Fethullah Gülen Gramsci’ci midir?
Gazetemizin “onur yazarı” bu sayıda yayınlamakta olduğumuz yazısında, sol liberallerin İslamcı siyasi zevatın her şeyinde boncuk bulma yaklaşımının en gülünç örneklerinden birini teşhir ediyor. Bu yazı, içinden geçtiğimiz halk isyanı içinde kimi, yandaş basındaki köşesinden kopmak, kimi, bu yazıda sözü edilen “en medyatik” köşe yazarı örneğinde olduğu gibi, âkıl adamlıktan istifa etmek zorunda kalan birtakım şahsiyetlerin geçmişte nerelere kadar düşmüş olduğunun güzel bir örneğini sunuyor. Bugün tıyneti ortaya çıkmış olan İslamcı siyasi zevatı kitlelere kabul ettirmek için geçmişte şeytanın aklına gelmeyecek argümanlar bulanlardan acaba hiç özeleştiri duyacak mıyız? Şunu da ekleyelim: Bugün solda birçok insan bu sol liberalleri ti’ye alıyor, ama on beş yıl önce onları teşhirde Nail Satlıgan epeyce yalnızdı!
Fethullah Gülen’in ne mene bir strateji izlemekte olduğu tartışılırken Türkiye solunun en “medyatik” köşe yazarı, müthiş bir tour de force sergileyip, bu zatın Gramsci’ci hegemonya ve mevzi (ya da siper) savaşı kavramını ülkemize uyarladığını ileri sürüverdi.
Yazarın merak ettiği bir şey vardır: F. Gülen’in kendisi ya da en azından danışmanları, Gramsci’den haberdar mıydılar, yoksa bu kavram ve uygulamaya kendiliklerinden mi ulaşmışlardı?
İnsan evladı, hele Marksizmle en ufak bir yakınlığı varsa, büyük bir devrimci Marksist ile antikomünist bir vaiz eskisini, “adliye” ile “mülkiye”yi ele geçirmekten söz eden bir “kökten dinci” ideolog bozuntusunu yan yana getirirken biraz daha düşünmeli değil midir?
Elbette Gramsci’nin “hegemonya”sı ile “süper mürşit” Gülen’in “takıyye”si arasında hiçbir ilişki yok. Bunu görmemek için, post-Marksizmin alıklaştırıcı etkisi karşısında her türlü savunma refleksini yitirmiş olmak gerekiyor.
Gramsci iyi bir Marksistti. Komünist Manifesto’daki “Komünistler, kendi görüşlerini ve amaçlarını gizlemeye tenezzül etmezler.” ilkesine hep bağlı kaldı. Keza mevcut devlet makinesinin baskı araçlarının, idari aygıtlarının, o arada “adliye” ve “mülkiye”nin de ele geçirilip, “devrimci” amaçlar için kullanılamayacağından asla şüphe etmedi.
Gramsci’nin hegemonya kavramının uyandırdığı ve Marksizmin tarihinde anlamlı tartışmalar doğurmuş kimi belirsizlikleri bir yana bırakalım. Bu kavramda değerli olan ve günümüze de ışık tutmasında yarar olan temel vurgu şudur: Tarihi olarak gerileme aşamasına girmiş bir üretim tarzı içerisinde, devrimci bir sınıfın yükselişine eşlik eden öyle bir dizi süreç vardır ki bunlar yönetici sınıfın egemenlik mekanizmalarını giderek artan bir ölçüde zayıflatır. Hâkim sınıf(lar)ın siyasal iktidarının cepheden bir taarruzla devrilmesi, bu süreçleri izlemelidir. Bu süreçler, feodal ve yarı feodal toplum içerisinde burjuvazinin yükselişini andırır.
Gramsci bu süreçleri, oldukça ayrıntılı olarak sayıp döker de: Devrimci sınıfın yönetici sınıfın ideolojisine teorik ve/ya da ideolojik düzlemde meydan okuyuşu; “aydınlar”ın, daha özgül olarak da “toplumun ara tabakaları”nın kurulu düzenin savunucuları, “paralı askerler”i ile onun radikal muhalifleri arasında giderek artan bir ölçüde farklılaşması; devrimci sınıfın ve nüfusun, yönetici sınıfın ideolojisinin ezici etkisinden, giderek artan bir ölçüde kurtulmakta olan kesimlerinin çoğalışı; devrimci sınıfın, kurulu düzenin yıkılmasını amaçlayan örgütlenişinin güçlenmesi; hüküm süren üretim ilişkilerinin, otomatik olarak yeniden üretilmesine katkıda bulunan “değerler”in toplumun tümü üzerindeki boyunduruğunun, giderek artan bir ölçüde zayıflayışı; yönetici sınıfın kendisi, özellikle bu sınıfın gençleri içerisinde bölünmelerin ve “bilinç bunalımları”nın derinleşmesi bu süreçler arasında yer alır Gramsci’ye göre.
Şimdi, bunların hangisinin, devleti “ele geçirmek” ile en ufak bir ilgisi var?
Gramsci’nin hegemonya mücadelesi, toplumun, emekçi sınıfların bağrında egemen sınıfların devletine ve ideolojisine karşı verilir. Gülen’in, ele geçirilip, takıyye yoluyla savunulmasını istediği “mevziler” ise toplumun değil, devletin, dahası onun baskı aygıtlarının, yani “derin devlet”in içerisindedir.
Bunları gözardı edip, devrimci bir Marksist ile fesatçı bir şarlatan arasında benzerlik kurmak için yalnız bilgisiz ve alık değil, aynı zamanda dengesiz olmak gerekiyor.
Bu yazı Gerçek Gazetesi'nin Ağustos 2013 tarihli 46. sayısında yayınlanmıştır.