliştirildikten sonra elde edilen test sonuçları da dâhil her ülkede bu konuda uzmanlaşmış, kâr için çalışmayan kamu kuruluşları tarafından ciddi bir denetime tabi tutuluyor. Kuşkusuz rüşvet, politik baskı, başka tür ilişkiler her zaman mümkün. Ama bu denetimi tek ülke yapmıyor. Örneğin Pfeizer-Biontech aşısı ABD-Almanya ürünü olduğu hâlde ilk onayı Britanya’dan aldı. Yarın başka bir denetim kurumu bu aşıda ciddi bir sorun bulursa Britanya’daki kurumun prestiji yerle bir olur. Bu kurumlar genellikle bu toplumlarda en çok güvenilen kurumlar olarak sivrilmiştir. Türkiye’de de aşılar hem ilgili kamu kuruluşlarından onay almak zorundadır hem de Türk Tabipleri Birliği gibi iktidardan bağımsız kurumlar bu konudaki gerekli bilgilere ulaşmakta ve değerlendirmelerini kamuoyu ile paylaşmaktadır.
Nihayet, unutmamak gerekir ki aşı olmamak hastalandığımızda başka ilaçlar kullanmak ve başka şirketlere para kazandırmak demektir. “Her koyun kendi bacağından asılır” mantığını reddetmeli ve sağlık sistemindeki kapitalist yozlaşmayı bireysel kararlarımızla etkileyemeceğimizi bilmeliyiz. Bu sorunun çözümü, hastanelerden ilaç üretimine tüm sağlık alanının, kamu mülkiyetinde planlanması için siyasi bir mücadele yürütmekten geçer.
Aşılarının yüksek oranlarda etkin olduğunu açıklayan bazı aşı şirketleri oldu. Bu açıklamalar güvenilir mi?
Bir aşının koruyucu kabul edilmesi için etkinlik oranı en düşük %50 olmalıdır, kabul edilen en düşük değer budur. Etkinlik oranı açıklayan şirketlerin %70 ila %95 arasında değerler açıkladığını görüyoruz. Şirketlerin daha fazla kâr uğruna bu oranlarda oynama yapmış olabileceğini kabul etsek bile bu, aşının etkinliği konusunda bir yanıltmayla sınırlı kalır. Yani en kötüsü yapılan aşı bazı insanlarda bağışıklık oluşturmaz ama aşı yaptıran kişiye bir zarar vermez. Güvenilirlik açısından esas kaygı ve korku yaratan konu, ciddi yan etkiler çıkma olasılığıdır. Bu alanda geliştirilen aşılar sonucu insanlarda görülen ciddi bir yan etkiyi ilaç şirketlerinin saklama olasılığı olduğunu düşünmüyoruz. İletişimin muazzam kolaylaştığı günümüzde, böyle bir skandalın saklanabilme olasılığı yok denecek kadar azdır. Bu nedenle de Koronavirüs aşısı olmak çok daha akılcı olacaktır.
Çin aşısı güvenilir mi? Türkiye neden Çin aşısı alıyor?
Çin’de birden fazla şirket aşı geliştirmek için çalışıyor. Bunlardan bir tanesi ise son dönemece girmiş durumda (Faz 3 çalışmalarını tamamlamak üzere). Bu çalışmalar Çin, Brezilya ve Endonezya ile birlikte Türkiye’de de sürdürülüyor ancak henüz bitmiş değil. Ruhsat alabilmek için Faz 3 çalışmalarının tamamlanmış olması gerekiyor. Bu son aşama henüz bitmeden Türkiye’nin bu şirkete 50 milyon doz aşı siparişi verdiğini açıklaması haklı olarak tartışmalara neden oldu.
Faz 3 aşamasında aşılar, on binlerce gönüllü üzerinde deneniyor. Bu aşama tamamlandıktan sonra aşının etkinlik oranı, görülen hafif ve ciddi yan etkiler ve daha pek çok veri elde ediliyor. Çin menşeli aşı için henüz bu aşama tamamlanmadığından bunlarla ilgili elde net bir bilgi yok. Yalnızca bugüne kadar aşılanmış gönüllülerde ciddi bir yan etki görülmediği, aşının güvenilir olduğu yönünde açıklamalar mevcut.
Unutmayalım ki, bir ülkenin aşı tercihini etkileyen tek faktör etkinlik oranı değil. Çin menşeli aşı; taşınması ve saklanması (diğer kıyasları gibi -20 veya -70 derece yerine +4 derecede buzdolabı soğukluğunda taşınabilmekte ve saklanabilmekte), doz başına ücreti (muhtemelen daha ucuz), üretim tekniğinin çok bilinen ve deneyimlenmiş bir teknik olması (inaktif virüs aşısı) ve dolayısıyla yan etkilerinin daha öngörülebilir olması gibi parametrelerde Türkiye gibi bir ülke için tercih sebebi olması gayet makul. Diğer aşıların tercih edilmeme nedenleri olarak bu saydıklarımızın yanında muhtemelen aldıkları ön siparişler nedeniyle kısa süre içinde Türkiye’ye yeteri kadar doz aşı temin edemeyecek olmalarını söyleyebiliriz.
Çin’in ve Rusya’nın etkin ve güvenilir aşı üretemeyeceği tezini tartışmaya değer bulmuyoruz. Her iki ülke de sosyalist inşa döneminde bilimsel araştırmaya, özel olarak da tıp alanına geniş kaynaklar ayırdı. Örnek olarak, uzay yarışında Sovyetler Birliği uzun süre ABD’nin önünde yürüdü. Bugün bile bu ülkelerde dünya çapında saygı gören bilim akademileri çalışmaya devam ediyor. Ayrıca her iki ülkenin de Batı ülkelerinden ayrı güçlü modern tıp gelenekleri var. Emperyalistlerin ambargolar altında ezmeye çalıştığı Küba’nın bile aşı ve ilaç üretiminde gösterdiği performans aslında bu teze karşı yeterli bir cevap. Ancak Küba örneğine Türkiye’yi de eklemek isteriz. Türkiye, 1920’lerden 1990’ların ortalarına kadar, belli başlı aşılarını kendi üretebilen bir ülkeydi. Sağlığı piyasalaştırma hamlesinin bir parçası olarak, aşı üreten tesisler kapatıldı, tüm aşılarımızı ithal eder hâle geldik. Kısacası, aşı üretmeyi önüne ciddi olarak koyan hiçbir ülkenin bunu başarmaması için bir neden yok. (Bugün için bir aşı geliştirmenin maliyetinin yaklaşık 200-300 milyon dolar olduğu hesaplanmakta. Örnek olsun, Türkiye’nin 2019 yılında Gayrisafi Yurt İçi Hasılası yaklaşık 750 milyar dolardı.)
Türkiye’de bu tartışmaların alevlenmesindeki esas sorumlu tabii ki iktidar. Koronavirüs henüz ülkeye girmemişken, girmemesi için önlem almayan, halkına maske dağıtma işini beceremeyen, hasta ve ölüm sayılarını ve daha pek çok bilgiyi halkından saklayan ve sayıları çarpıtıp olduğundan düşük göstererek yalan söyleyen bir iktidarın sözlerine, yaptıklarına kim inanır, kim güvenir ki?
Biz, aşının Faz 3 çalışması sonlanıncaya kadar gönüllü aşılamaların devam edeceğini, sonuçlandıktan sonra ise ayrıntılı sonuçlarının açıklanacağını ve bundan sonra topluma yaygın olarak uygulanacağını öngörüyoruz. Hükümetin, Faz 3 çalışması daha bitmeden, gönüllü yapılması gereken aşıları baskıyla dayatarak, örneğin “sağlık emekçilerini aşılamaya başladım” diyerek zorunlu hale getirmeye çalışmak istemesi bir olasılık olarak düşünülebilir. Ancak böyle bir dayatmanın, ortaya çıkma ihtimalinin yüksekliği ve ortaya çıktığında toplumdan göreceği muhtemel tepki dikkate alındığında hayata geçmesi pek olası görünmemekte.
Halkın iktidara güveni yoktur! TTB’nin, TEB’in, sağlık emekçilerinin sendikalarının ve meslek örgütlerinin denetiminde yürütülecek bir aşılama kampanyası!
Esas mesele, hangi ülkenin aşısını tercih edeceğiniz meselesi değildir. Her aşının kendine göre avantajı ve dezavantajı vardır. Bunları göz önüne alarak birini tercih eder ve vatandaşlarınızı aşılarsınız. Çin aşısı tercihi, mevcutlar içinde uygun bir tercihtir. Bunun üzerinden iktidara yüklenmek, iktidarın kolayca savuşturacağı bir eleştiridir. Bu şekilde hem halk aşı konusunda yanıltılmakta hem de iktidarın esas suçlarının üzerinin örtülmesine neden olmaktadır. Yukarıda belirttiğimiz gibi bugünkü kapitalist dünyada aşılar, milyarlarca doların döndüğü aşı piyasasının tekelindedir. Yer altı kaynakları, gıda, su gibi aşılar da tıbbi alandaki çok stratejik ürünlerdir. Ancak iktidar amacı enfeksiyon hastalıklarıyla mücadele olan ve bünyesinde aşı üretim tesisleri olan Refik Saydam Hıfzıssıhha Enstitüsü’nü 2011’de kapattığı için, pandemiye, aşı konusunda tamamen dışa bağımlı hâlde yakalanmıştır. Çok sonra başlanabilen ulusal aşı çalışmalarında ise “atı alan Üsküdar’ı geçmiştir”. Acilen aşı başta olmak üzere tıbbi ilaç ve teçhizat üretim tesisleri kurmaya ve geliştirmeye dönük devletin ciddi kaynak ayırması, bölük pörçük hâlde bulunan şirketleri kamulaştırmalar yoluyla tek bir devlet çatısı altında toplaması gerekmektedir.
Pandemi sürecinde alınan her karar iktidar tarafından siyasi saikler ve sermayenin çıkarları gözetilerek alınmış, Bilim Kurulu bu kararların halk nezdinde meşrulaştırılması için görevlendirilmiş; TTB, sağlık emekçilerinin sendika ve meslek örgütleri, işçi sendikaları, Halk Sağlığı Uzmanları Derneği vb. hiçbir örgütün uyarıları, tavsiyeleri dikkate alınmamıştır. Bu şekilde yürütülen süreç aynı zamanda tüm bilgilerin saklanması, çarpıtılması ve halkın gözünün içine baka baka yalan söyleme ile el ele gitmiştir. Halkın güveni sarsılmıştır. Toplumsal aşılama oranlarına en çok etki edecek mesele bu olacaktır. Siz istediğiniz kadar etkin ve güvenilir aşı getirin, halk size güvenmediği takdirde aşı olmayacaktır. Ülke içinde salgının yenilmesini geciktirecek bu tavır, pek çok önlenebilir ölüme sebebiyet verecektir. Bu yüzden bilimsellikten uzak aşı karşıtı kampanyayı reddettiğimiz gibi iktidarın atacağı adımların ve bilhassa aşı sürecinin, Türk Tabipleri Birliği (TTB), Türk Eczacıları Birliği (TEB), sağlık emekçilerinin sendika ve meslek örgütleri başta olmak üzere, istibdadın sözde Bilim Kuruluna karşı her türlü baskıya rağmen halkın sağlığı için mücadelede öne çıkan bilim insanları,bağımsız sağlık kurum ve kuruluşları tarafından denetlenmesini savunmalıyız. Nihayet toplum sağlığı başta olmak üzere, tüm toplum yaşamını ve ekonomiyi olumsuz etkileyen bu salgın hastalığı tamamen yenebilmek için halkın tamamen bilgilendirildiği bir süreç içinde, bu örgütlerin denetimi altında, aşı uygulaması ücretsiz ve zorunlu olmalıdır.
Koronavirüs salgını, tüm dünyada ilk gününden beri bir sınıf mücadelesi olarak yaşanıyor. İktidar evde kal diye kampanya düzenlerken, patronların kârları için milyonlarca işçi ve emekçiyi fabrikalara, işyerlerine sürmeye devam etti. Salgın her gün daha fazla işçi ve emekçi hastalığı hâline geldi. Patronlar kendilerini evlerine kapatırken, salgına karşı en ön cephede savaşan sağlık emekçileri ile birlikte insanlığı ayakta tutmak için üreten, hayatını her gün her saat riske atarak dünyayı döndüren işçi sınıfının, öncelikli olarak aşılanmasını sağlamak, aşıya güvenli bir şekilde erişimini teminat altına almak için her işkolunda tüm sürecin ilgili sendikaların denetimi altında yürütülmesi gerekir.
Aşı kampanyasının maliyetini kim üstlenmeli?
Bugün her ülke değişik aşıların fiyatını tartışıyor. Ama hiçbir ülke aşılanmanın maliyetinin devlet tarafından üstleneceğini açıklamadı. Fiyatlar aşıdan aşıya değişmekle birlikte bir doz için 20 dolar ile 70 dolar arasında fiyatlar telaffuz ediliyor. Üstelik aşılar zamana yayılmış biçimde iki ayrı doz olarak kullanılmak zorunda. En ucuz aşı bile Türk lirasına vurulduğunda basbayağı pahalı (150-500 lira arasında). Beş kişilik aile için bu binlerce lira demek!
İnsanlar, aşı parasını kendi ceplerinden ödemek zorunda kaldıklarında aşı karşıtı propagandaya daha fazla inanma eğilimine girer. Birçok yoksul ya da dar gelirli insan, "ilaç şirketlerini mi zengin edeceğim?" demeye, devletin parasız aşı kampanyasına göre daha fazla yatkın olacaktır. Kaldı ki, bu çok temel bir halk sağlığı sorunudur. En önemlisi de zengin yoksul herkese yapılması bütün toplumun çıkarınadır. Aşılar devlet tarafından parasız olarak yapılmalıdır.
Ayrıca zengin ülkelerin hem aşı temininde zamanlama bakımından öncelik kazanmasına, hem de zengin oldukları için öteki ülkelerden çok daha yaygın aşılama uygulama olanağına sahip olmasına karşı çıkmak gerekir. Bu, bütün insanlığın bir sorunudur. İnsanlığın din, dil, ırk, zenginlik vb. farkı olmadan birbirine bağlı ve muhtaç olduğunu berrak biçimde ortaya koyan ortak bir felaketle karşı karşıyayız. Dolayısıyla, zengin ülkeler milyonlarca doz aşıyı şimdiden kapatıp kendi kurumlarının içinde hangi toplumsal kesimlere öncelik vereceklerini tartışmadan önce cephe savaşçılarının tamamına, yani ister zengin ister yoksul ülkelerde olsun bütün dünyanın sağlık çalışanlarına aşıda mutlak öncelik tanınmalıdır. Bu talep bütün dünyanın işçileri, emekçileri, sağlık kuruluşları, sosyalistleri, demokratları ve ilericilerince tek bir ses ve tek bir yürekle savunulmalıdır!
Bu bir insanlık testi olacaktır!