Şincan olayları, Çin’in karakteri, emperyalizm ve ulusal sorun üzerine (Levent Dölek - 03-09-2009)
Urumçi'de 5 Temmuz'da yaşanan olaylarla ilgili olarak Sungur Savran'ın internet sitemizde yayınlanan "Uygurlara karşı vahşet, etnik temizlik, soykırım!" başlıklı yazısı Urumçi olayları dolayısıyla Türk faşistlerinin, İslamcıların ve liberallerin iki yüzlülüklerini ortaya sererken, esas eleştiriyi bazı "Trotskist" çevrelerden almış bulunuyor. Devrimci İşçi Partisi Girişimi'nin merkezi politikalarını temel alarak yazısını kaleme alan Savran, Marksist Bakış'ta ve SSS-Sosyalizm [1] sitelerinde yayınlanan yazılarda, "Küçük burjuva solcusu olmakla", "Çin devletinin yanında saf tutmakla", "Uygurlu işçileri suçlamakla" ve "Çin'i bürokratik işçi devleti" olarak tanımlamakla suçlanıyor.
Bu suçlamalar art niyetli okumalara, çarpıtmaya ve yanlış tarih ve Marksizm bilgisine dayanıyor. Ancak bu yazıda biz sadece bu noktaları ortaya koymayacağız, tartışma vesilesiyle ulusal soruna ilişkin temel devrimci Marksist ilkeleri bir kez daha politik güncelliği içinde ele alacağız. Ulusal sorunla ilgili başlıklardan önce, konu Çin olduğu için ister istemez tartışmada önemli bir yer tutan Çin devletinin karakteri ve Çin'in yapısıyla ilgili sorunlara değinerek başlayacağız.
Ancak geçmeden bir noktaya değinmekte fayda var. Bizler tartışmaya açığız. Bu tartışmalar sert bir üslupla olursa da buna içerlemeyiz. Ama yalan söyleme ve karalama saflarımızdan uzak tutulması gereken yöntemlerdir. Mesela Marksist Bakış yazarı diyor ki: "Sungur Savran ve İşçi Mücadelesi'nin Kosova halkı için de "satılmış halk" benzetmesi yaptığını biliyoruz." Nerden biliyorsunuz? Sungur Savran ya da aynı gelenekten herhangi biri ne zaman nerede böyle bir şey yazmış? Karalamayı tırnak içine alıp alıntı havası vermekle tartışma yapılmaz. Yazıda buna benzer bir dizi örneğe cevap veriliyor. Baştan tartışma yöntemine dair bu değerlendirmeyi yapmak önemli çünkü yazıda görülecek benzer örneklerde çarpıtma kısmına kısaca değinip sorunun özüne yönelik fikirlerimizi söylemeye gayret ettik. Umarız eleştirmeye bu kadar hevesli olan arkadaşlarımız bu tavırları ile ilgili özeleştirel bir tutum da benimseme ciddiyetini gösterir ve gelecekte yapılacak tartışmalar için doğru bir gelenek yaratılmasına katkı sunarlar.
Çin Halk Cumhuriyeti'nin çelişik karakteri
Sungur Savran'ın işçi devleti tanımlamasını kullandığı cümle aynen şu şekilde: "Ama Çin bürokrasisinin bir türlü bütünüyle yıkamadığı, kendisi değilse bile kalıntıları hâlâ sürmekte olan eski işçi devletini yıkacak güç ABD olacaksa biz bunun karşısında yer alırız." Bu cümleden anlaşılan nedir? Çin'de işçi devletinin kendisi değil kalıntıları sürmektedir. Çünkü Çin'de kapitalist restorasyon SSCB'de ve Doğu Avrupa'da olduğundan farklı bir rota izlemiştir. Çin'de "Ekonomik alandaki ilişkilerin kapitalist bir karakter kazanması, eski devletin sürekliliği temelinde gelişmektedir."[2] oysa gerek SSCB'de gerekse de Doğu Avrupa'da kapitalizmin restorasyonu işçi devletlerinin yıkılmasının ardından gerçekleşmişti. Çin'de bugün kapitalist restorasyon bizzat Çin Komünist Partisi'nin iktidar tekeli altında bürokrasinin eliyle gerçekleştirilmektedir. Dolayısıyla kapitalistleşmiş bir ekonominin etrafını sarmış bir bürokratik işçi devleti kabuğundan bahsetmek gerekir. Bu tespiti yapmak eleştiricilerimizin sandığı gibi Çin Halk Cumhuriyeti'ne özel bir olumluluk atfettiğimiz anlamına gelmez. Ancak bu çelişik durumun gözden kaçırılması, Çin'de serpilen yerli burjuvazinin ve emperyalist tekellerin Çin devlet mekanizmasıyla içine düştüğü çelişkileri ve bu çelişkilerin yaratacağı muhtemel patlayıcı gelişmeleri öngörememek gibi son derce ciddi bir zaaf yaratmaktadır.
Bugün ÇKP, Deng Şiaoping'in, "beyaz kedi ile siyah kedi arasında fark yoktur önemli olan fare yakalamasıdır" diyerek, kalkınmaya hizmet ettiği ölçüde kapitalist yolun benimsenebileceğini öngören siyasal hattını sürdürmektedir. Bu doğrultuda 1949 devriminin kazanımları hemen hemen tümüyle tasfiye edilmiştir. 1949'dan 1979'a kadar işsizliği tamamen ortadan kaldıran Çin Halk Cumhuriyeti'nde hayat boyu iş güvencesinin sembolü olan demir pirinç kasesi her yerinden delinmiş, emek piyasası tüm vahşiliğiyle Çin'de hüküm sürmeye başlamıştır. İşyerine bağlı bedava sağlık hizmeti, özelleştirmelere paralel olarak büyük oranda paralı hale gelmiştir. Çin'in devasa toprak sorununu halk komünleri temelinde çözen Çin Devrimi'nin bu büyük kazanımınında gedikler açılmak istenmektedir. Çin'in kapıları yabancı sermayeye açılmış, planlamanın yerini gittikçe artan ölçüde piyasa anarşisi almıştır.
Ne var ki 1949 devriminin yarattığı siyasal üst yapı varlığını sürdürmektedir. Yerli burjuvazi ve emperyalizm kapitalist restorasyonun geri dönüşsüz biçimde tamamlanması için bu siyasal üst yapı ile çelişkiye düşmek durumundadır. Zira, ekonomiye yani esas güce sahip olanların siyasi güce de sahip olmak istemeleri kaçınılmazdır. Çin'de bu çelişki, kapitalist yolun ekonomik büyümede sağladığı başarının yarattığı koşullarda son derece yumuşak bir seyir izlemektedir. Çin Komünist Partisi 2002 yılında gerçekleştirdiği 16. kongresinde "üç temsil" şiarı ile ÇKP'nin kapılarını kapitalistlere açtı. Bu büyük tavizi, özel mülkiyetin yasal korumaya alınmasını sağlayan düzenlemeler izledi. Böylece ÇKP kapitalist restorasyonun kolektif yürütücüsü işlevini görmekle birlikte, parti olarak da burjuvalaşma yolunda önemli adımlar atmış oldu. Buna karşılık ekonomik krizin Çin'deki ekonomik durumu alt üst etmesi halinde burjuvazi ile ÇKP'nin bürokratik diktatörlüğü arasındaki balayının sona ermesi kuvvetli bir olasılıktır. Her ne kadar ÇKP, aldığı kararlarla burjuvazi karşısında kendi elini kolunu bağlamış olsa da kriz durumunda Çin'deki sermayenin, karşısında ABD ve AB ülkelerinde olduğu gibi tüm kaynaklarını batan şirketleri kurtarmaya seferber eden cömert bir hükümet bulma olasılığı daha düşüktür. Son ayda Çin borsasındaki sert düşüş ve Çin'in de batı kapitalizminin yaşadığına benzer bir süreç yaşama olasılığının belirmesi dikkatle takip edilmelidir. Balayı sona erdiğinde Çin devlet bürokrasisi ile burjuvazinin boşanma sürecinin son derece çalkantılı ve patlayıcı dinamikler sergileyeceği açıktır. Bu çelişki ne kadar sert yaşanırsa yaşansın elbette ki Çin bürokrasisine güven duymak için en ufak bir neden yoktur. Kuvvetle muhtemeldir ki bugünün kapitalist yolcu bürokrasisi 1949 kalıntısı devlet aygıtının parçalanarak bir burjuva devletinin oluşturulmasında aynı SSCB'de olduğu gibi başrole soyunacaktır.
Ancak dev Çin proletaryasının ayağa kalkması tüm tabloyu değiştirebilir. Şimdiden Çin'de işçi sınıfı ve emekçi köylülük ciddi bir hareketlilik göstermektedir. Bugün bile ÇKP'nin aşağıdan gelen basınç dolayısıyla iş sözleşmelerini kısmi de olsa işçiler lehine düzelten bir yasa çıkarmasının sermayeyi nasıl rahatsız ettiğini, bu yasaya karşı aylar süren bir lobi faaliyeti yapılmasına karşın yasanın geçtiğini düşünürsek bunu daha iyi anlayabiliriz. Toptancı bir yaklaşımla kapitalist restorasyon tamamlandı ya da zaten Çin'de devlet kapitalizmi vardı diyerek hemen Çin'i başka kapitalist ülkelerle aynı kefeye koyanlar, bu çelişkileri görememekte ve kendilerini geleceğin önemli politik çatışmaları karşısında silahsızlandırmaktadırlar. Daha kötüsü bu politik aymazlık, sahiplerini büyük olasılıkla Berlin duvarının yıkılmasının ardından yaşananları "devrim" olarak selamlayanlar gibi tribünden emperyalizmi ve kapitalizmi alkışlama durumuna düşürecektir.
Çin emperyalist bir ülke midir?
Tabii Çin'i de emperyalist olarak tanımlarsanız bu zor durumdan kendinizi bir çırpıda kurtarabilirsiniz. Oysa Marksistler devrimci teoriyi devrimci pratiğin kılavuzu olarak değerlendirirler. Belirlenmiş politikalara teori uydurmak revizyonistlerin ve Stalinistlerin yöntemidir. Çin'in emperyalist olup olmadığına dair bilimsel temellerde ciddi bir teorik tartışma yapmak mümkündür. Ancak eleştiricilerimiz buna zahmet etmeden gelişi güzel toplanmış verilere ve izlenimlere dayanarak Çin'in emperyalist olduğunu söyleyip geçiyorlar.
Eleştiricilerimizden Marksist Bakış, "Çin tüm dünyada ekonomik gücüne paralel olarak emperyalist çabalar içerisindedir" gibi veciz cümlelerle Çin'in emperyalistleşmekte olduğunu anlatmaya "çabalarken" birden Çin'in emperyalizmin zirvesine hızla koşmakta olduğunu keşfediyor ve hızını alamayıp orta vadede (uzun vadede bile değil!) ABD'nin yerine oturacağına dair kehanette bulunuyor. Ne yazık ki Marksist Bakış bu koşuşturma içinde Çin'in neden emperyalist olduğuna dair bir kanıt sunmayı ya da ciddi bir açıklama yapmayı unutuyor. Pardon, Marksist bakışa haksızlık etmeyelim. Doğrudan yazıdan alıntılıyoruz, işte Çin'in emperyalizminin kanıtları: "Uzaya insan gönderiyor, kendi uçağını üretiyor, nükleer silahlar başta olmak üzere silahlanmaya tonla para harcıyor, dünyanın tüm dev tekelleri ile anlaşmalar hazırlıyor, Afrika'da katliamcı diktatörlerle destek karşılığı pazarlarda imtiyaz elde ediyor." Çin'in uzaya insan göndermek ve kendi uçağını yapmak gibi "büyük emperyalist suçlarını" bir an için göz ardı edersek geriye nükleer silah sahibi olmak, gerici diktatörlere destek vermek ve dev tekellerle anlaşmalar imzalamak kalıyor ki bunların da emperyalizm emaresi olarak görünmesi kahve sohbetlerinde mümkünse de Marksizm açısından olanaksızdır. Öncelikle emperyalizm Marksistler açısından yayılmacılık, zalimlik ya da militarizm değildir. Emperyalizm kapitalizmin en yüksek aşamasıdır. Dayandığı ekonomik temel banka ve sanayi sermayesinin kaynaşmasına dayalı tekeller yani finans-kapitaldir. Temel mekanizması büyük çaplı sermaye ihracı ile az gelişmiş ülkelerde aşırı kâr sağlamak ve buraları emperyalist merkeze tabi kılmaktır. Nihayet emperyalizm, dünyanın büyük tekeller ve büyük emperyalist güçler arasında paylaşılma mücadelesi demektir. Dolayısıyla emperyalist olmak için nükleer güce sahip olmak değil tüm dünya çapında gerçek anlamda hegemonya ve paylaşım mücadelesi vermek gerekir. (Yoksa Pakistan ve Hindistan'ı da hemen emperyalistler ligine katmamız gerekirdi) Oysa Çin'in bu tür bir hegemonik gücü Asya ile sınırlıdır. Afrika'daki nüfuzu sözüm ona emperyalist yatırımlarla başlamamıştır. Büyük oranda 60'lardan başlayarak ulusal kurtuluş mücadelelerine verilen desteğin yarattığı politik süreçlerin sonucu oluşmuştur. Nihayet emperyalist olmak için dev tekellerle anlaşma hazırlamak değil dünya çapında faaliyet gösteren ve rekabet eden dev tekellere sahip olmak gerekir. 1,3 milyar nüfusa sahip dev Çin ekonomisinin kendi içinden çıkardığı bu türden finans-kapital birimlerinin hem sayısı hem de ekonomideki ağırlığı, söz gelimi 16 milyonluk Hollanda ya da 9 milyonluk İsveç'le karşılaştırılamayacak kadar geridedir.
SSS-Sosyalizm çevresinden Can Öykü de "Çin Nereye" [3] başlıklı yazısında benzer hatalara düşüyor. Çin'in emperyalist olmasına delalet olarak "kapitalist-emperyalist dünya sistemiyle bütünleşme", "AB, ABD ve Kanada'nın ticaret ortağı olma", "birçok devletle ikili diplomatik ilişkilerini güçlendirerek uluslararası düzeyde politik etkisini artırma" gibi argümanlara baş vuruyor. Bu argümanlar ne yazık ki en az Marksist Bakış'ınkiler kadar çürük. Diplomatik ilişkiler ya da askeri güçle politik etkinliği arttırma çabasının emperyalizm olmadığını vurgulamak gerekir. İran'dan, Venezüella'ya, Brezilya'dan, Türkiye'ye çok sayıda devlet benzer çabalar içindedir ve bu emperyalist olmaktan öte devlet olmanın doğal bir sonucudur. Kapitalist-emperyalist dünya sistemiyle bütünleşmeye gelince. Öncelikle kapitalizm başından itibaren bir dünya sistemidir ve kapitalizmin (ve en yüksek aşaması olan emperyalizmin) gelişmesi adım adım tüm dünyayı kapitalist sisteme entegre etmiştir. Bu bütünleşmenin istisnası Ekim Devrimi, Küba Devrimi, Çin Devrimi gibi devrimlerle inşa edilen ya da ikinci dünya savaşından sonra Doğu Avrupa'da oluşturulan dış ticaret tekeline dayalı rejimlerle kapitalist dünya ekonomisinden kopartılan parçalardır. Dolayısıyla Çin'in bu bütünleşmesi olsa olsa kapitalist restorasyonun ilerlemesine ve yabancı yatırımlarla Çin'in ucuz iş gücünün emperyalist sömürüye açılmasına delalet olabilir.
Çin'in emperyalist ülkelerin ticaret ortağı olmasına gelince... Herkesin bildiği gibi Çin'in ihraç malları dünya piyasalarını adeta istila etmektedir. Sadece tüketim mallarında değil makine ve teçhizatta da Çin, başta iş gücü olmak üzere maliyet avantajlarını sonuna kadar kullanmaktadır. Bu çerçevede büyük ekonomilerin ithalatında da önemli bir yer tutmaktadır. Ancak bu tam da emperyalist olmayışın kanıtıdır. Lenin, Emperyalizm kitabında kapitalizmin son aşaması olan emperyalizmin ayırıcı yanını şöyle ifade ediyor: "Serbest rekabetin tam olarak hüküm sürdüğü eski kapitalizmin ayırt edici niteliği meta ihracıydı. Tekellerin hüküm sürdüğü bugünkü kapitalizmin ayırt edici niteliği ise, sermaye ihracıdır." [4] Dolayısıyla Çin mallarının dünyayı istila edişi ya da Çin'in ticari ortaklıkları hiçbir şekilde emperyalizm alameti olarak gösterilemez. Bu noktada Öykü'nün Çin'in sermaye ihracına da dikkat çektiğini belirtmek gerekir. Sermaye ihracı emperyalizmin ayırt edici niteliği dediğimize göre bu konunun üzerinde biraz durmalıyız.
Sermaye ihracı emperyalizmin ayırt edici yönü olmakla birlikte bu her sermaye ihraç eden ülke emperyalisttir anlamına gelmez. Bugün, sermayenin tüm dünyayı dolaşmasının önündeki engeller uluslararasılaşma ("küreselleşme") süreciyle büyük oranda kaldırılınca dünyadaki ülkelerin bir çoğu belli oranlarda sermaye ihracı yapmaya başladı. Eğer tüm bu ülkeleri emperyalist olarak nitelemeye kalkarsak dünyanın Afrika'nın son derece geri kalmış bazı bölgeleri dışında kalan ülkelerin hepsinin emperyalist olduğunu iddia etmemiz gerekir ki bunun yaşadığımız dünyanın çelişkilerini açıklama konusunda pek de ön açıcı olmayacağı açıktır.
Sermaye ihracının temel dinamiği önemlidir. Yine Lenin'e başvuracak olursak: "...sermaye fazlası belirli bir ülkede yığınların yaşam düzeyini yükseltmeye değil -çünkü bu durumda kapitalistlerin kazançlarında bir azalma söz konusudur- dış ülkelere, geri kalmış ülkelere sermaye ihracı yoluyla, bu kârları arttırmaya yönelirler. Geri kalmış ülkelerde, kâr her zaman yüksektir; çünkü buralarda sermaye pek az, toprak fiyatı nispeten düşük, ücretler az, hammadde ucuzdur... Sermaye'nin ihraç zorunluluğu, kapitalizmin birkaç ülkede fazla olgunlaşmış olması olgusundan ve sermayenin "kârlı" yatırım alanı bulamaması olgusundan ileri gelir." [5]
Bu tanımlamalar ışığında Çin'e baktığımızda ilk gördüğümüz şey Çin'in sermaye ihracının fazla gelişmişlikten değil az gelişmişlikten ileri geldiğidir. Bu paradoksal durumu yaratan olgu Çin'in devasa nüfusu ve iç pazarıdır. Çin, içeride kârların düşmesinden dolayı sermaye ihraç etmemektedir. Tersine emperyalist finans kapital Çin'deki ucuz işgücünü ve dev iç pazar olanaklarını sömürmek üzere çok büyük boyutlarda Çin'e akmaktadır. Yani Çin esas olarak bir sermaye ithalatçısıdır.
Çin hükümeti yeni dışa açılım politikasıyla sermaye ihracına önem vereceklerini açıklamıştır. Bu doğrultuda Çin'in sermaye ihracında gözle görülür bir artış olmuştur. Ancak izlenimlere ve üstün körü rakamlara bakıp karar vermeden önce bu sermaye ihracının niteliğine daha yakından bakmak gerekir. Emperyalist ülkelerin sermaye ihracı esas olarak dünya üzerindeki aşırı kâr olanaklarını değerlendirmek üzere hareket ederken Çin sermayesinin birinci önceliği içerideki üretimin maliyet avantajlarını sürekli kılmak adına dışa bağımlı olunan petrol, çelik vb. hammaddelere yönelmek olmuştur. Dolayısıyla Çin'in sermaye ihracında aslan payını alan bu yatırımların yine Çin'in yerli üretim ihtiyaçlarının bir sonucu olduğunu tespit etmek gereklidir. Yine Çin'in dış yatırımlarında büyük oranda yerli işçi kullanılmaktadır. Bugün yurtdışında çalışan 4 milyonu aşan sayıdaki Çinli işçilerin önemli bir kısmı Çin yatırımlarında istihdam edilmektedir. Bu durum Türk sermayesinin Ortadoğu ve Orta Asya'daki müteahhitlik yatırımlarıyla benzerlik göstermektedir. Bu nasıl emperyalizmdir ki gittiği ülkede yine kendi işçisini sömürmektedir. Yine Çin sermayesi büyük oranda teknoloji ithalatı yapmak için kötü durumda ya da düpedüz batmış şirketleri satın alarak yeni teknolojilere ulaşma gayreti içine girmiştir. Bu girişimler içinde başarılı olanlar olduğu gibi kayda geçmiş ciddi fiyaskolar da söz konusudur.
Çin'in sermaye ihracı bunlarla sınırlı değildir. Ancak bu yatırımların Çin'e emperyalist karakteri verebilmesi için Çin bankalarının uluslararası alanda bağımsız ve hegemonik bir etkinliğe sahip olması ve Çin sermayesinin ulusal anlamda konsolide olması gereklidir. Çin Banka sisteminin büyük ağırlığı devlet bankalarındadır ve bu bankalardan en büyük 4 devlet bankası Merkez Bankası'ndan sonra Tarım, Ticaret ve Kalkınma başlıklarında ulusal çaptaki öncelikler temelinde uzmanlaşmaktadır. Yine 1,3 Milyarlık Çin'in bankalarının uluslar arası etkinliği 10 milyon nüfuslu Belçika'yla kıyaslamak bile olanaksızdır. Bu yüzden Belçika emperyalist kamptadır ama Çin değil!
Yine Çin bugün mal ticareti için olduğu kadar sermaye için de bir ihracat platformu işlevi görmektedir. Emperyalist finans kapital devlerinin yanı sıra, İngiliz sermayesinden ayrı biçimde düşünülemeyecek olan Hong Kong sermayesi (her ne kadar idari açıdan, Büyük Britanya tarafından şeklen Çin Halk Cumhuriyeti'ne devredilmiş olsa da, Hong Kong'ta tek devlet iki sistem adı altında kapitalizm dizginsiz bir varlık sürdürmektedir) kurduğu ortaklıklarla Çin'in sermaye ihracında önemli bir yer tutmaktadır. Dolayısıyla Çin'in sermaye ihracının dünyanın finans-kapital devlerinden tam anlamıyla bağımsız bir biçimde dünyayı dolaştığından söz edilemez.
Gelelim Çin'in sahip olduğu meşhur ABD tahvillerine. Bilindiği gibi Çin dünyanın en büyük dış fazla veren ülkelerinin başındadır. Bu ülke içinde devasa ölçüde döviz birikmesi anlamına gelir. Çin, bu devasa rezervleri ABD tahvilleri alarak yani ABD'ye borç vererek değerlendirmektedir. Bu olgu Çin ve ABD arasındaki dengelerde önemli bir rol oynamaktadır. Çin'in ABD ekonomisinin dış açığının en büyük finansörü olması eline önemli kozlar vermektedir. Ne var ki buradan Çin'in ABD üzerinde hegemonya kurduğu gibi bir sonuca varamayız. ABD'nin Çin'e olan borcu ABD üzerinde ne kadar baskı yaratıyorsa aynı baskı hatta daha fazlası Çin'in ABD dolarının değerinin korunmasına olan hassasiyetinden doğmaktadır. Bugün ABD dolarındaki ciddi bir düşüş Çin rezervlerinin erimesi anlamına gelecektir. Buradan baktığımızda başta İMF aracılığıyla tüm dünyayı haraca bağlamış ABD emperyalizmi ile Çin arasındaki temel fark ortaya çıkmaktadır. Çin'in ABD'ye yatırdığı paralar yine Çin'deki çok gelişmişlikten değil Çin'in az gelişmiş yapısının getirdiği ticaret olanaklarının ve geniş iç pazarın sonucu olan büyük dış fazladan ileri gelmektedir. Çin'e bu sebeple emperyalist demek, mahalleyi haraca bağlamış faizci çeteyle, parasını faizle bankaya yatıran vatandaşı bir tutmak ve ikisine de tefeci demek kadar anlamsızdır.
Çin Halk Cumhuriyeti ve emperyalist sürekli savaş
Çin'in emperyalist olup olmadığına dair yapılan tartışma salt teorik bir tartışma değildir. Bu tartışmada alınan tutumun doğrudan ve çok önemli politik sonuçları olacaktır. Sorun son tahlilde çizginin hangi tarafında olunacağını belirleyecek kadar önemlidir. 90'lı yıllarda emperyalizm tarafından ortaya konan "Yeni Dünya Düzeni"ni ve 11 Eylül'den sonra uygulamaya konan sürekli savaş stratejisini göz önüne almadan ne Çin'in ne de bir bütün olarak Avrasya'nın içinde bulunduğu politik süreci kavramak olanaksızdır.
Kapitalizm 1973-74 yıllarından bugüne uzun ve büyük bir kriz içindedir. Son bir yılda yaşanan mali çöküntüler ve dünya çapına yayılan ekonomik gerileme bu uzun krizin sonucudur. Hem kâr oranlarının düşüş eğilimiyle hem de daralan dünya pazarının yarattığı sıkıntılarla boğuşan kapitalizmin imdadına 1989-91 sürecinde ardı ardına çöken bürokratik işçi devletleri yetişmiştir. Bürokratik işçi devletlerinde yaşanan kapitalist restorasyon süreçleri 1917 Ekim devriminden bu yana adım adım emperyalist-kapitalist sistemden kopmuş olan dünyanın üçte birinin yeniden kapitalist sömürüye açılması demekti. Eski bürokratik işçi devletleri kapitalizm için sadece birer pazar değildi. Aynı zamanda işçi devletinin kazanımı olan devlet mülkiyetine dayalı sanayi, sermayenin talanına uğruyor ve son derece gelişmiş alt yapı finans-kapitalin bu ülkelerdeki faaliyetleri için bulunmaz bir nimet işlevi görüyordu.
ABD öncülüğünde emperyalizm "Yeni Dünya Düzeni" şiarıyla tüm bu eski bürokratik işçi devletleri coğrafyasını kendine tabi kılmak için harekete geçti. Bu yöneliş ekonomik alanda kapitalist restorasyonun tamamlanması, siyasal alanda ise bürokratik devletin kalıntılarının siyasi ya da askeri tasfiyesi ile emperyalizme tabi yönetimler oluşturulmasını içeriyordu. Bu temelde Yugoslavya'da kanlı bir iç savaş kışkırtıldı ve milliyetçiliklerin kıskacında bölge sömürgeleştirildi. Emperyalizme az ya da çok direnç göstermeye kalkanlar emperyalizmin askeri saldırısına uğrarken (Sırbistan), emperyalizmin sözüm ona kurtardıkları (Kosova-Bosna Hersek) ise bugün "özgürlüklerini" sömürge valilerinin yönetiminde yaşıyor. Bulgaristan, Romanya, Polonya ve Macaristan gibi ülkeler AB'nin şefkatli emperyalist kollarına atılarak restorasyonu barışçıl şekilde tamamladılar. Ukrayna ve Gürcistan örnekleri ise bu barışçıl geçişlerin her an çatışma doğurabilecek bir karakterde ilerlediğini bizlere gösteriyor.
11 Eylül "Yeni Dünya Düzeni"nin kuruluşunda savaşı politikanın temel aracı haline getiren önemli bir milat olmuştur. Önce Afganistan, ardından Irak'ın sömürgeleştirilmesi tüm Orta Asya'yı kapsayan büyük ve sert bir hegemonya mücadelesini gündeme getirmiştir. Rusya ve Çin kısa sürede başta ABD olmak üzere emperyalizmin Asya'nın önemli bir bölümünde istediği gibi at oynatması önünde engel oluşturacaklarını göstermişlerdir. Bu yüzden tüm Balkanlar'dan Güney Doğu Asya'ya kadar uzanan büyük bir coğrafyada emperyalizm sadece ekonomik olarak değil askeri olarak da Rusya ve Çin'i kuşatma stratejisi izlemeye başlamıştır. Bu konuda önemli aşamalar da kaydetmiştir. Orta Asya'daki eski Sovyet Cumhuriyetleri'nden birçoğunda üs kurmayı başaran ABD, daha önce birinci elden giremediği alanlara doğrudan politik ve askeri müdahaleler yapmaya başlamıştır. Söz gelimi, daha önce SSCB ve Çin Halk Cumhuriyeti'nin nüfuz mücadelesine konu olan Pakistan, Hindistan çatışmasında (Bu rekabette SSCB Hindistan'ı, Çin ise Pakistan'ı nükleer olarak silahlandırmaya kadar işi vardırmıştır) artık ABD emperyalizmi birinci dereceden söz sahibi olmaya başlamıştır.
Dolayısıyla gerek "Yeni Dünya Düzeni" gerekse de "sürekli savaş" uluslararası alanda sınıf savaşımlarının bir iz düşümü olarak karşımıza çıkmaktadır. Emperyalizm içine düştüğü krizin yakıcılığıyla daha da hırçınlaşarak tüm bir Avrasya'da saldırmaktadır. Bu saldırı esas olarak bölge halklarına ve işçi sınıfına yönelmiştir. Cevap da halkların kardeşliği ve sınıf mücadelesine yaslanan anti-emperyalist bir mücadele ile verilmelidir. Bu mücadelede ne Rusya Federasyonu ne de Çin Halk Cumhuriyeti tutarlı bir anti-emperyalist tutum alabilir. Çünkü iki ülkede de kapitalist restorasyonu yürüten yönetimler mevcuttur. Dolayısıyla ulusal ve uluslararası çapta devrimci Marksist önderliğin inşası yakıcılığını korumaktadır. Bununla birlikte emperyalizmin bu bölgedeki saldırıları ve operasyonları söz konusu olduğunda ne Rusya'nın ne de Çin'in gerici yönetimleri bizim emperyalizm karşısında net ve ikirciksiz bir tutum almamızı engellemez. Aynı dün Irak'ı ve Afganistan'ı, bugün İran'ı ABD emperyalizmine karşı savunduğumuz gibi yarın da ABD'nin saldırısı karşısında Rusya ve Çin'i savunuruz. Bu savunu politik bir desteği içermez, Rusya ve Çin'de proleter devrim için mücadele görevi askıya alınmaksızın ABD'nin askeri yenilgisini hedefler. Bu tutumumuzu değiştirecek tek şey Rusya ya da Çin'in (Birinci Dünya Savaşı'nda Rusya'nın yaptığı gibi) AB ya da Japonya gibi emperyalist güçlerle yağmacı bir ittifaka girişmesidir. O zaman tüm tarafların proleterlerini kendi hükümetlerinin yenilgisi için mücadeleye çağırmak Leninistlerin temel görevidir.
Çin Halk Cumhuriyeti, Şincan ve Ulusal Sorun'da Leninist politika
Yukarıda yaptığımız tartışmalar ulusal sorunda Leninist politik tutumun çerçevesini çizmek bakımından elzemdir. Rabia Kadir gibi emperyalist uşaklarının önünü çektiği bir hareketi desteklemiyor oluşumuzu eleştiren Marksist Bakış ve SSS-Sosyalizm için ise (bu gruplara ana hatlarıyla benzer bir çizgiyi savunan Marksist Tutum'u da ekleyebiliriz) bir ulusal hareketin emperyalizmle olan ilişkisi hiç önemli değildir. Onlara göre ne de olsa her ulusal hareket özünde bir burjuva hareketidir ve emperyalistlerle işbirliği yapması doğaldır. Bu o hareketlerin meşruluğunu değiştirmez. Söz konusu hareketlerin bağımsız devlet kurma yönündeki mücadeleleri her koşulda desteklenmelidir. Bir burjuva politik hareketi koşulsuz desteklemeyi salık veren bir anlayışın bunu reddettiğimiz için bizi küçük-burjuva solculuğuyla suçlaması son derece ironiktir. Ancak uluslararası proletaryanın çıkarları diye bir kavramı hiç anmayan kendi burjuva kuyrukçusu tutumlarını Lenin'e dayandırmaları ise ironiden ziyade ancak çarpıtmayla açıklanabilir.
Bilindiği gibi ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilk olarak sosyalistler tarafından değil burjuvazi tarafından ortaya atılmış daha sonra bir aşamada ABD başkanı Wilson'la özdeşleşmiştir. Elbette ki emperyalistler ulusların bu hakkı kullanmasına kendi çıkarlarının gözlüğünden bakıyorlardı. Burjuvazinin çıkarları elbette tüm dünya halklarının ve uluslararası proletaryanın çıkarlarıyla çelişir. Lenin, sosyalistleri, ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkesine sahip çıkarak emperyalizme karşı savaş ilan etmeye ve ulusları emperyalizme karşı birleştirmeye çağırmıştır: "Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı tanınmaksızın, emperyalizme karşı, uluslar arası sosyalist devrim için savaşım vermek olanaksızdır. ‘Başka ulusları ezen ulus özgür olamaz' (Marx ve Engels) Kendi ulusunun başka ulusları ezmesine göz yuman bir proleter, sosyalist bir proleter olamaz." [6] Marx ve Engels'e referans veren Lenin elbetteki ulusal baskıya karşı mücadeleyi önemserken aynı zamanda emperyalizmin ulusları özgürleştiren değil onları tutsaklaştıran karakterine vurgu yapmaktadır.
Peki Uygurlar söz konusu olduğunda Sungur Savran yoldaşımız ne demiştir: "Çin'de bir Han ulusal hakimiyeti olduğu kuşku götürmez. Bu bakımdan Çin'de yaşayan öteki ulusal ve etnik grupların, kendi kaderlerini tayin hakkı dahil haklarına sahip çıkmak her şeyden önce biz Marksistlerin görevidir." O halde nerede Uygurların kendi kaderini tayin hakkını reddetmek? Ancak eleştiricilerimiz için kendi kaderini tayin hakkını savunmamız ve Uygurlara yapılan baskıya karşı çıkmamız yetmiyor. Bizden, "Bağımsız Doğu Türkistan"ı savunmamız, Uygur milliyetçi ve İslamcılarına destek vermemiz, ABD'nin bölgedeki planlarına nasıl olsa her ulusal hareket burjuvadır diye gözlerimizi kapatmamız isteniyor. Kusura bakmayın bizim kılavuzumuz burjuva ve küçük-burjuva milliyetçiliği değil Marksizm'dir. Ulusal sorunda da sizlerin gerçeklikten kopuk kendinden menkul ilkelerinize kulak asmak yerine Lenin'e ve Leninizm'e bağlı kalmayı yeğliyoruz.
Çünkü Leninizm hiçbir zaman ulusların kendi kaderini tayin hakkının savunulmasıyla her ulusun ayrılarak kendi küçük devletini kurmasını destekleyen küçük-burjuva milliyetçiliğini birbirine karıştırmamıştır. Lenin'in tutumu nettir: "Bu hakkın savunulması hiçbir biçimde küçük devletlerin kurulmasını özendirmek değildir, tersine, daha özgür, korkudan uzak ve bu yüzden daha geniş ve evrensel büyük devletlerin ve devletler federasyonunun kurulmasını hazırlamaktır. Bu büyük devletler, yığınlar için daha yararlı olduğu gibi, ekonomik gelişmeye de daha elverişlidir." [7]
Kendi kaderini tayin hakkını savunmak ve büyük ulusun başka bir ulusu zorla sınırları içinde tutmasına karşı mücadele etmek illa her koşulda bir ulusun ayrılmasını uluslararası proletaryanın sınıf çıkarlarına uygun görmemiz ve desteklememiz anlamına gelmez. Lenin'in Bolşeviklerin ulusal soruna dair programını anlatırken kurduğu şu cümleler son derece önemlidir: "Rus Sosyal-Demokratları kendi programlarına ulusların ve dillerin vb. tam eşitliğini almakla yetinmiyorlar, onun yanı sıra her ulusun kendi kaderini tayin hakkını da tanıyorlar. Bu hakkı tanırken biz ulusal bağımsızlık isteklerine göstereceğimiz desteği, proletarya savaşımının çıkarları koşuluna bağlıyoruz." [8]
Çok açık değil mi? Biz de Uygurlar'ın bağımsızlık mücadelesinin önünü çeken milliyetçi, İslamcı önderliğin, bağımsızlıktan önce akıllarına gelen ilk çözüm önerisi Urumçi'ye ABD büyükelçiliği açmak olduğu için; Olası bir bağımsız Doğru Türkistan'ın bu koşullarda aynı Kosova gibi yeni bir sömürge olacağı için; Şincan'ı ABD emperyalizminin yeni bir üssü haline getireceği için ve tüm bunlar proletarya savaşımının çıkarlarına tamamen aykırı olduğu için bu önderliği desteklemiyoruz.
Aynı şekilde Uygur sorununu kendi içinde değerlendirerek tutum almanın ötesinde faşistlerin, İslamcıların, hükümetin ve emperyalistlerin (ne yazık ki bu durumda kervana "Marksist" ve "sosyalist" arkadaşlarımız da katılıyor) el ele Uygur meselesini dünyanın en önemli gündemlerinden bir haline getirme yönündeki maksatlı çabalarına karşı çıkıyoruz. Deniyor ki Uygur sorunu da aynı Kürt sorunu gibidir. Hayır. Öyle değildir. Sungur Savran bir dizi olguya dayanarak Uygurlarla Kürtlerin durumları arasında bir uçurum olduğunu ortaya koymuştur. Mesela Uygurlar üzerindeki baskı asimilasyonu barındırmıyor. Bu konuda Savran'ın yazısında teker teker olgular sıralanıyor. Tek bir şeyi düşünmek yeter. Bugün son derece kısmi düzeyde ele alınan Kürt açılımı bağlamında Kürt hareketinin taleplerinde Kürtlerin anayasal düzeyde tanınması, özerklik, Kürt diline özgürlük öne çıkmaktadır. Uygurlar bunların hepsine sahip olduğu gibi aile planlamasından, üniversite sınavlarına karşı başka azınlıklarla birlikte Uygurlara da uygulanan pozitif ayrımcılıklar söz konusudur. Bugün Hakkari'den mezun olan öğrencilere ek puan verilmesi ya da doğan Kürt çocukları için ekstra devlet yardımı gibi düzenlemeler kimsenin aklının ucundan bile geçmemektedir. Elbette ki tüm bunlar Kürtlerin de hakkıdır ve Kürtler savaşın ve baskının sonucu olarak taleplerini sınırlamaktadır. Bize Kürtler dile getirmese de tüm haklarını (kendi kaderini tayin hakkı dahil) savunmak düşer. Anlatmak istediğimiz Uygur sorunuyla Kürt sorununun hiçbir biçimde aynı olmadığıdır.
Eğer Uygurlar'a yönelik asimilasyon uygulanıyorsa o zaman Kürtlere uygulananın adını ne koyacağız? Politika olgular temelinde yapılmalıdır. Şincan'da Han Çinlileri'nin nüfusunun artmasına yol açan politikalar Çin'in güvenlik gereksinimleriyle ilgilidir. Çin hükümeti stratejik olarak son derece önemli olan Şincan'da siyaseten güvenilir bir nüfus bileşimi yaratmak istemektedir. Elbette ki Uygurlar'ı baskı altına alan bu politikayı kabul edemeyiz. Bu, bürokrasinin yöntemidir ve halkları milliyetçi bir baskı ile zehirlemektedir. Halbuki gerçek bir proleter iktidarı stratejik bir bölgenin güvenliğini o bölgedeki halkı sosyalizme bağlayacak özgürlükleri ve yaşam koşullarını geliştirerek sağlama yolunu benimsemelidir. Bu da başta ulusların ve dillerin tam eşitliğini garanti almayı gerektirir. Çin Halk Cumhuriyeti'nde bunlar yoktur. Eleştirilmeli, bu baskılar karşısında Uygurların ve diğer halkların hakları savunulmalı ve bürokrasinin politikalarına karşı çıkılmalıdır. Somut olgular üzerinden hareketle belirlediğimiz politika budur. Oysa eleştiricilerimiz ortaya koyduğumuz olguları çürütmek için varsa karşı olguları göstermeye çalışmak yerine politikalarını faşist-islamcı-emperyalist propagandanın yarattığı izlenimlere dayandırmayı daha kolay buluyorlar. Yazık!
Nihayet sürekli savaş bağlamında ele alındığında Şincan'da yaşananlarda sadece Çin hükümetinin Uygur halkına gözdağı vermesinin söz konusu olmadığı görülecektir. ABD'de oturduğu evinden demeçler veren Rabia Kadir aracılığıyla emperyalizm de Çin'e elinde oynayabileceği önemli bir kozu olduğunu göstermektedir. Elbette bu kozu emperyalizmin eline veren Çin bürokrasisinden başkası değildir. Her ezen ulus hakimiyetindeki devlet gibi Çin Halk Cumhuriyeti'de başka bir ulusu ezerek kendi özgürlüğüne ipotek koymaktadır. Fakat Uygurlar için kurtuluş yolu Rabia Kadir ve benzerlerinin önderliğinde ABD uşaklığı yapmaktan geçmiyor. Kosova'ya bakın, Afganistan'a bakın, Irak'a, Kürtlere bakın! Emperyalizm nerede özgürlük getirdi. Tersine kurtardığını iddia ettiği ulusları daha büyük felaketlere sürükledi.
Şimdi tüm bu tartışmadan ve deneyimlerden doğru devrimci sonuçları çıkarmanın zamanıdır. Konuyu mutlaka Uzak Asya'dan yaşadığımız topraklara getirmek gereklidir. ABD yeni bir ulusu "kurtarmak" için kolları sıvamış görünüyor. ""Kürt açılımı" AKP'nin birdenbire başına taş düşmüşçesine Kürt sorununda "demokrat" olmasının bir ürünü değildir. Türk devletinin ABD'nin sürekli savaşına adapte olmasının bir yöntemidir. Amacı, Türkiye'nin (ABD ile ortaklaşa) Kuzey Irak Kürtlerini himayesi altına alırken Kerkük petrol ve doğal gazından yararlanması, buna bağlı olarak Türkiye'deki isyanın da söndürülmesidir."[9] Bu plana karşı çıkmayan bir politika proleter savaşımının çıkarlarını gözeten bir politika olabiliri mi? Dolayısıyla elbette karşı çıkacağız ve DTP'yi ve Kürt hareketini uyarma görevimizi yerine getireceğiz. Diğer yandan Kürtleri ezen ve kendi özgürlüğüne ipotek koymuş bir ulusun sosyalistleriyiz. O halde sokakta yerimiz ezilen Kürt halkının yönü politikamızın sivri ucunun yönü ise emperyalizme ve Türk şovenizmine dönük olacaktır. Lenin'in çizdiği yolu takip eden bu politikaya ulaşmak zorundadır.
[1] SSS-Sosyalizmin ilgili yazısı http://www.sss-sosyalizm.org/sosyalizmden/dervisin_fikri.asp ve Marksist Bakış'ın yazısı http://www.bolsevik.org/1287.htm linklerinden okunabilir.
[2] http://www.iscimucadelesi.net/arsiv/dergi/bes/cin.htm
[3] http://www.sss-sosyalizm.org/sosyalizmden/cin_nereye.asp
[4] V.I.Lenin, Emperyalizm Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, Sol Yayınları, 1998, s.69
[5] V.I.Lenin, A.g.e. s.70
[6] V.I.Lenin, Sosyalizm ve Savaş, Sol Yayınları, 1992, s.29
[7] A.g.e., s.28
[8] V.I.Lenin, Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları, Sol Yayınları, 1993, s.19
[9]Çözüm Ortadoğu Federasyonu http://www.iscimucadelesi.net/index.php?option=com_content&task=view&id=616&Itemid=1