Yerli ve yabancı tefecileri hangi din buluşturuyor? Emekçi halk neden laikliği savunmalıdır?
Bazı banka ve finans kuruluşlarının denetlenmesine ilişkin 14 Aralık 2019 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanan kural ve standartlar içerisinde İslam fıkhına referans verilmesi, Kur’an ayetlerinden ve hadislerden alıntı yapılması haklı olarak laikliğin ihlal edildiği iddiasını gündeme getirdi. Hiç şüphesiz ki herhangi bir yasal düzenlemenin meşruiyet kaynağını dinden alması, toplumsal yaşamı düzenleyen kuralların dini referanslarla belirlenmesi laikliğe aykırıdır. Ancak CHP-AKP hattında bu tartışmanın laiklik-İslam eksenine hapsedilmesi yanlıştır. Mesele tamamen sınıfsaldır. Karşı karşıya gelen laiklik ve din değil sermaye ile halktır. Söz konusu olan dinin siyasete alet edilerek İslami finans kuruluşlarının “faizsiz banka” yalanı ile halkı dolandırmasına kılıf oluşturulmasıdır.
Laiklik için Batı’ya güvenen yaya kalır! Bkz. İngiliz şeriat bankaları
Bu vesile ile Türkiye’nin Batı’dan giderek kopartıldığına dair hezeyanlara kapılan burjuva laiklerini baştan uyarmak isteriz. İslami bankaların halkı dolandırmasına biçilen bu kılıfa yakından bakıldığında etiketinde “Made in UK” yazdığı görülür. Bugün Arap hanedanlarının, şeyhlerinin, emirlerinin petro-dolarlarını toplamak için İngiliz emperyalizmi uzunca bir süredir “şeriat bankaları”nı devreye sokmuş bulunmaktadır. HSBC, Barclays, RBS gibi tanınan İngiliz bankaları İslami finans kollarını oluşturmuştur ve bunları “Sharia compliant bank” yani şeriata uygun banka olarak tanımlamaktadır. “Hristiyan” ve “Müslüman” finans kapitalini aynı ortak paydada buluşturan şeyin İslam dini olduğuna herhalde ancak safdiller inanır. Evet ortak paydada bir din vardır. Ama bu din ne Hristiyanlıktır ne de İslam, bu din Marx’ın ifadesiyle “meta fetişizmi”, daha anlaşılır bir ifade ile para dinidir.
Sermayenin dünyasında “piyasanın dediği olur”
Türkiye’de tartışma konusu olan resmi belgede de söz konusu olan İslami finans kuruluşlarıdır. İlgili yönergede bu kuruluşların denetlenmesinden sorumlu kişilerin sahip olması gereken özellikler şu şekilde belirlenmiştir: “Denetçi Allah-u Teâlâ'ya karşı sorumluluğunu yerine getirmesinin diğer sorumlulukları yerine getirmesine vesile olacağına inanarak ve diğerlerine kıyasla buna öncelik vererek Allah-u Teâlâ'ya karşı sorumluluklarını mümkün olan en iyi şekilde gerçekleştirmelidir.” Denetçinin sahip olması gereken etik ilkelerin dini dayanakları ise şöyledir: “Dürüstlük, insanın yeryüzündeki halifeliği, İhlas, Takva, erdemli olma ve işini mükemmel yapma ve Allah-u Teâlâ korkusuyla davranma.” O halde denetçilerin referansı din olduğuna göre denetlenecek bankaların da dini kuralların belirleyiciliği altında çalışması beklenir.
Bu kuruluşlar resmi olarak “katılım bankaları” ya da “faizsiz finans kuruluşları” olarak adlandırılmaktadır. Bu kuruluşlar faiz ile değil kâr payı ile çalıştıklarını iddia etmektedirler. Zira İslam dininde faiz haramdır. Ancak nedense bu kâr payı oranları ile klasik bankaların faiz oranları her zaman aynı seviyelerde olmaktadır. Akıl ve vicdan, haliyle, bu durumu sorgulamayı gerektirir. Türkiye Katılım Bankaları Birliği (TKKB) bu duruma şu açıklamayı getiriyor: “Katılım bankalarının kâr oranlarının mevduat bankalarının faizlerine yakın olduğu iddiası kısmen doğru, kısmen doğru değildir. Mevduat bankaları piyasadaki faiz oranlarına göre faiz oranlarını belirleyebilmektedir. Katılım bankaları ise işletme vaadi ile sermaye (birikim) kabul ettikleri için kâr payını önceden değil, sermayenin işletilmesinden (murabahadan) elde edecekleri kâra göre belirliyorlar. Netice itibariyle katılım bankaları ile mevduat bankaları aynı sektörde oldukları için piyasalarını belirleyen temel faktörler aynıdır.” Demek ki dinde faizin haram kılınması İslami bankaları faiz ile aynı oranda kâr payı almaktan alıkoymuyor çünkü kâr payını da faizi de belirleyen tek bir faktör vardır; o da din değil “piyasa”dır.
Allah korkusu yok! Piyasa korkusu var!
Yine TKKB’nin açıklamasından devam edelim: “Katılım bankası, katılma hesabı açarak kendisine sermaye verenlere mevduat bankalarından daha az olmayacak şekilde bir kâr paylaşım oranını mudârabe akdini yaparken tespit etmiş olmalıdır. Yoksa piyasadan daha az kâr alan hesap sahipleri bankadan fonlarını çekerek bankayı zora sokabilirler. Katılım bankası sermayeyi işletirken (murâbaha yaparken) öyle hassas kâr oranı belirlemelidir ki, müşterilerini memnun etmeli; piyasaya göre yüksek kâr almamalıdır. Yoksa yüksek maliyet müşterilerin başka bankalara yönelmesine sebep olur. Katılım bankası hissedârlarının da üstlendikleri riske göre piyasada kabul edilebilir bir kâr etmesini sağlamalıdır. Yoksa bankacılık yapmayı kabul edip büyük risklere katlanan hissedarlar sektörden bekledikleri kârı alamayınca ayrılma kararı alırlar.”
Yani eğer “faizsiz banka”, piyasa faizinden düşük oranda bir kâr payı dağıtırsa o takdirde müşteriler yüksek faize yöneleceğinden kâr payı faizden düşük olmamalıdır. Müşteri zarar etme korkusuyla faize yöneliyor, “faizsiz banka” müşteri kaybetme ve zarar etme korkusuyla kâr payını faizle aynı oranda belirliyor. Hissedarlar da faizle çalışan bankaların hissedarlarının aldığı temettüye eşit kâr ediyor. Biri “Allah korkusu” mu demişti? Nerede ayet, nerede hadis? İslami bankanın izahatının dayanakları sadece kâr, zarar ve piyasadan ibaret! Zarar etme korkusu ve kâr etme iştahı ile hareket eden, piyasa kurallarına kayıtsız şartsız itaat eden ve apaçık “faiz yiyen” kurumlar bunlar. Şimdi biz bunları söyleyince halkın dini inançları ile mi ters düşüyoruz yoksa halkı din kisvesiyle sömüren faizci tefecilerin çıkarlarıyla mı? Laikliği savununca halkın din ve vicdan özgürlüğünü mü engellemiş oluyoruz yoksa tefecilerin dolandırıcılıklarını din kisvesi altında meşrulaştırmasını mı?
Laiklik yoksa millet egemenliği de yoktur
Bu somutlukta bakıldığında gayet açıktır ki resmi belgelerde ve yasalarda dini referansların kullanılması laikliğin asla ayrı tutulamayacağı millet egemenliği iddiası ile de ters düşer. Çünkü yasaların ve toplumsal yaşamı düzenleyen kuralların meşruiyetini millet iradesinden aldığını iddia ediyorsanız bu, söz konusu yasa ve kuralların yine millet iradesiyle değiştirilebilmesini varsayar. Oysa beşeri (insani) değil ilahi olduğu söylenen dini kurallar ve prensipler üzerinde milletin/halkın herhangi bir tasarruf hakkı olamaz. Burada çok temel bir çelişki hemen göze çarpar. İlahi olduğu söylenen âyet ve hadislerin hangilerinin, nasıl bir yorumla ve neyi düzenlemek amacıyla yasa haline getirileceği ilahi değil siyasi karar mekanizmasıyla belirlenmektedir. Yani vahiy (Allah’ın kelamı) tamamen beşeri olan bir siyasi iradenin paravanı yapılmış, her siyasi kararda olduğu gibi belirli çıkarların örtüsü olarak suistimal edilmiştir.
AKP Grup Başkanvekili söz konusu belgeyi savunurken şöyle diyor: “Finans sektöründe helal finans hareketlerini yapan, mevduat toplayan ve ona göre de helal dairede mevduat, kredi dağıtan bir kurum. Şimdi, bu kurumun çalışmasıyla ilgili hususlarda, yine o kurumun kuruluş amacına uygun bir şekilde çalışması için İslami referansların kullanılıyor olmasından daha doğal hiçbir şey olamaz. Hegel’den olacak, Dostoyevski’den olacak, John Locke, Machiavelli, Shakespeare konuşacak, Allah’ın kitabı olunca ‘hayır’ diyeceğiz.” Hegel, Dostoyevski, Locke, Machiavelli, Shakespeare hatta biz de ekleyelim Marx, Engels, Lenin… hiçbirinin sözü tartışılmaya, eleştirilmeye, yanlışlanmaya ve değiştirilmeye kapalı değildir. O yüzden evet! Tüm gücümüzle hayır diyoruz! Tanım gereği tartışmaya ve değiştirilmeye kapalı olan “Allah’ın kitabı”nın yöneten sınıfların ezilen sınıflar üzerindeki hâakimiyetini düzenleyen yasalara dayanak yapılmasına, yani bu sömürücü düzenin halkın dini duygularını suistimal ederek ezeli ve ebedi ilan edilmesine “hayır” dedik! Hayır diyoruz! Gelecekte de hayır diyeceğiz!
İşçi sınıfı laikliği ve faizsiz düzen sosyalizmde!
Laikliğin ve millet egemenliğinin sınıfsal çıkarlardan ayrı ve bağımsız şekilde tanımlanamayacağının tekrar altını çizmeliyiz. Söz konusu olayda da laikliğin ve millet egemenliğinin çiğnenmesi dinin gereği olarak değil sermaye sınıfının çıkarlarının bir sonucu olarak gerçekleşmiştir. Dolayısıyla burada karşı çıkılan şey halkın dini inançları, din ve vicdan hürriyeti değildir. Din kisvesi altında halkın kandırılması hatta daha açık bir ifade ile dolandırılması, faizci sömürü düzeninin dini söylem ve kurallarla meşrulaştırılmasıdır. Nihayet ister normal ister “İslami” olsun sonuna kadar faiz yiyici olan tefecilerin, bankaların kamulaştırılmasını, tek bir devlet bankası ile ekonominin faiz yerine demokratik planlamayla düzenlenmesini savunan, daha yalın bir ifadeyle gerçek faizsiz düzeni savunan sosyalistleri türlü hakaretlerle gözden düşürmeye çalışmakta ortaklaşması da, bu gerçeğin bir başka kanıtıdır. Her dilden, memleketten ve inançtan emekçi halkın menfaati proleter (işçi sınıfı) laikliğindedir. Faizsiz düzen ise sadece ve sadece, kâr için değil ihtiyaç için üretim yapılan, piyasa yerine planlamanın hâkim olduğu, “meta fetişizmi”nin yani para dininin ortadan kaldırıldığı sosyalizm ile mümkündür!