Zaferin gizlediği mağlubiyet
2011 seçimleri, aynen dokuz ay önceki anayasa referandumu gibi, iki büyük zaferle sonuçlandı. AKP üçüncü defa, üstelik % 50’ye yaklaşan bir oranla, Türkiye’nin batısındaki rakipleri üzerinde açık ara bir zafer kazandı. Ama Tayyip Erdoğan’ı gazetelerinin birinci sayfalarına koydukları grafiklerle her sandık deneyiminden zaferle çıkan bir politikacı olarak yücelten düzen sözcüleri, genellikle ikinci büyük zafere ancak iç sayfalarda, o da dilleri söylemeye varırsa işaret ediyorlar: Kürt hareketinin ve mücadele içindeki Kürt halkının büyük zaferi. Bu gerçeği saklamayanlar da var: birinci sayfalarında “seçimin ikinci muzafferi” diye BDP’den söz edenleri söylüyoruz. Ama onlar bile, AKP sempatileri yüzünden, işin esasına girmiş olmuyorlar. Kürt hareketi sadece ikinci galip değildir. “Yenilmez” diye sunulan Tayyip Erdoğan’ı Kürt bölgesinde üst üste dördüncü defa mağlup etmiştir! Yani Erdoğan Türkiye’nin batısında her seçimden galip çıkıyor olabilir. Ama bu toprakların doğusunda da hep mağlup oluyor!
AKP’nin ve Erdoğan’ın büyük zaferi, tuhaf tuhaf “sosyolojik” yorumlara yol açıyor. Daha dokuz ay önce AKP’nin referandum zaferini “halkın demokrasiden yana olması”na atfedenler, şimdi “Erdoğan MHP’nin söylemini çaldı, halk da milliyetçiliğe prim verdi” diyebiliyorlar. Erdoğan’a oy veren aynı iller, aynı halk. Ama dokuz ay önce çok demokrat olduğu için veriyor halk ona oyunu, dokuz ay sonra da faşist bir dil kullandığı için! Ciddiyetsizlik,özellikle liberallerde diz boyu!
AKP’nin seçimleri üçüncü kez böyle büyük bir farkla kazanmasının sırrı, Türkiye’de yaşanmakta olan derin kutuplaşma kavranmaksızın açıklanamaz. “Ben anlamıyorum, işçi, memur, köylü bu kadar kötü durumdayken, AKP’ye neden oy veriyor?” diye soranlar, bu kutuplaşmayı, yani Türkiye’de siyasi bir iç savaş yaşadığını anlayamayanlar ya da partilerin kaderini analiz ederken bunu bir kenara bırakanlardır. Bu iç savaş burjuvazinin iki kanadı arasında veriliyor. Halk bu kutuplaşma içinde neden öteki tarafa oy versin ki? Neden AKP’ye oy verdiği bir türlü anlaşılamamış olan yoksul halkın önemli bölümü, burjuvazinin geleneksel, yani Batıcı-laik kanadının ve onun etrafında toplanmış olan beyaz Türklerin her şeyine düşmandır: hayat tarzına, kültürüne, kendisini aşağılamasına, zenginliğine. Onu sınıf düşmanı olarak görmektedir. Neden onun güçlerine oy versin ki? AKP, aynen kendisinden önce bir dizi sağ politikacının ve İslamcı hareketin ana gövdesinin yaptığı gibi, bu kızgınlığı ve nefreti, üretim ilişkileri dışındaki sembollerden hareketle kışkırtıyor ve halkın desteğini kazanıyor. Başka şekilde söyleyelim: Yoksul halk ekonomik bakımdan ötekilerin AKP’den daha iyi olacağını düşünmüyor ki, ekonomik sıkıntıları dolayısıyla ötekilere oy versin!
Hatta daha da ötede, ekonomik bakımdan AKP’nin kendisi için daha iyi olacağını düşünüyor. Bunun nedeni de AKP’nin Türkiye tarihinin bu bakımdan en şanslı burjuva partisi olmasıdır. 2001 krizinde Türkiye kapitalizmi halka son derecede acı ilaçlar içirerek kendine çeki düzen verdikten sonra, krizin bitiminde iktidara gelen AKP, ondan sonraki altı yılı dünya ekonomik konjonktürünün muazzam elverişli olması sayesinde hızlı büyüme ile geçirmiştir. 2007 seçimleri bu şanslı konjonktürde kazanılmıştır. Bir yıllık bir kriz parantezinden sonra, tam da 2001 krizi banka sistemini çok sağlamlaştırmış olduğu için Türkiye Avrupa ve ABD ekonomilerinden çok daha hızlı toparlanınca, 2011 seçimleri işte yeniden böyle olumlu bir ekonomik büyüme konjonktüründe yapıldığı için halkın önemli bir bölümü AKP’den şikâyetçi değildir. Ekonominin AKP’nin zaferlerindeki rolü konusunda bu söylenenlerin sağlamasını, 2009 yerel seçimleriyle yapmak mümkündür. Bu seçimler, 2008 sonbaharında dünya çapında başlayan krizin Türkiye’de en ağır etkisini gösterdiği, işsizliğin resmi rakamlarla bile %14’ün üzerine çıktığı bir dönemde yapılmıştı. Ve 2007’de % 47 almış olan AKP 2009’da 8 puan kayıpla % 39’a düştü! Ekonominin genel gidişatının iktidar partisinin kaderindeki etkisini önemsemeyenler, şu garip diziyi açıklamakla yükümlüdür: 2007: % 47; 2009: % 39; 2011: % 50.
Burjuvazinin iç savaşının toplumda yarattığı kutuplaşma ve AKP’nin ekonomik alanda muazzam şanslı bir parti olması dışında, AKP’nin başarısında rol oynayan çok önemli üçüncü bir faktör, elbette yıllar üzerinden gücü büyük artış göstermiş olan Fethullah Gülen cemaatinin (şimdilik de olsa) bu partiyi destekliyor oluşudur. AKP’nin dokuz yıllık hükümet döneminde zenginliğine zenginlik katan cemaat burjuvazisi ve genel olarak İslamcı burjuvazi, bu zenginleşmeyi sürdürmek amacıyla AKP’ye her türlü desteği vermektedir. Bunun 2011 seçimindeki en çarpıcı göstergesi, AKP’nin reklâma harcadığı paranın bütün öteki partilerle karşılaştırılamaz derecede yüksek olmasından bellidir.
Kılıçdaroğlu’nun hayat memat savaşı
Kaset politikası, öyle görünüyor ki, bir işe yaramamıştır. MHP barajın altına itilememiştir. CHP’nin sevimsiz eski genel başkanı Deniz Baykal’ın bundan bir yıl önce bir saray darbesi ile düşürülerek yerine halkın sevgilisi olacağı düşünülen Kılıçdaroğlu’nun getirilmesi de işe yaramamıştır. Kılıçdaroğlu CHP’sinin % 26 oyunu büyük bir başarı olarak sunmak mümkün değildir. Doğrudur, CHP oyları 2007’de % 21’de iken bugün beş yüzde puanı artmıştır. Ama 2009 seçimlerinde bu partinin oy oranı zaten (kısmen Kılıçdaroğlu-Gürsel ikilisinin başarılı İstanbul performansı ile olsa da) % 23’e çıkmıştı. Geri kalan % 3’ü sadece iki faktör temelinde açıklamak olanaklıdır: Demirel ve DSP.
Bu seçimlerde Demirel’in AKP’ye karşı Batıcı-laik burjuvaziyi savunmak amacıyla CHP’yi desteklediği, kendisine bağlı birtakım politikacıların (Mehmet Haberal, Turhan Tayan vb.) CHP listelerinden seçilebilecek yerlerde aday gösterilmesini sağladığı biliniyor. Demirel’in son partisi DYP ile ANAP’ın birleşmesinden doğan Demokrat Parti bu seçimde sadece % 0,65 oy almıştır. Ondan kopan yeni DYP ise % 0,15. İkisinin toplamı % 0,8 eder. Oysa, ANAP bir yana bırakılsa dahi, yalnızca DYP’nin en son seçimlerde, yani 2009’da aldığı oy oranı % 3,7 idi. Aradaki 3 puanın bir bölümü AKP ya da MHP’ye gitmiş olsa bile Demirel’in desteğinin CHP açısından hiçbir sonuç yaratmamış olduğunu söylemek abes olur.
İkincisi, Baykal’ın gidip Kılıçdaroğlu’nun başa gelmesiyle, eski Ecevit-Baykal düşmanlığının CHP’den uzak tuttuğu DSP’liler (başta Rahşan Ecevit olmak üzere) CHP’ye katılmışlardır. Geride kalanların Masum Türker önderliğindeki DSP’si 2011 seçimlerinde % 0,25 oy almıştır. Oysa en son katıldığı seçimler olan 2009’da Zeki Sezer başkanlığındaki DSP % 2,8 oy almıştı. Burada da 2,5 puanlık bir pay vardır. Haydi, DYP’nin (ve ANAP’ın) oylarından CHP’ye hiçbir şey gelmediği yolunda gerçek dışı bir varsayım yapalım. DSP’nin oylarının tarihsel önderin temsilcisi Rahşan Ecevit’in peşinden CHP’ye gelmediğini varsaymak komik olur.
Demek ki, Kılıçdaroğlu CHP’si bazı saray manevralarıyla burjuvazinin partilerinin bir kısmının önderliğinin desteğini almayı başarmıştır. Oy artışı da bunun ürünüdür. Ama halktan zırnık ilave oy alamamıştır. Durumu yüz kızartıcıdır. CHP, halka önerdiği aile sigortası ve benzeri, sözde emekçi yanlısı politikalara rağmen halktan en ufak bir ilave destek görmemiştir. Hâlâ Batıcı-laik burjuvazinin ve Beşiktaş’ın ve Kadıköy’ün, Çankaya’nın ve Alsancak’ın zengin yeni küçük burjuvazisinin partisidir!
Kılıçdaroğlu’nun son bir yıl içinde parti yönetiminden adım adım temizlediği kadrolar şimdi intikam almak ve daha “ulusalcı” bir politikacıyı partinin başına getirmek için bir atak başlatacaktır. Bunun başarılı olup olmayacağını bilmemiz mümkün değil. Ama ister Baykal’ın bir kez daha geri gelmesi, ister başka birinin (mesela Süheyl Batum’un) “Baykal’sız Baykal’cılık” yapmak üzere Kılıçdaroğlu’nun yerine seçilmesi, partiyi daha da batırmaktan başka bir işe yaramayacaktır. İhtimal düşüktür, ama gerçekleşirse, Kılıçdaroğlu CHP tarihinin gördüğü komik episodlardan biri olarak tuhaflıklar müzesinde yerini alacaktır.
Türkiye merkez solunu çok güç günler bekliyor. İki şey kesindir. Birincisi, Batıcı-laik burjuvazinin AKP ve Erdoğan’ı seçim sandığı aracılığıyla devirme, daha doğrusu şimdilik gemleme ve gelecek için bir umut yaratma konusundaki girişimi hüsranla sonuçlanmıştır. Bu, çok daha sert yöntemleri yeniden gündeme getirecektir. İkincisi, Batıcı-laik burjuvazinin bağrında yeni siyasi oluşumlar yolunda arayışlar başlayacaktır.
Faşizmin sıkıntıları
Kaset politikası MHP’yi barajın altına itememiş olabilir. Ama MHP’nin 2002’den 2007’ye (%9’dan % 14’e) ve 2009’a (% 16) kadar yarattığı yükseliş dalgasının durduğu, hatta belirgin biçimde geri döndüğü (% 13’ün de altında) ortadadır. AKP-cemaat ittifakı, MHP’yi şimdilik sandıkta bitirememiş olabilir, ama bu, yakın dönemde bu alanda büyük sarsıntılar yaşanmayacağı anlamına gelmez. Bir kere, oyunu yükseltmesine rağmen yeni anayasayı kendi başına yapıp referanduma götürmek için gerekli 330 sınırının sadece dört milletvekili altında kalmış bir AKP’nin, oy elde etmek için içini karıştıracağı ilk parti MHP’dir. Tarihi “Başbuğ” Türkeş’in oğullarından birini bile AKP’ye kaptıran Bahçeli yönetiminin bu konuda zor durumda kalacağı hemen hemen kesindir. İstanbul 3. Bölge’de kaset skandaline rağmen YSK himmetiyle üçüncü sıradan milletvekili seçilen İhsan Barutçu’nun, kendi partisi ile gerginliği içinde bu operasyonda aracı rol oynaması dahi beklenebilir.
Bundan daha önemlisi ise partinin başarısızlığının faturasının er ya da geç Devlet Bahçeli’ye kesilmesidir. Bahçeli’nin anayasa referandumundan bu yana Fethullah Gülen’le giriştiği bilek güreşinden de zararlı çıkacağı hemen hemen kesindir. Parti dışında kümelenmiş “eski ülkücüler” ekibi Bahçeli’nin devrilmesinden avantajlı çıkabilir. Bu ekibin bir bölümünün gücünü bir ölçüde AKP ile ittifaka borçlu olduğu da biliniyor. Dolayısıyla, MHP’yi zor günler bekliyor.
BBP de çok başarısız bir seçim yaşamış ve % 1’in altında kalmıştır. Bir önder partisi olarak doğan BBP’nin, Muhsin Yazıcıoğlu’nun esrarlı ölümü sonrasında kendini liderinin hayatından sonra bu sefer de ölümü üzerinde yapılan tartışmalar sayesinde bir süre ayakta tutma olanağına rağmen, olağanüstü bazı gelişmeler olmadıkça çöküntüye gireceğini daha önce bu sitede belirtmiştik.
Emekli general Osman Pamukoğlu’nun Kürt düşmanlığı üzerinden inşa etmekte olduğu HEPAR’ın durumunu ihtiyatla ele almak lazım. HEPAR seçim kampanyasında, özellikle Bursa’da ve Antalya’da, öteki faşist partilerin “sorumlu” bir görünüm vermek istedikleri için son yıllarda az başvurdukları yöntemler temelinde Kürtlere saldırı üzerinden adını duyurmaya ve milliyetçi-faşist çevrelerde puan kazanmaya çalıştı. Aldığı oy çok çok düşük olsa da (% 0,3), bu onu gerilemek yerine daha da saldırganlaşmaya itebilir. Ya da Pamukoğlu öteki faşist partilerden birini ele geçirmek üzere manevralara girişebilir.
Her durumda, 2011 seçimleri Türkiye’de faşist hareket için sıkıntılı bir dönemin açılmasına vesile olmuştur.
Ön devrimci durumun sandığa tercümesi
Bu seçimlerin bir galibi aynı zamanda mağluptur. Erdoğan ve AKP batıdaki bütün rakiplerini, bir kısım gazetelerin manşetinde yazdığı gibi “ezip geçmiş” olabilir. Ama doğuda, Kürt bölgesinde Erdoğan Kürt hareketine ve mücadele eden Kürt halkına mağlup olmuştur. Buna karşılık, Kürt hareketi “namağlup” tek galiptir! Sadece Kürt illerinde değil, kazanmayı bekleyebileceği her yerde kazanmıştır! Sadece 2007’de iki bölgesinde kazandığı İstanbul’da her üç bölgede de kazanmamıştır, bir geçiş bölgesi olan Çukurova’da, hem Mersin’de hem de Adana’da kazanmıştır! Sadece kazanmakla kalmamış, milletvekili sayısını 2007’nin 23’ünden bugün 36’ya çıkartmıştır!
Bu zafer, ezilen Kürt halkının bütün dostları için ve elbette Marksist enternasyonalistler için muazzam bir sevinç kaynağıdır. Ama ardındaki süreç iyi anlaşılmalıdır. Gerçek gazetesi ve sitesi, birkaç aydır Türkiye’nin Kürt halkının eylemleriyle, bilinciyle, kararlılığıyla, cesaretiyle bir ön devrimci durumun bütün işaretlerini vermekte olduğunu vurguluyor. Bu yönelişiyle, Kürt halkı Türkiye’nin güneyindeki Arap halklarının devrimci şahlanışı ve Türkiye’nin batı komşusu Yunan halkının ön devrimci ruh durumu ile tam bir titreşim içine girmiştir. Bunu kavramak son derecede önemlidir. Parlamentoda izlenecek politika ancak bu özgül durumun ihtiyaçlarıyla uyumlu olduğu takdirde bu büyük seçim başarısının hakkını vermiş olacaktır. Daha genel olarak gerek Kürt hareketi, gerekse onun bloktaki müttefiki sosyalist hareketlerin yeni durumun karakteristik özelliklerini hesaba katarak politika yürütmesi elzemdir.
Dönem, sadece Türkiye parlamentosunun aritmetiği tarafından tanımlanmıyor. Bu, aslında son derecede ikincil bir faktördür. Dönem, bir depresyon olduğu her geçen gün berraklaşan dünya ekonomik kriziyle, Arap halklarının devrimci ayağa kalkışıyla, bu devrimci dalganın Akdeniz’in Avrupa kıyılarına taşması ve bir Akdeniz devrim havzasının oluşumuyla ve emperyalizmin ve müttefiklerinin ve bu arada AKP hükümetinin Arap ve Akdeniz halklarının kalkışmasına karşı aldığı tedbirlerle tanımlanıyor.
Bir “sivil ve demokratik anayasa” hayalinin böyle bir dönemin ihtiyaçlarına cevap olması mümkün değildir. Kürt hareketi ve bütün solun, Kürt halkının ön devrimci ruh durumunu da veri alarak kendini büyük mücadelelerine hazırlaması gerekiyor.