“Duvar”ın öte yanında toprak kayması: Meksika seçimleri
Meksika’da toprak kayması! Latin Amerika’nın ikinci büyük ülkesi (120 milyon nüfus), ikinci büyük ekonomisi (1,2 trilyon dolarlık gayrisafi yurtiçi hasılası ile dünyanın en büyük 15. ekonomisi ), ABD’nin güneydeki tek komşusu ve Kuzey Amerika Serbest Ticaret Bölgesi (NAFTA) ortağı Meksika’da toprak kayması!
1 Temmuz Pazar günü yapılan seçimlerde sol aday Andrés Manuel López Obrador en yakın rakibine 30 puan fark atarak, yüzde 54’e yakın bir oy oranıyla başkan seçildi. Bunun önemini anlatmak için şunları belirtelim: Birincisi, Meksika’nın çok partili yaşama geçişinden, yani kabaca 20. yüzyılın sonlarından bu yana ilk kez kendine “sol” diyen bir aday başkanlık seçimini kazanıyor. İkincisi, López Obrador 2006 yılında da başkanlık seçimine girmiş, ama seçim çalınmıştı. Bunun üzerine halk ülkenin başkenti Meksiko’nun devasa merkezi meydanı Zócalo’da kamp kurmuş, önce yüz binlerle, sonra milyonlarla sayılan eylemciler bir çadırkentte (dev bir Sakarya düşünün) aylarca kalmıştı. (Bu olay hakkında bkz. https://gercekgazetesi.net/uluslararasi/chavez-dosyasi-2-latin-amerika-solu-ve-chavez, “Meksika” bölümü.) Kazandığı söylenen aday ile López Obrador arasındaki fark yarım yüzde puanından azdı, ama bu dev eylemlere rağmen sistem halka kulak vermeyecekti. “Sol” adaydan o kadar korkuluyordu. (López Obrador 2012’de de seçime girecek ama kazanamayacaktı. Bu, üçüncü denemesi.) Belki en önemlisi: 1930’lu yıllarda, yani Büyük Depresyon yıllarında görev yapan, petrolü ve başka bir dizi sektörü kamulaştıran, uluslararası alanda bağımsız bir dış politika izleyen, bütün dünyanın kabul etmekten çekindiği Trotskiy’e iltica hakkı tanıyan Lázaro Cárdenas’tan bu yana Meksika, hangi ölçütlerle tanımlarsanız tanımlayın, solcu bir başkan görmedi. Yani neredeyse 80 yıldır!
Üstelik seçimde başarı kazanan sadece López Obrador’un kendisi değildir. Partisi Morena (Movimiento de Renovación Nacional-Ulusal Yeniden Doğuş Hareketi), müttefikleri (bunlara sonra döneceğiz) ile birlikte yasama meclisi seçiminde de, federal bir devlet olan Meksika’nın eyaletlerinde yapılan vali seçimlerinde de büyük bir zafer kazanmıştır. Morena ve müttefikleri alt mecliste 500 sandalyenin 310’unu, Senato’da ise 128 sandalyenin 67’sini elde etmiştir. Meksika’nın eyaletleri arasından bu yıl vali seçimi yapılan 9’undan 5’ini de Morena kazanmıştır. Nihayet, başkent Meksiko’ya tarihte ilk kez Morena’dan bir kadın belediye başkanı seçilmiştir. (López Obrador kendisi 2000-2005 arasında bu görevi yürütmüştü.)
Dolayısıyla, yalnızca 80 yıl sonra “sol” olarak anılan bir aday iktidara gelmiyor. Büyük ve genel bir seçim zaferi söz konusu. Ama Meksika seçimlerinin anlamı bununla sınırlı değil. Günümüzün özgül koşulları içinde ele alındığında Meksika seçimi başka bakımlardan da büyük bir önem kazanıyor.
Bu öteki boyutlara girmeden önce López Obrador’ın adı üzerine kısa bir parantez açalım. Andrés Manuel López Obrador’un adının baş harfleriyle kısaltılması yoluyla AMLO olarak ifade edilmesi çok yaygındır. Biz de aşağıda yer yer bu kolaylığa başvuracağız. Ama bu ismin uzunluğunu vesile ederek Türkiyeli okuru ayrıca şu konuda uyarmak istiyoruz. İspanyolca konuşan ülkelerde insanlar genellikle hem babalarının hem de analarının soyadı ile anılırlar. Tabii en güzeli, analara da saygı gösterilerek bu isimlerin her ikisinin de kullanılmasıdır. Biz de bu yüzden hep López Obrador yazıyoruz. Ama birçok ülkenin kültürel geleneği, bizim Türkiye’de politik liderlerin olsun, edebiyatçı ve sanatçıların olsun, sporcuların olsun yabancıların adlarını yanlış söylememize yol açıyor. Mesela Asya ülkelerinin çoğunda soyadı en başta söylenir. Şayet Çin lideri Şi Cin Ping’i zaman zaman yapıldığı gibi “Ping” diye anarsak mesela Trump’tan “Donald” diye söz etmeye benzer bu. (En azından yüreği solda olan insanların Trump’ı ilk adıyla anacak kadar yakınlaşmak isteyeceğini hayal etmek güç!) Benzer biçimde Latin Amerika adetinde de esas soyadı sondan bir öncekidir. Yani bu durumda AMLO’yu “Obrador” olarak anmak yanlıştır. Bu, Fidel Castro Ruz’dan “Ruz” diye söz etmekten farksızdır. Bu yüzden ya AMLO demeliyiz, ya da cinsiyetçiliğe taviz vermek istemiyorsak López Obrador.
Latin Amerika'da sağ dalgaya ilk yanıt
1990’lı yılların sonunda başlayan bir devrimler ve halk isyanları dalgası (Ekvador 2000, Arjantin 2001-2002, Venezüella 2002, Bolivya 2003 ve 2005 vb.), Latin Amerika’da bir devrim öncesi durum doğurmuştu. Ancak güçlü devrimci partilerin yokluğunda bu dalgadan yararlanan, bir dizi reformist ve anti-emperyalist parti oldu. Üst üste birçok ülkede seçimleri sol partiler kazandı. Burada her bir örneğe yer vermek gerekmez. Örnek ülkeler anti-emperyalist karakter taşıyan burjuva milliyetçisi Hugo Chávez’in uzun yıllar yönettiği Venezüella ile 1979’da kurulan ve çok kanatlı sosyalist bir kitlesel işçi partisi karakteri taşıyan İşçi Partisi’nin (PT) önderi Lula’nın 2002’de seçimleri kazandığı, ama neoliberalizme ve emperyalizme adapte olarak partinin sosyalist programına ihanet ettiği Brezilya’dır.
Bu sol dalga, son yıllarda yerini, tam tersine, sağ bir dalganın yükselişine bırakmıştır. Burada tipik ülkeler ise Arjantin ve Brezilya’dır. Sol Peronizmin 12 yıl süren yönetiminden sonra, bütünüyle piyasa ve emperyalizm dostu sağcı Mauricio Macri’nin başa geçtiği Arjantin bugün İMF’nin 50 milyar dolarlık programına boyun eğmiş bulunuyor. Sadece sağ değil, İMF de geri gelmiştir! Brezilya’da ise daha da vahim gelişmeler olmuştur. Lula’nın kendi yerine seçilmesini sağladığı Dilma Roussef 2016’da Brezilya ölçüleriyle uyduruk sayılacak bir dosya temelinde meclis çoğunluğunca yolsuzluk iddiasıyla görevden alınmıştır. Latin Amerika solu bunu bir “sivil darbe” olarak nitelemektedir. Bu yetmiyormuş gibi, bu yılın Nisan ayı başında, yaklaşan başkanlık seçiminde en güçlü aday olarak yeniden sivrilmiş olan Lula, bütünüyle uyduruk bir yolsuzluk davasında genelkurmay başkanının da yargıya açıkça müdahale ettiği bir askeri müdahale süreci içinde hapse atılmıştır. Başka bir dizi ülkede (örneğin Kolombiya, Şili, Peru, Paraguay vb.) benzer şekilde sağın yükselişinden söz edilebilir.
İşte López Obrador’un ve partisi Morena’nın dev zaferi bu bağlama yerleşiyor. Uzun süredir Latin Amerika ülkelerinde halk kitlelerinin böylesine sola kayarak neredeyse eski parti sisteminin dışından gelen bir adayı başa getirdiği bir seçim yaşanmamıştı. Bu zaferin Latin Amerika’nın atmosferini derhal ve dolayımsız biçimde değiştireceğini beklemek elbette çocuksu olur. Kaldı ki, aşağıda göstermeye çalışacağımız gibi, López Obrador’un kendisinin performansının ne olacağı çok tartışmalıdır. Ama bu büyük toprak kaymasının Latin ülkelerinde atmosfere hiç etki yapmayacağını düşünmek de çok yanlış olur.
Meksika seçimleri, Latin Amerika solunda yaygın olan umutsuzluk atmosferine karşıt olarak sağ dalganın bütünsel ve kalıcı olmadığını savunan Arjantinli kardeş partimiz Partido Obrero’nun (PO-İşçi Partisi) bu tespitini de doğrulamış bulunuyor.
Zócalo Tahrir’e yankı veriyor
Latin Amerika’da devrim ve halk isyanları dalgası ve devrim öncesi durum Üçüncü Büyük Depresyon’un başlamasından önce yaşandı. Buna karşılık, depresyon döneminde bir yandan faşizmin, bir yandan da devrimin ve büyük kitle hareketlenmelerinin eşzamanlı olarak yükselişi, Latin Amerika’ya henüz yansımamıştı. Sanki Latin Amerika sırasını erken savmıştı. Özellikle Bolivya’da yaşanan (ve zafere ulaşamayan) 2003 ve 2005 devrimci krizlerinden sonra Latin Amerika’da halkın devrimci faaliyetinin yerini parlamenter yöntemler devralmış, devrim öncesi dalga, önce seçim sandıklarından birtakım “sol” iktidarlar çıkarttıktan sonra bunların halkın heyecanını sistemin kanallarına aktarması ve sonra başarısızlıklarıyla halkı demoralize etmesi sonucunda, geri çekilmişti. 2011’de Tunus ve Mısır’da başlayan, Kahire’nin Tahrir meydanında yaşanan “halkın şenliği” (Lenin) ile doruğuna ulaşan, siyasi devrim olarak önce başarıya kavuşan ama sonra (Tunus istisnasıyla) yenilen Arap devrimi, dünyanın Yunanistan’dan İspanya’ya, ABD’den İsrail’e, Balkanlar’dan İran’a kadar birçok ülkesinde etkisini göstermiş, ama Latin Amerika’da bir canlanmaya yol açamamıştı.
Bunun bir tek istisnası vardır, o da bizdeki Gezi sonrası halk isyanına referans da yaparak 2013’te Brezilya’nın 600 kentinde birden patlak veren ve göz kamaştırıcı bir mücadeleye sahne olan halk isyanıdır. Brezilya’da sadece “istisna kuralı doğrular” kuralı doğru çıkmamıştır. Daha da önemlisi, bunun Brezilya’nın uzun sol dalgasının ölümünü haber veren “kuğu şarkısı” olduğu ortaya çıkmıştır. Halk isyanını sadece bir yıl sonra “zenginlerin isyanı” denebilecek bir toplumsal dalga izlemiş, 2016’dan itibaren de sol, darbe üzerine darbe almaya başlamıştır (bkz. yukarıda).
İşte Meksika’nın bugün yaşadığı toprak kayması, çeşitli anlamlarda Tahrir’in sesinin Zócalo’dan duyulması demektir. Bunu, Arap devrimi ile başlayan dalganın bugün başka biçimler altında da olsa devam etmesi bağlamında söylüyoruz. Yazılarımızı izleyenler, Arap devriminde ve Akdeniz yöresi ve Balkanlar’da yaşanan halk isyanlarında doğrudan halk kitlelerinin siyaset sahnesine çıktıkları ilk bir evreden sonra (2011-2013), bu dalganın devrimci önderliklerin var olmaması dolayısıyla yenilgiye uğramasıyla birlikte, halk kitlelerinin bu kez yüzünü parlamenter alana çevirmesini vurguladığımızı hatırlayacaklar. Bunun çok çeşitli örnekleri arasında ABD’de Bernie Sanders, Britanya’da Jeremy Corbyn, Yunanistan’da Syriza, İspanya’da Podemos, Fransa’da Mélenchon’un Boyun Eğmeyen Fransa (France insoumise) hareketi ve bir dizi başka akım sayılabilir. Bu örnekleri ele aldığımızda hep vurguladık: Ne bu önderler, ne de genel olarak parlamenter yol, kitleleri zafere götüremez. Arap devrimi ve öteki halk isyanları ile bu parlamenter sola kayış arasındaki ortaklık, liderlerin ve parlamentarizmin çıkmaz yolundan bağımsız olarak, halk kitlelerinin hummalı bir siyasi faaliyet içine girmesinde ve var olan partiler düzenini zorlamasında, yer yer alt üst etmesinde bulur ifadesini.
İşte Meksika seçimleri, Arap devrimiyle başlayan büyük kitle canlanmasının bu yeni evresinin Latin Amerika’ya gelmesi olmuştur. 2000’li yıllarda Latin Amerika’da görülen canlılık, devrimci eğilimler, halk isyanları vb. Üçüncü Büyük Depresyon’un ürünü değildir. Buna karşılık AMLO’nun zaferinde içinden geçmekte olduğumuz derin ekonomik kriz koşullarının doğrudan doğruya bir etkisi vardır. Hemen ekleyelim: Bu etki muhtemelen Meksika ile sınırlı kalmayacaktır. Latin Amerika’nın ikinci büyük ülkesinde halk kitlelerinin yıllardır süren canlı mücadelesi kendisini seçimlerde ülkenin sola doğru büyük bir atılımıyla ifade ederken, Latin dünyasının bir numaralı ülkesi Brezilya’da ise Üçüncü Büyük Depresyon döneminin öteki baskın eğiliminin yükselişine tanık oluyoruz. Lula’nın seçime girmesinin bir askeri müdahale ile engellenmesi, Roussef’i bir “sivil darbe” ile düşürdükten sonra kendi yolsuzluklarının çirkefi içinde kıvrandığı için adaylığını bile koyamayan şimdiki başkan Michel Temer’in sahneden çekilmesi ile meydan boş kalınca, Jair Bolsanaro adlı bir faşizan politikacı, kamuoyu yoklamalarında başkanlık seçiminde şansı en yüksek aday olarak öne çıkmış bulunuyor. Bolsanaro zafere ulaşır, bir numara ile iki numara etrafında kümelenmeler olursa, Latin Amerika da, Avrupa kıtası gibi, halk kitleleriyle faşizm arasında bir boy ölçüşme alanı haline gelebilir.
Syriza, Beş Yıldız Hareketi, Macron… AMLO
Üçüncü Büyük Depresyon döneminin politik çelişkilerinin yarattığı bir başka eğilim, gittikçe artan sayıda ülkede, geleneksel parti sistemlerinin sarsılması, düne kadar esamesi okunmayan hareketlerin ya da adı duyulmamış politikacıların birdenbire halkın büyük teveccühüne mazhar olarak ülkenin yönetimini ele geçirmeleri, buna karşılık eski parti sisteminin çatlaması, burjuvazinin geleneksel partilerinin ise hızla çöküşe girmesidir.
Burada bu olgunun bütün örneklerini saymaya ne yerimiz var, ne de gerek. En çarpıcı örneklerle yetinelim. Yunanistan’da daha düne kadar Avrupa’nın birçok sol partisi gibi, yüzde 3-4 oy almakta olan sosyalist kökenli partilerden oluşan bir koalisyon karakterindeki Syriza, 2015’ten itibaren ülkenin birinci partisi haline gelmiştir ve hâlâ ülkeyi (bir koalisyon hükümeti aracılığıyla) yöneten güçtür. Buna karşılık, 40 yıldır sağcı Yeni Demokrasi ile sırayla ülkeyi yönetmiş olan sosyal demokrat PASOK neredeyse yok olmuştur. İtalya’da bir profesyonel komedyenin kurduğu ve bütün partilere birden saldıran, sıfırdan inşa edilen bir hareket (Beş Yıldız Hareketi, M5S), bugün ülkenin en büyük partisidir, Mart ayında yapılan seçimlerden birinci parti olarak çıkmıştır, hükümette ön-faşist bir parti olan Lega (Birlik) ile koalisyon ortağıdır. Buna karşılık, ülkenin İkinci Dünya Savaşı sona ereli beri önce İKP (İtalyan Komünist Partisi), sonra da Demokrat Parti olarak en büyük partilerinden biri olmuş parti son seçimlerde büyük bir düşüş yaşamıştır. Sağda ise İtalya’nın son çeyrek yüzyılına damgasını vurmuş olan Berlusconi’nin hareketi baş aşağı gerilemektedir. Fransa’da, geçtiğimiz yılın başında yapılan seçimlerde Sosyalist Parti adını taşıyan sosyal demokrat parti neredeyse çöküntüye uğramış, sağda ise De Gaulle geleneğinden gelen Cumhuriyetçiler partisi büyük bir sarsıntı yaşamıştır. Bunların karşısında birkaç yıl önce kimsenin tanımadığı, şimdiki Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron ile ön-faşist Ulusal Cephe ve başkanı Marine Le Pen ilk iki sıraya oturmuştur.
Meksika’da bu seçimlerle doğan sonucun yukarıdaki örneklere ne kadar benzediğini anlamak için Meksika parti sisteminin ne büyük bir darbe aldığına bakmak gerekir. Meksika’da, 20. yüzyılın en büyük köylü devrimlerinden biri olan 1910-1920 devriminin ardından kurulan ve büyük bir istikrarla ülkenin 20. yüzyılına damgasını vuran tek parti rejiminde hâkimiyet tek başına Partido Revolucionario Institucional’da (PRI-Kurumsal Devrimci Parti) idi. 1970’li yıllarda PRI’ye sağdan bir rakip yaratılmasına göz yumuldu: Partido de Acción Nacional (PAN-Ulusal Hareket Partisi). PAN ilk kez 2000 yılında başa geçti, 2006’da (AMLO’ya karşı muhtemelen hile ile) bir seçim daha kazandı, ülkeyi 12 yıl yönetti. 2012’de PRI iktidarı tekrar aldı, şimdi AMLO’ya devredecek (sürpriz olmazsa!)
Son 30 yıldır Meksika’nın siyasi ufkunda bir üçüncü parti belirdi: Partido de la Revolución Democrática (PRD-Demokratik Devrim Partisi). Bu partiyi, yukarıda sözünü ettiğimiz, Meksika’nın 1930’lu yıllardaki ilerici başkanı Lázaro Cárdenas’ın oğlu Cuauhtémoc Cárdenas kurdu. 1980’li yılların ortalarından itibaren (artık sıkı bir avro-komünizme bağlanmış olan) eski Stalinist Meksika Komünist Partisi’nden Birleşik Sekretarya’nın (mecliste bile temsil edilen) güçlü Meksika seksiyonu PRT’ye kadar birçok sosyalist grup bu partiye iltihak etti.
Meksika’nın son yüzyılına bu üç parti hâkim oldu. Şimdi bu partiler AMLO ve Morena karşısında, farklı derecelerde de olsa, ufalanmış bulunuyorlar. PRI, başkanlığı yitirmekle kalmadı, yeni başkan adayının oyu yüzde 16 ile PRI’nin tarihi boyunca aldığı en düşük düzeyde kaldı. Meclisin alt kanadında sandalye sayısı 200’den 45’e, Senato’da ise 50’den 13’e düştü! PAN daha az hasar gördü. Başkan adayı yüzde 22 ile ikinci sırayı aldı. Mecliste de buna uygun şekilde temsil ediliyor. Esas çöküş ise PRD’de oldu. Ülkenin üçüncü büyük partisi, AMLO kendi üyesi iken 2006’da başkanlık yarışında kazanan adaydan sadece yarım yüzde puanı az oy almış olan PRD, bu seçimde yüzde 2 aldı!
PRD neden çöktü? Çünkü 2012’de AMLO’dan önceki son başkan Peña Nieto seçildikten sonra “Meksika Paktı” adı verilen ve düzeni korumanın temeli olan bir anlaşmaya imza atarak kendini olumsuzladı. İçinden mafya ile işbirliği yapan belediye başkanları bile çıkardı. Sonunda 2014’te AMLO PRD’den koparak Morena’yı kurdu. Morena yükseldikçe PRD elbette gerileyecekti. Bugün PRD sadece bir kabuk olarak kalmış görünüyor.
Bu durumda bundan sadece bir buçuk yıl önce Gerçek gazetesinde yayınlanmış olan bir yazının son paragrafının öngörüsünün doğrulandığını söylemek çok yanlış olmayacaktır sanırız:
“Bir başka önemli nokta ise, 2012’de imzalanan ‘Meksika Paktı’ ile Peña Nieto’ya destek verdiğini açıklayan üç temel burjuva muhalefet partisinin kitlelerce eylemlere kabul edilmiyor olması. Meksika kitleleri ‘Que se vayan todos’ (Hepsi gitsin) demekten yalnızca bir adım uzakta olabilir.”(http://gercekgazetesi.net/karsi-manset/meksikada-halk-emperyalizme-el-pence-divan-duranlara-ve-zamlara-karsi-ayakta.)
Halk barbarlığa hayır dedi!
Peki, bu kadar büyük bir toprak kayması neden oldu? Standart açıklama Meksika’da yoksulluk, uyuşturucu ticaretinden kaynaklanan şiddet, yolsuzluk gibi faktörlerin halkta “artık yeter!” duygusu yarattığını, AMLO’nun bütün bunlara farklı bir çözüm getirebileceği umudunun mücadele içinde bulunan bütün Meksikalıları onu bir alternatif olarak denemeye sevk ettiğini söylüyor. Bu konuları biz de, Gerçek gazetesinin yayın kurulu da geçmişte defalarca gündeme getirmiştik (https://gercekgazetesi.net/uluslararasi/meksikanin-roboskisi; http://gercekgazetesi.net/karsi-manset/meksika-tipi-baskanligin-daisleri; http://gercekgazetesi.net/karsi-manset/meksikada-halk-emperyalizme-el-pence-divan-duranlara-ve-zamlara-karsi-ayakta).
Bunların hepsi doğrudur, ama eksiktir. Meksika 2007’den bu yana düşüş içine girmiş bir üretim tarzı olarak kapitalizmin dünya çapında geliştirdiği barbarlık eğiliminin Orta Amerika’ya özgü biçimini yaşamaktadır. (Meksika kavramın dar anlamında Kuzey Amerika sayılıyor. Ama güneyindeki Orta Amerika ülkeleriyle de sosyo-politik nedenlerle ortak birçok yön taşıyor. Bunun içindir ki burada onu Orta Amerika’ya dâhil ediyoruz.)
Orta Amerika’nın, hepsi Meksika’nın güney komşusu olan birçok toplumunda, Guatemala’da, Honduras’ta, Salvador’da son yirmi yılda hayat birçok bölgede gerçekten bir cangıl yasasına göre yaşanmaya başlamıştır. Bu ülkelerde yoksul sosyo-ekonomik ortamlarda çeteler baş göstermiştir; her yıl çok yüksek sayıda hayat cinayetlere kurban gitmektedir. Meksika, gerek ekonomik gücü, gerekse gelişme potansiyeli bakımından bu ülkelerden çok farklı olmakla birlikte, biraz gecikmeyle bu eğilimin bir parçası haline gelmiştir. Ama sanki geç gelmenin hıncıyla bütün bunları geride bırakıp gerçek bir barbarlığı yaşamın asli koşulu haline getirmiştir. Meksika’da sorun küçük ölçekli suç ile var olan çetelerden ziyade organize suç örgütleridir, uyuşturucu kaçakçılığı çeteleridir. Adım adım çökmekte olan tarımının proleterleştirdiği halk kesimleri, özellikle ülkenin güneyinde, yaşamaları için gerekli istihdamı sağlayacak bir ekonomik gelişme var olmadığı için iki şeyden birini yapmaktadır: ya ABD’ye göç, ya da organize suç çetelerine yazılarak hayatını bu yolla kazanmak. Bu yüzden insana dehşet veren bir cinayet furyası Meksika’yı cehennem haline getirmiş bulunuyor.
Bundan dört yıl önce yazdığımız bir yazıda (https://gercekgazetesi.net/uluslararasi/meksikanin-roboskisi) 2007-2012 arasında bu tür suçlardan hayatını yitiren insan sayısını 85 bin olarak vermiştik. Bugün aradan geçen altı yılın bilançosu da eklendiğinde yaygın olarak verilen sayı 200 bindir! İnsanlar, ateşli silahlarla, kesici aletlerle, yakılarak, başları kesilerek, bedenleri doğranarak öldürülmektedir. (Dehşet verici bir örnek bkz. http://gercekgazetesi.net/karsi-manset/meksika-tipi-baskanligin-daisleri.) Bu çeteler yerel yönetimlerle, belediye zabıtası örgütleriyle, devletin polisiyle ve silahlı kuvvetleriyle zaman zaman birlikte çalışmaktadır. 2014’te yaşanan bir olay bu bakımdan çarpıcıdır. 43 stajyer öğretmen Guerrero eyaletinin Ayotzinapa yöresinde kaybolmuştur. Devletin açıklaması, gencecik öğretmenleri belediye zabıtasının kaçırdığı, sonra uyuşturucu çetelerine teslim ettiği, bunların da öğretmenleri cayır cayır yaktığıdır! Devlet resmi birtakım görevlilerin uyuşturucu çeteleriyle işbirliği içinde cinayet işlediğini açıkça itiraf ediyor.
Gerek 2006’da AMLO’dan seçimi hile ile alan PAN üyesi başkan, gerekse 2012-2018 arası görev yapan PRI mensubu Enrique Peña Nieto, bu sistemi “idare etmişler”dir. Şimdi halk AMLO’dan işte bu duruma son vermesini bekliyor. Meksika seçimi birçok bakımdan önemlidir, ama ülkenin halkı açısından önemi, barbarlığa sistemin kendi içinden son verilip verilemeyeceğinin bir testini oluşturmasıdır.
“Tanrıdan öylesine uzak, Amerika’ya öylesine yakın”!
Latin Amerika’nın modern tarihi “Yanki emperyalizmi” olarak bilinen ABD’nin sömürü, müdahale ve baskıları altında biçimlenmiştir. Ama, yukarıda alt başlıkta yer verilen söyleyişin de ifade ettiği gibi, Meksika’nın yeri özeldir. ABD’nin tek güney komşusu olan bu ülke, bütün tarihi boyunca Yanki etkisiyle boğuşmuştur. 19. yüzyıldaki işgal ve ilhak olaylarında bugünün Teksas’ı, Kaliforniya’sı (Meksika’nın bir eyaletinin adı hâlâ Baja California, yani Aşağı Kaliforniya’dır), New Mexico’su ABD tarafından gasp edilmiştir. Meksika’nın 20. yüzyıl tarihi de büyük ölçüde kuzey komşusuyla etkileşim içinde belirlenmiştir. Ülkenin kuzeyinde ABD için montaj faaliyeti yapan fabrikalardan oluşan maquiladora’daki sömürü koşullarından Meksika’nın doğal ve tarihi çekiciliğinin düşük ücrete dayalı ucuzlukla sunulmasından yararlanan Amerikalı turistlerin sömürgeci zihniyetine ve hayatını kazanmak için kuzey komşuda en sefil koşullara razı olarak çalışan Meksikalı göçmenlere kadar iki ülkenin kaderleri iç içe geçmiştir.
Ama günümüzde Meksika bugüne kadar olduğundan çok daha ciddi bir sorunla karşı karşıyadır: Bu sorunun adı Donald Trump’tır. Bilindiği gibi Trump iktidara kaçak göç akımlarını önlemek amacıyla Meksika sınırına bir duvar inşa etme vaadiyle gelmiştir. Ve her fırsatta Kongre’ye bunun finansmanı için şantaj yapmaktadır. Öte yandan 1994 yılında yürürlüğe girmiş olan Kuzey Amerika Serbest Ticaret Bölgesi (NAFTA) için Trump’ın talebiyle yeniden müzakere başlatılmıştır ve başka ülkelerin yanı sıra Kanada ve Meksika’ya da çelik ve alüminyum sektörleri için uygulanan korumacılık önlemleriyle bu “serbest” ticaret anlaşması pratikte delik deşik olmuştur. Oysa Meksika işgücü fazlasının bir bölümünü Amerika’ya ihraç etmek zorundadır. Öte yandan ülkenin ihracatının yüzde 80’i, toplam GSYH’sinin ise yüzde 40’ı ABD’ye ihracattan oluşmaktadır!
AMLO’nun Trump ile çok başı ağrıyacaktır. İlk günlerde iki taraf da birbirini kolluyor ve nezaketi gözetiyor. Ama er geç ilişkilerin gerileceğini öngörmek zor olmasa gerek. AMLO’nun seçim propagandasında bu meselenin üstünü örtmeye çalıştığı anlaşılıyor. Bu yaklaşım, yeni iktidarın başka özellikleri ile de tutarlı. Şimdi onlara bakarak yazıyı noktalayabiliriz.
Yeni bir Lula, yeni bir Syriza
AMLO aslında bütünüyle reformist ve düzen içi bir solcudur. 2000-2005 yılları arasında başkent Meksiko’yu yönetirken iş dünyası ile ilişkileri sermaye ile arasının nasıl iyi olduğunu zaten göstermişti. Özellikle Meksika’nın (ve bir ara dünyanın) en zengin adamı Telemex cep telefonu şirketinin sahibi Carlos Slim’le birlikte giriştiği “Kamu Özel Ortaklığı”na dayanan inisiyatif, iyi bir örnek olarak belleklerdedir. Buna rağmen Meksika burjuvazisi (ve onun ardındaki Yanki emperyalizmi) AMLO’yu 2006’da çok tehlikeli bulmuş, halkın dev gösterilerine rağmen önünü açmamıştı.
Ne var ki, son dönemde AMLO daha da sağa kaymıştır. Seçimlere (yukarıda da belirtildiği gibi) yalnızca Morena ile girmemiştir. Bir yandan, içinde bazı sosyalist grupların yer aldığı PT (İşçi Partisi) adlı partiyle ittifak kurarken, bir yandan da sağ (hatta kimilerinin ifadesiyle aşırı sağ) olduğu söylenen PES adlı partiyle ortaklık kurmuştur. Bunun yanı sıra kurduğu ittifak içinde bir dizi iş adamı ve (Latin Amerika’da genellikle Katolik kilisesinden daha sağ bir siyasi ideolojiye sahip olan) Evanjelist kilise grupları da vardır. Maliye Bakanı şimdiden belli olmuştur: sağcı PES’in önde gelen liderlerinden Urzúa! Ekonomi böylece bir sağcıya teslim edilmektedir. Bu durumda, iş dünyasının önde gelen örgütleri olan Consejo Mexicano de Negocios (Meksika İşadamları Konseyi, yani Meksika TÜSİAD’ı) ve Confederación Patronal (Meksika TİSK’i) tarafından López Obrador’a seçimden sonra olumlu açılımlar yapılmış olması şaşırtıcı değildir. Evet, ittifakın içinde bir dizi sendika ve taban örgütü de vardır, ama bir kez ekonominin kilidini sermayedarlara teslim ettiniz mi gerisi gelir!
López Obrador, Meksika halkının taleplerini yerine getirebilecek bir programa sahip değildir. Programının ekseni olarak yoksuzlukla mücadeleyi belirlemiştir. Yoksullukla, sefaletle, tarımda yaşanan çöküntüyle mücadele için gerekli fonları yolsuzlukla mücadeleden elde edilecek kaynaklarla sağlayacağını ileri sürmektedir. Burada anlamlı bir ekonomik mantık yoktur, çünkü rüşvet ekonomisi sona erdiğinde kamu otomatikman daha büyük fonlara sahip olmaz! Üstüne üstlük, Meksika ekonomisinin genel işleyişinin ürünü olan rüşvet ve yolsuzluğu devlet aygıtını hallaç pamuğu gibi atmadan geriletmek muhtemelen bir hayaldir. AMLO sermayeye ve ABD emperyalizmine o kadar saygılıdır ki, son dönemde yabancı petrol tekelleriyle yapılan sözleşmeler aracılığıyla faaliyetleri adım adım özelleştirilmekte olan Pemex söz konusu olduğunda bile bir yeniden kamulaştırmanın sözünü etmemektedir. Oysa Meksika dünyanın önde gelen petrol üreticilerinden biridir ve AMLO’ya gereken kaynaklar için önemli bir alternatiftir.
AMLO başlangıçta muhtemelen bazı spektaküler girişimlerde bulunacaktır. Bu, uyuşturucu çetelerinin şiddeti karşısında bir atak olarak ortaya çıkarsa, AMLO’nun bir suikaste hedef olması bile bir olasılık olabilir. Ama bir kez bu aşama aşıldığında AMLO muhtemelen adım adım teslim olacaktır.
Bütün soru, onun teslimiyetiyle birlikte halk hareketinin de çöküntüye girip girmeyeceğidir. Bu soru sadece nesnel koşullar tarafından değil, Meksika’nın Morena dışında kalmış devrimci Marksist solunun kitlelerle bağlarını koparmadan AMLO ve Morena’ya bir alternatif üretme konusundaki siyasi ve örgütsel becerilerine de bağlı olacaktır.
Her durumda, Trump’ın inşa etmeye kararlı göründüğü “duvar”ın öte yanında toprak kaymıştır ve bunun Amerika kıtalarının ve dünyanın politik kaderinde mutlaka etkisi olacaktır.
Ek söz
Gerek 2006’da dev çadırkentin kurulduğu, gerekse AMLO’nun seçim zaferinden sonra kitlelere hitap ettiği (bkz. bu yazının başındaki fotoğraf) Zócalo meydanının bir yanında (yukarıdaki resimde tam karşıda) AMLO’nun ülkenin başkanı olarak görev yapacağı saray var. O sarayın içinde Diego Rivera’nın yaptığı duvar resimleri var. O duvar resimleri yaklaşık bir yüzyıl önce Meksika’nın devrimci köylülerini ve yeni yeni çoğalmakta olan işçilerini dünya devriminin bir parçası olarak gösteriyor. AMLO saraya girerken bu resimlere ne kadar göz atar bilinmez. Ama geleceğin tarihi, AMLO’nun ofisinden değil, o duvar resimlerindeki işçi ve köylülerin torunlarının eylemlerinden doğacak.