Mavi Marmara davası: Bir fiyaskonun ardından
AKP iktidarının geçtiğimiz yaz meclisten geçirdiği ve Siyonist İsrail ile "normalleşmeyi" sağlayan anlaşmanın bir sonucu olarak, toplumda Mavi Marmara davası olarak bilinen dava da 9 Aralık 2016 Cuma günü mahkeme tarafından düşürüldü. Üzerine çokça düşünmek gereken bu meseleyi yorumlamadan önce, sürecin gelişimini hatırlatmakta yarar var.
Neler yaşanmıştı?
Gazze'ye doğru farklı limanlardan yola çıkan ve farklı ülkelerden toplam 8 gemiden oluşan, Gazze ablukasını kırmayı amaçlayan Özgürlük Filosu'na 31 Mayıs 2010 günü sabaha karşı 02.00 sularında gayrimeşru İsrail Devleti'nin silahlı kuvvetleri uluslararası sularda saldırdı. Filo'daki gemilerden Mavi Marmara'da bulunan 9 kişi öldürüldü. Olayı izleyen dönemde Türkiye ve gayrimeşru İsrail arasındaki siyasi ilişkiler gerildi. Ancak perde arkasında ticari ve askeri ilişkiler hızlanarak sürdü.
Kamuoyunda Mavi Marmara davası olarak anılan dava ise, operasyona katılan askerler ve gayrimeşru İsrail ordusunun eski genelkurmay başkanı Rau Gabiel Aşkenazi, deniz kuvvetleri komutanı Eliezer Alfred Maron, hava kuvvetleri istihbarat sorumlusu Avishay Levi ve İsrail İstihbarat Başkanı Amos Yadlin aleyhinde Türkiye mahkemelerinde açılan bir davaydı. Filistin halkına yönelik zulümden dolayı hiç bir hesap vermeyen Siyonist işgalcilere yönelik, sembolik de olsa, burjuva devletler arası uluslararası hukuku zorlayan bir dava olması anlamında bir önemi vardı. Fakat, Erdoğan ve AKP hükümeti, Mavi Marmara davasını kendi siyasi çıkarları doğrultusunda ustalıkla kullandılar. Bir tek, o dönemin AKP’liler nezdinde "makbul" şahsiyetlerinden olan Fettullah Gülen, Wall Street Journal'a konuştu ve İsrail'i açıkça savunma alçaklığını gösterdi.
Türkiye, Mavi Marmara saldırısının ardından ilişkilerin eski düzeyine dönmesi için; resmi kanallarla kendilerinden özür dilenmesi, ölenlerin yakınlarına tazminat ödenmesi ve Gazze ambargosunun kaldırılmasını istedi. Mart 2013'te bir ilk gelişme olarak Netanyahu ile Erdoğan karşılıklı özür diledi. Netanyahu (içeriği tartışmalı olsa da) Mavi Marmara olayı dolayısıyla özür dilerken Erdoğan da İsrail’in ırkçı bir devlet olduğu konusunda söylediği bir sözden dolayı özür dileyecekti. . Bu karşılıklı özrün, aslında iki ülke arasında başka nedenlerle ilişkileri eski düzeyine döndürecek bir yakınlaşmanın ön adımı olduğu ve bu anlamda gayrimeşru İsrail'in çıkarına olduğu daha sonraları anlaşılacaktı.
Anlaşma, "normalleşme", Mavi Marmara davası
Haziran 2014'te Roma'da iki ülke arasında, sadece siyasi bir "normalleşmeyi" değil, bunun çok ötesinde bir ittifak durumunu, ayrıca gayrimeşru İsrail'in Filistinlilerden çaldığı doğalgaz rezervini Türkiye üzerinden Avrupa'ya satması için pazarlıkları da içeren görüşmeler başladı. Bu görüşmeler medyada "normalleşme" adıyla anılmaya başlandı. 17 Aralık 2015 tarihinde İsviçre'de Dore Gold ve Feridun Sinirlioğlu bir araya geldiler ve bir taslak üzerinde uzlaştılar. İzleyen dönemde bir yandan görüşmeler sıklaşırken, diğer yandan Türkiye Salah Aruri adlı Hamas yetkilisini sınır dışı ederek Siyonistlere bir jest yaptı. Ayrıca Mart 2016'ya gelindiğinde, Türkiye'deki bazı Hamas üyelerinin oturma izinlerinde sıkıntılar yaşandığı haberleri yayıldı.
Nihayetinde, sayılan şartlardan tazminat konusunda da bir anlaşmaya varıldı. Ancak Erdoğan'ın üzerinde esip gürlediği, Gazze ablukasının kaldırılması konusunda hiç bir sonuç alınamadı. Buna karşılık AKP ve Erdoğan, tüm şartların sağlandığının propagandasını yapmaya başladı. 26 Haziran 2016 tarihinde ise iki ülke arasındaki ilişkileri yeniden eski durumuna getiren ünlü anlaşma imzalandı.
AKP taraftarı medya tarafından bir zafer gibi sunulan bu anlaşma, İsrail'in Gazze'ye uyguladığı ambargonun devamını içermekteydi. Gazze'ye gidecek her türlü malzeme, İsrail'in işgali altındaki Aştod limanına getirilecek ve sadece İsrail izin verirse Gazze'ye aktarılabilecekti. Anlaşmanın Filistinlilerin çıkarına olduğu propagandasını yapabilmek için, TOKİ'nin Gazze'de konut yapacağı türünden zırvalar ortaya atıldı. Hamas içerisindeki bazı unsurlardan destek açıklamaları alındı.
Ancak bu anlaşmanın en önemli sonuçları, MİT ve MOSSAD arasında istihbarat paylaşımını içermesi ve bunun yanı sıra, İsrail'in Filistinlilerden çaldığı doğalgazın Avrupa'ya pazarlanmasında Türkiye'yi devreye sokması ve Türkiye mahkemelerinde görülen Mavi Marmara davasında (veya daha sonra açılacak başka davalarda) İsrailli yetkililerin her türlü sorumluluktan muaf tutulmasıydı. Sonuncusunun anlamı, gayrimeşru İsrail devleti yetkililerinin Türkiye'de yargılanamayacak olmalarıydı.
Buna karşılık, Mavi Marmara avukatları, düzenlemenin bir af niteliğinde olduğunu ve TBMM'den 209 oyla değil, en az 330 oyla geçmesi gerektiğini belirterek, bu anlaşmanın geçersiz olduğunu ve dolayısıyla hükümlerinin, davanın düşmesi için yeterli olmadığını savundular. Ancak, anlaşma sonrasındaki oturumlarda mahkeme heyetinin bu görüşte olmadığı ortaya çıkmaya başladı. Son olarak 2 Aralık 2016 tarihinde İstanbul 1. Ağır Ceza mahkemesinde görülen duruşmada gerginlik en üst düzeye çıktı. Eşini Mavi Marmara baskınında kaybeden, kendisi de yakın zamanda düzenlenen kadın filosunda yer alan Çiğdem Topçuoğlu'nun salonda baygınlık geçirmesinin ardından duruşma 9 Aralık tarihine ertelendi.
Devrimci İşçi Partisi'nin de Çağlayan Adliyesi'ne giderek takip ettiği bu son duruşma, kapıda Filistin bayraklarının ve üzerinde Filistin bayrağı bulunan bilekliklerin dahi güvenlikler tarafından toplandığı, mahkeme salonuna alımlar sırasında gerginliklerin yaşandığı bir ortamda başladı ve söylendiği kadarıyla (salona sadece müştekiler alınmıştı), mahkeme salonunda mahkeme heyetinin Mavi Marmara avukatlarına yönelik bazı tavırları sonucunda bu hava daha da gerildi. Bir kaç saatlik duruşmanın ardından, mahkeme heyetini protesto eden Mavi Marmara avukatları cübbelerini çıkararak salonu terk ettiler. Ardından sadece Siyonist oluşumun avukatları ve gazetecilere okunan kararda, dava düşürüldü, sanıklar üzerindeki yakalama kararı kaldırıldı ve dava masrafları Türkiye Cumhuriyeti devletine yüklendi.
Davanın siyasi boyutu
Davanın hukuki boyutu ile ilgili olarak çok şey yazıldı, yazılmaya devam da edecek. Türkiye ve gayrimeşru İsrail arasındaki anlaşmanın bir af anlaşması olduğu, bu yüzden mecliste aslında 330 oyla geçmesi gerekirken, 209'da kaldığı, zaten her halükarda davanın Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmayan müştekileri açısından anlaşmanın bir sonuç da doğuramayacağı (müştekiler arasında yabancılar da var) gibi konular, gerçekten tartışmayı hak eden cinsten.
Buna karşılık, davanın düşürülmesine giden süreç tamamıyla politik. Biz kısaca bu yanına bakacağız.
Erdoğan'ın ünlü "one minute"çıkışı ve Mavi Marmara davasına sahip çıkar görüntüsünü kazıdığımızda, altından, tüm dünyada BDS hareketinin boykot çağrısı yaparak en azından bazı tavizler vermeye zorladığı gayri meşru İsrail ile artan bir ticaret hacmi çıkıyordu. Devrimci İşçi Partisi olarak bu durumu o dönem ciddi şekilde eleştirdik. Türkiye BDS hareketinin öncülüğünü yaptığı eylemlerle bu durum defalarca kınandı. O dönemlerde gerçekleri söyleyenler, siyasi İslam'ın kalemşörlerinin saldırılarına, tehditlere ve hedef göstermelerine maruz kaldılar. Bir Filistinli dostumuz işinden atıldı ve Haber 7 sitesi bir diğerini fotoğrafını izinsiz yayınlayarak hedef gösterdi.
Ancak "normalleşme" anlaşmasının koşullarının açıklanması, AKP tabanı açısından da bir şok doğurdu. Dün "one minute" denilen, "siz öldürmeyi iyi bilirsiniz" denilen Siyonist oluşum, yakın bir dost ve müttefik olarak sunulmaya başlandı, Ortadoğu'nun bu arsız işgalcisi, mecbur ve muhtaç olunan bir dost gibi gösterildi. Bu kadar büyük bir utanmazlığı aklamak için AKP'li paçavraların yazarları, dibe doğru büyük bir yarışa girdiler.
Tüm bunlar olurken, bir zamanların kahramanı olarak gösterilen ve Mavi Marmara gemisini organize eden örgüt olan İHH'ya, Erdoğan "Gazze'ye giderken kimden izin aldınız?" diyerek çıkıştı. İHH'nın haddini bilmesini ve sesini çıkarmamasını istedi. İHH, bu söylenenlere karşı neredeyse hiçbir tepki veremedi. Yuvarlak ve hamasi laflardan ibaret ve hiçbir işe yaramayan bir laf salatasını sosyal medyada ve sitesinde gezdirdi durdu. Sürece dair eleştirilerinde, AKP'nin veya Erdoğan'ın adını bile anamadı.
Oysa, karşı karşıya kalınan haksızlık o kadar büyüktü ki! Karşı taraftan tek somut kazanım olarak gösterilen ve ailelere dağıtılacağı iddia edilen 20 milyon dolar bile garip bir şekilde Türkiyelilerden ödeniyordu bir anlamda.Gayri meşru İsrail, Türkiyeli bir şirketten geçmişe yönelik 40 milyon dolar vergi borcu olduğunu belirterek, ödemesini istedi, bu sorunu da böylece çözmüştü. Gazze'nin çıkarına olacağı söylenen anlaşma, Gazze'ye uygulanan ablukanın tanınması anlamına geldi. Mavi Marmara ile Gazze'ye gitmek üzere yola çıkanların, Siyonistleri tanımayarak, gitmeyi reddettikleri Aşdot Limanı, Türkiye'nin ablukayı devraldığı, ablukanın ortağı haline geldiği yer oldu. En önemlisi de, zor durumdaki Siyonist ekonomiye can suyu verecek olan doğalgaz satışını gerçekleştirebilmeleri için Siyonistlere bir olanak tanındı. Türkiyeli şirketler, en başta Zorlu holding olmak üzere, Filistinlilerden çalınan doğalgazın nakli için sıraya girdiler. Bu paralarla işgalci ordu, Filistinliler üzerinde kullanacağı yeni silahlar almakta artık daha az zorlanacaktı. Anlaşma sonrasında Türkiye ve gayri meşru İsrail arasında askeri anlamda da işbirliğinin artacağı açıktı. İşte Mavi Marmara davası, böyle bir süreçte devam etti.
Kahrolmayan İsrail
Duruşma gününe geri dönelim. Cuma günkü duruşmanın çıkışında (muhtemelen çoğu İHH destekçisi) kalabalık ve büyük kısmı gençlerden oluşan kitle tekbir getirerek, sloganlar atarak adliye binasını terk etti.
Kimileri açısından etkileyici bir manzaraydı. "Burası Türkiye, İsrail değil!" sloganının yanı sıra, bazı ayetler, "cenk, cihad, şehadet" vb. sloganlar, bina dışında kitlenin üzerinde dalgalanan bir Hamas bayrağı...
En kritik olanı ise, "Kahrolsun İsrail!" sloganıydı.
Acaba o sloganı atanların içlerinden hiçbiri, o an, ya da evine döndükten sonra, İsrail'in kahrolmadığı, aksine ihya olduğu gerçeğiyle yüzleşmiş midir?
Evet, Türkiye'de İslamcı bir parti, karşısındaki rakip burjuva kampını ve onun siyasi uzantılarını bir şekilde mağlup ediyor. Darbe girişiminden sıyrılıyor. KHK'larla memlekette işçinin, emekçinin canına okuyor. Bir istibdad rejimini adım adım inşa ediyor. Filistin’le dayanışma ifadeleri ağızlarından eksik olmuyor Tepesindeki lider, gözünü Ortadoğu'ya dikerek kendine "reis" dedirtiyor. Ama İsrail'e bir şey olduğu yok!
Aksine, AKP badireleri atlattıkça, İsrail ile ticaret artıyor. Askeri ilişkiler artıyor. İsrail, Suud ile beraber daha sıkı bir müttefik haline geliyor Türkiye için. İsrail şimdi de çalıntı doğalgazı AKP ve Reis'in yardımlarıyla bir güzel satıp parasını cebe indirecek.
Evet, gerçek bu kadar net: İslamcı bir iktidar Türkiye'de serpilirken, kahrolan Siyonizm değil! Filistinliler ve onların müttefikleri!
Kahrolmayan Filistinliler de var tabi. Türkiye'nin veya AB'nin yamacına yanaşmış, buradan sağlanan fonlara, bazen mevki ve makama gözünü dikmiş pek çokları da var. Ancak, Gazze'de abluka altında, ya da Batı Şeria'da her gün kontrol noktaları arasında yaşamını sürdüren Filistin halkı, İsrail semirdikçe, daha da kahroluyor. Yaşamları daha da zorlaşıyor.
İslamcıların kısıtları
Bu parantezi kapatalım ve Türkiye'de Filistin davasını sahiplenen İslamcı örgütler için açık konuşalım: Ne AKP, ne İHH, ne de diğer İslamcı hareketler; emperyalizmden, ABD'den, İsrail'den gerçek anlamda kopamazlar, kopamıyorlar! Biz 6. Filo'ya karşı mücadele ederken de durum böyleydi, bugün de böyle. Arada bazıları kopacak gibi olurlarsa, gereken düzeltme yapılıyor ve hizaya çekiliyorlar.
Bunun en önemli nedeni, İslamcı hareketlerin birer burjuva hareketi olmasıdır. Bunlar, yapıları gereği, egemen sınıfların İslamcı kanatlarının çıkarlarına aykırı davranamazlar. Yani sorun yapısal bir sorundur. AKP, bir şeyi yanlış yapıyor değil. İslamcı burjuvazinin çıkarlarını korumak için ne yapması gerekiyorsa onu yapıyor. Müsiad vb. teşkilatlarda örgütlenen burjuvazi, İsrail ile savaş değil, bölge ile ticaret istiyor. AKP gemisinden inmeyen kim varsa, bu gerçeklikle yaşamak zorunda!
Ancak, içinde bulunduğumuz dünya durumunda, bu sorunun bir de konjonktürel boyutu var.
Bu boyut, İslamcı örgütlerin çoğunun Ortadoğu'da AKP tarafından körüklenen mezhep savaşındaki rollerinden doğmakta. Bir yandan mezhep savaşını savunup, hatta içinde yer alıp, diğer yandan Siyonizm'e karşı tutarlı bir mücadele yürütemezsiniz. İslamcı burjuvazi ve AKP, Siyonistlerle değil, Şiilerle savaşmak istiyor. Suriye'de çıkarlarınız İsrail ile bir iken, Filistin'de ayrı düşmeniz söz konusu olamaz. Bunun için, Siyonistlerle, ABD ile, Suud ile kol kola girmiş olan AKP'den ve İslamcı burjuvaziden kendinizi ayırmanız gerekir. Ayıramıyorsanız, yine bu gerçeklikle yaşamak zorundasınız!
Oysa ne İHH ne de başka İslamcı örgütler açısından kendilerini AKP'den ayırma gibi bir durum yok. AKP televizyon kanalını kapattığı halde, kendini AKP rejiminden ayıramayanları bile var. Bu topraklarda Siyonizme karşı ilkeli, tutarlı ve uzun soluklu bir mücadeleyi örebilmek siyasi İslam'ın yapabileceği bir şey değil.
Devrimci İşçi Partisi Siyonizme karşı uzlaşmaz bir mücadeleye çağırıyor!
Devrimci İşçi Partisi olarak, Siyonizme ve emperyalizme karşı mücadeleyi, bayraklarımızın üzerine silinmez mürekkeplerle yazdık. Bizim çıkarlarımız, Batı Şeria'da kontrol noktalarında her gün saatlerce bekleyen Filistinli işçi ve emekçilerle bir. Bizim çıkarımız, çantasından çıkardığı bıçağı, öleceğini bile bile eli silahlı fanatik bir yerleşimciye veya bir işgal askerine saplamak üzere atılırken en ufak bir korku bile duymayan Filistinli kadınlarla bir. Bizim çıkarımız, korkusuzca Siyonist rejime kafa tutan Yahudilerle bir.
Bizim politikalarımız, katılanları dolambaçlı yollardan Aşdot limanına değil, Arapların ve Yahudilerin beraber yaşayacağı, birleşik, bağımsız, laik ve sosyalist Filistin'in başkenti Kudüs'e çıkaracak.
O yüzden, sadece Türkiye işçi sınıfının kurtuluşu için değil, Filistin'in özgürlüğü için de, AKP'nin gemisinden inmek, Devrimci İşçi Partisi'nin gemisine binmek gerekli.
Üstelik bu gemidekiler yoldaşlarını asla satmaz.Oysa bugün Mavi Marmara'da yaşamını yitirenlere ihanet edenlerin, yarın başka bir doğalgaz anlaşması için, 15 Temmuz'da yaşamını yitirenlere ihanet etmeyeceğini de, hiç kimse garanti edemez, söylemedi demeyin!