Fidel Castro öldü, ABD emperyalizmi rahat nefes aldı
Fidel Castro hayatını yitirdi. ABD emperyalizminin sayısız suikast girişiminden kurtulan anti-emperyalist dev adam, 90 yaşında yatağında yaşlılık sonucunda öldü. Castro ölümüyle emperyalizme bir kez daha tokat vurmuş, son bir zafer kazanmış oluyor. ABD Fidel’i öldüremedi!
Şimdi ABD’nin Miami eyaletinde bayram yapanlar var. Sokağa çıkmış kutlamalar yapıyorlar. “El viejo es muerto” (“ihtiyar öldü!”) diye bağırıyorlar, sonra da 20. yüzyılın en ironik sloganını yeniden atıyorlar: “Cuba libre”! Yani “Özgür Küba”. Castro ve sosyalizm düşmanlarının bu sloganıyla tarihi gerçekler sonsuz derecede çarpıtılmış oluyor. Onlar Castro gidince Küba’nın özgürleşeceğini haykırıyorlar. Oysa Küba’yı özgürleştiren Fidel ve arkadaşları idi! Küba 1898’de İspanya’nın bir sömürgesi olmaktan çıkıp ABD emperyalizminin yarı-sömürgesi haline gelmişti. Fidel ve yoldaşı Che adada Batista diktatörlüğünü yıkmadan önce adanın güçlü adamları, hayatı romanlara, filmlere konu olmuş Lucky Luciano gibileriydi. Yani Amerika’nın ünlü mafyası, gangsterleri. Adanın en önemli ekonomik faaliyetlerinden biri olan turizmi, otelleri, kumarhaneleri, genelevleri böyle saygın (!) Amerikalılar yönetiyordu. 1958-59’da Fidel ve yoldaşları adayı “esir” (!) hale getirdiler. Şimdi Papa ve Obama Küba’yı özgürleştirecek! İşte Miami’den, emperyalistin kucağından bakıldığında manzara böylesine baş aşağı görünür. Tevekkeli devrimi hâlâ savunan Küba halkı, yani ada nüfusunun büyük çoğunluğu, bu Miami karşı devrimcilerini “gusanos” diye adlandırmış. Yani “kurtçuklar”. Öylesine parazit, öylesine aşağılık, öylesine küçük!
Fidel Castro 1959’dan bugüne kadar Amerikan emperyalizminin, Latin Amerika halkının ağız dolusu söylediği gibi “yankiler”in yenilmez olmadığını kanıtlamıştır. 20. yüzyılın ikinci yarısına böyle damga vurmuş, bütün dünyanın halklarına bu anlamı ifade etmiştir. Ardından söylenecek ilk söz budur. Onun için biz de onu, bütün eleştirilerimize rağmen, tutarlı anti-emperyalizmi, Küba’nın onurunu korumadaki kararlılığı, ezilenin yanında durmaktaki ısrarı dolayısıyla bizim cenahtan biri olarak yolcu ediyoruz.
Fidel daha 27 yaşında, 26 Temmuz 1953’te, ABD’nin hâkimiyeti altındaki Küba’nın diktatörü Batista’ya karşı Moncada kışlasına askeri saldırıyla ilk ayaklanmasını gerçekleştirmişti. Bu yüzden hareketinin adı 26 Temmuz hareketi oldu. Sonra yanında kardeşi Raúl Castro ve Küba devriminin erken ölen iki kahramanı Camilo Cienfuegos ve Arjantinli Ernesto Che Guevara başta olmak üzere gerillalarıyla birlikte, Batista’ya karşı üç yıl çarpıştı ve 1958-59 yılbaşında başkent Havana’yı ele geçirerek iktidarı aldı. Başlangıçta programı demokrasi ve anti-emperyalizmle sınırlıydı. Ama 1959-61 arasında, emperyalizm çağında anti-emperyalizmin mantıksal sonucunun sosyalizm olduğu gerçeği Castro’yu ve yeni Küba rejimini bir sürekli devrim sürecine sürükledi. 1961’de Castro Kübası kendini sosyalist olarak ilan etti.
Castro ve Guevara, başlangıçta devrimi başta Latin Amerika olmak üzere dünyaya yaymak üzere örgütlenmeye giriştiler. Ne var ki, çeşitli devrimci girişimlerin başarısızlığa uğraması ve Che’nin 1967’de ölmesinden sonra Castro Sovyetler Birliği’nin yörüngesine girdikçe bu çabadan uzaklaştı. Sonunda kendi üslubuyla ve dikbaşlılığıyla Sovyet blokunun diğer liderlerinden farklılaşmakla birlikte, dünya politikasında Sovyet bürokrasisinin çizgisini benimsedi. Yani Küba devrimi dışında devrim için faal bir çaba gösterme yönelişinden uzaklaştı. Yine de Sovyet politikalarıyla çelişmediğinde uluslararası dayanışma bakımından Küba devrimi bütün öteki rejimlerin ötesine geçti. Apartheid rejiminin sürmekte olduğu Güney Afrika’ya karşı Küba askeri güçlerinin Afrika’da verdiği savaş, eski dünya devrimi perspektifinin son kalıntısı da olsa önem taşır. Buna karşılık Castro 1979 yılında Nikaragua’da, Küba’nın yanı başında, zafere ulaşan Sandinist devrimin bütün Orta Amerika’ya yayılması potansiyelini engelleyerek bir ölçüde Küba’nın bugün ulaştığı çıkmazı kendi elleriyle hazırlamış oldu.
Castro’nun ölümü bir dönemin, öncesiyle sonrasıyla 1968 devrimci dalgasının getirdiği şanlı mücadele ve zaferler döneminin bütünüyle kapanması anlamını taşıyor. Ama Latin Amerika’da olsun, Akdeniz yöresinde olsun, uzak Asya’da olsun, emperyalizmin kalbinde Madrid’de, Atina’da, Paris’te olsun, Ortadoğu’da Türk, Kürt, Arap, Fars halklarının bağrında olsun, devrim, anti-emperyalizm ve sosyalizm yeniden ayağa kalkıyor, kalkacaktır.
Fidel'in ölümü, Küba ile kapitalizm arasındaki en büyük moral engeli kuşkusuz ortadan kaldırmıştır. Kapitalist restorasyon hızlanacaktır. Ama Küba’da kapitalizmin ve Amerikan düzeninin yeniden hâkim kılınmasının kaçınılmaz olduğunu düşünenler, sosyalizmden umudunu kesmiş olanlardır. Belki de Küba teslim olmadan önce Arjantin’de ya da bir başka Latin Amerika ülkesinde işçi sınıfı iktidara gelecektir. Küba, bir kopuş olmaksızın, 1959’da girdiği sosyalizm yolunda, bu sefer kıta çapında bir birlik içerisinde yoluna devam edecektir.
O zaman, dünya devrimi yolundan koptuğu, Sovyet bürokrasisi ve onun Küba’daki uzantılarıyla uzlaştığı, Che’nin mirasını terk ettiği için eleştirdiğimiz Fidel Castro’nun adı, her şeye rağmen Latin dünyasında emperyalizmin düşmanı ve sosyalizmden sonuna kadar vazgeçmemiş bir önder olarak işçi sınıfının belleğindeki yerini alacaktır.