Sıcak sonbahara hazırlanalım!
Gazetemizin Eylül sayısını “Sıcak yaz bitti! Sıcak sonbahara hazırlanalım” manşeti ile çıkarmıştık. 2008 krizinden bu yana, işçi ve emekçileri dünya ekonomisinin büyük bir depresyona doğru ilerlemekte olduğu konusunda uyarıyoruz.
Bu büyük krizin faturası da aynı ölçüde kabarık olacak. Sermaye, krizin faturasını işçi ve emekçilere ödetmek için elinden geleni ardına koymayacak. Kapitalizmin bundan önceki büyük krizlerinden biliyoruz ki işten çıkartmalar, hakların tırpanlanması ve yaşam standartlarının düşürülmesi ilk elde karşımıza çıkacak olanlardır. Bunları yaparken sermaye baskıyı arttırmayı, yeri geldiğinde savaşları ve hatta faşizmi göze alarak insanlığı barbarlığa sürüklemekten çekinmeyecektir. İşçi sınıfı, yaklaşan felakete hazırlıklı bir şekilde karşı koyduğu zaman ise krizin faturasını patronlara ödetmek mümkün olacaktır.
2008-2009 yıllarında dünya krizinin ilk dalgaları kıyılarımıza vurduğunda yaşananlar, önümüzdeki günlerde bizi bekleyenlerin küçük birer örneği olarak görülmelidir. Sermayenin saldırısı da işçi sınıfının direnişi de çok daha büyük ölçekli olacaktır. Kim daha hazırlıklı biçimde bu büyük dövüşe girişirse o kazanacaktır.
İşte sıcak sonbahar uyarımız, dünya ve Türkiye’nin yaşayacağı ekonomik ve sosyal depremde enkazın altında sadece sermayenin kalması, krizde kazananın işçi sınıfı olması içindir.
Yeni krize eski kafayla girilmez
Bir büyük ekonomik kriz daha giderek yaklaşıyor. Faturayı kim ödeyecek sorusu yine ortada duruyor. Önceki faturaları işçi ve emekçiler ödedi. Bu sefer de acı reçeteyi yutmamak için hazırlıklı olmak gerekiyor. Sendikal hareket eski alışkanlıkları ve anlayışlarını yeni dönemin gereklerine uyarlamalıdır.
Yıllardır aynı döngü var. Bir işyerinde sendikal örgütlenme dendiğinde, patrona çaktırmadan öncü işçilerden bir çekirdek oluşturmak ve sonra bu grubu işten attırmadan yüzde 51’i örgütleyip toplu sözleşme için yetki almak anlaşılır. Arada bir yerde patron uyanır ve sendikalıları işten çıkartırsa kapının önüne çadır kurulup en yakın iş mahkemesine başvurulur. İş mahkemesi çoğunlukla işçi lehine karar verir vermesine ama aylar hatta yıllar sonra iş işten geçmiştir.
Kriz döneminde ağır çekim yerini eski siyah beyaz sessiz filmlerin hızlı çekim koşturmacasına bırakacaktır. Kriz bir anda birçok işyerinde işçileri, işten çıkartmalara karşı direnmeye itecektir. Zamana yayılan mahkemelere bel bağlamadan evvel patron ve işçi kesin şekilde karşı karşıya gelecektir. Fabrika işgalleri yaşanabilir ve yaşanacaktır. Sendikalar, yasal yetkiyi korumak amacıyla arabuluculuk yaparak işgalleri kaldırır, işi zamana yayarsa kaybedecektir. İşçi fabrikada gerçek hâkim gücün kim olduğunu göstermeye başladığında patrondan uzlaşmacısı yoktur. Sendikayı araya sokup nefes alacak zaman kazandıktan sonra, işçiyi bir kez kapının dışına çıkardı mı yarı yarıya kazanacağını bilir.
Sendikalar, arabuluculuk yapıp işçinin kendiliğinden eylemlerini söndürmek yerine fabrika işgallerini ve her türden işçi eylemini yaymakla mükelleftir. Olur da sendika taş koyarsa, işçiler kendi taban örgütlenmelerini yaratmalı, gerektiğinde sendikaları peşlerinden sürüklemelidir.
İşsizlik gerçeği: söylenen yüzde 8,2 gerçek yüzde 13,4!
Resmi işsizlik rakamı yüzde 8,2 olarak açıklandı. Söylenene göre işsizlik düşüyor. Oysa iş bulmak her geçen gün zorlaşıyor, işini korumak güçleşiyor ve işten çıkarmalar artıyorken bu rakamlara kimse inanmıyor. İşte DİSK Araştırma Enstitüsü’nün açıkladığı gerçekler!
- Resmi işsizlik rakamlarına, umudunu kestiği için ya da başka bir nedenle son üç aydır iş aramayı bırakanlar dâhil edilmiyor. Oysa umudunu yitirmiş neredeyse iki milyon insan var. Sırf bunlar eklendiğinde işsizlik rakamı yüzde 13,4’e işsiz sayısı ise 4 milyon’a çıkıyor.
- Üstelik gençler arasında bu oranlar çok daha yüksek. Umudunu kaybetmiş olanları da hesaba katınca her dört gençten biri işsiz. İşsiz genç sayısı son açıklanan Haziran rakamlarında Mayıs ayına göre 27 bin kişi artmış durumda!
- Türkiye’de işgücüne katılım oranı yani çalışabilecek yaştaki nüfus içinde hali hazırda çalışanlar ya da iş arayanların oranı düşük. Yaklaşık yüzde 51 civarında. Bu da işsizliği olduğundan rakamsal olarak daha düşük gösteriyor. Eğer iş gücüne katılım oranı AB ülkelerindeki kadar olsaydı Türkiye’de işsizlik oranı yüzde 31,8 olacaktı
- İşsizlik belası sadece uzun süre işsiz kalmak şeklinde değil, aynı zamanda sürekli ve güvenceli bir işte çalışamamak olarak karşımıza çıkıyor. Son dönemde geçici işlerde çalışanlar yüzde 35 oranında arttı.
- Tarımda çalışanların sayısı 1 milyon kişi artmış durumda. Bu büyük artışı, şehirde işini kaybeden kitlelerin köylerine dönmesiyle açıklamak mümkün.
Fedakârlık edebiyatına karnımız tok!
Çalışma ömrü en azından bir ekonomik kriz görmeye yeten her işçi, kriz dönemlerinde patronların tam bir ağız birliği içinde krizden çıkmak için herkesin fedakârlık yapması gerektiğini söylediğine tanık olmuştur. Bu “herkes”in içine kendileri bir türlü girmezler. Krizi kendileri yaratıp fedakârlığı hep işçiden beklerler. Bu “fedakârlıklar”ın en göze görünür olanı toplu işten çıkarmalardır. Ama bununla da sınırlı olmadığına göre başka ne tür “fedakârlıklar”a karşı uyanık olmak gerekir?
- Zaten düşük olan ücretlere kriz bahane edilerek zam yapılmaması, hatta bunların aşağı çekilmesi muhtemeldir.
- İşçi sayısının azaltılması ile birlikte fazla mesainin artışı ve fazla mesai ücretinin ödenmemesi, saat ücretlerinin fiili olarak düşmesi anlamına gelecektir.
- Bazı kazanılmış hakların gasp edilmesi söz konusu olacaktır. İkramiyelerin ödenmemesi, sigorta primlerinde kesintiler, yemek-yol gibi çeşitli yan haklarla ilgili koşulların kötüleştirilmesi ya da elden alınması gündeme gelecektir.
- Kriz gerekçesi ile zorla ücretsiz izne çıkarma ya da kısa çalıştırma gibi yöntemler uygulanacaktır.
- Sendikalı işyerlerinde bugün yeni sendika yasasının beklendiği, yetki tespiti sorunu olduğu gerekçesi ile engellenen toplu sözleşmelerin yapılmamasına ekonomik kriz bahanesi eklenecek, fiilen imzalanmasının önüne geçilecektir.
2008-2009 krizi: Bir yanda sınıfa saldırılar öte yanda sert mücadeleler
2008 yılında başlayan ekonomik krizden daha derin ve daha sarsıcı etkileri olacak bir ekonomik krizin Türkiye’yi saracağını söylüyoruz. Hem 2001 hem de 2008 krizlerinde yaşananlar, krizin yaklaşmakta olan etkilerinin işçi sınıfına saldırı ve buna karşı yükselen mücadele bakımından, önümüzdeki günlerin ne tür olaylara gebe olduğunu görmemizi sağlıyor.
Türk-İş’in 2009 yılında hazırladığı bir rapora göre, Ekim 2008- Temmuz 2009 arasındaki 10 aylık dönemde Türk-İş’e bağlı sendikalara üye 40 bin 755 işçi işten atılmış. 44 bin 340 işçiye ise zorunlu ücretsiz izin verilmiş.
Bursa’daki Türk-İş Bölge temsilciliğinin açıkladığı rakamlar 2009 yılının ilk iki ayında günde ortalama 265 işçinin işten atıldığını gösteriyor.
İrili ufaklı birçok işyerinde işten çıkarmalar yaşanmıştı. Büyük işyerlerinde çıkarılan işçi sayısını yüzlerle hatta bazen binlerle ifade etmek mümkündü. Akbank’ta 1500 kişi bir günde kapının önüne koyulurken, Hyundai 800 işçiyi işten atmıştı. Limanlarda 2008 yılında toplam altı bin işçi işten çıkarılmıştı.
İşçi kıyımları şeklinde yaşanan toplu işten atmaların yanı sıra, işyerlerinde özellikle kriz döneminde patronlar için daha da büyük ayak bağı yaratan sendikalaşmayı bitirmek amacıyla özel saldırılar da gerçekleşti. İşten çıkarmalarda özellikle öncü işçileri hedef almalarının nedeni işyerlerinde sendikal örgütlenmeyi bitirmekti.
Hem krizin faturasını toplu işten atmalarla işçilere ödetme hem de sendikalaşmaya yönelik saldırılarla işçileri örgütsüz hale getirme çabaları, zaman zaman işçi sınıfı saflarında ciddi ve sert mücadelelerin yükselmesine de neden oldu.
Kocaeli’ndeki Tezcan Galvaniz, İstanbul Ümraniye’deki Sinter Metal, Bursa’daki Asil Çelik, İstanbul Kartal’daki Ünsa işçileri kriz bahanesiyle kendilerine yönelen saldırılara fabrikalarını işgal ederek militan eylemlerle karşılık verdiler. İrili ufaklı başka bazı işyerlerindeki işçiler de çeşitli işgal eylemleri düzenlediler. Aralarında Türkiye burjuvazisinin en güçlü temsilcilerinden Sabancı’nın Kocaeli’ndeki lastik fabrikası Brisa bile vardı!
Bu militan mücadelelerin yanı sıra kriz bahanesiyle ya da sendikalaştıkları için işten atılan işçiler, çeşitli grev ve direnişler de örgütlediler. Unilever’in depolarında taşeronda çalışan ve Tümtis’e üye olan işçilerin yedi ay süren ve kazanımla sonuçlanan mücadeleleri, yaklaşık bir yıl süren ve başarıya ulaşan Yörsan direnişi, çeşitli belediyelerde TİS’lerin tıkanması nedeniyle yapılan kısa süreli grevler, Gebze’de Eczacıbaşı’nın ortağı olduğu E-kart’ta aylarca süren grev bunlardan sadece bazıları.
2008 krizi, burjuvazinin krizden çıkış amacıyla yükselttiği saldırılara cevaben işçi sınıfının da sınıf mücadelesinin çıtasını yükselttiğini, yer yer militan yöntemleri de benimsediğini gösteriyor. Önümüzdeki günlerde daha sarsıcı bir krizin etkilerinin derinden hissedileceği düşünülürse birçok işyerine yayılan sert mücadelelere hazırlık yapma gereği ortaya çıkıyor.
Gerçek diyor ki:
Tüm güçlerimizi seferber edelim! Sert mücadelelere hazırlanalım!
- Sendikalı işçiler sendikalarını harekete geçirerek, sendikalı olmayanlar da işyerlerinde kendi yöntemleri ile krize hazırlık amacıyla komiteler, örgütlülükler kurmalıdır. Kriz anında patronun ilk saldıracağı haklar, işyerinde işçilerin sahip olduğu mevziler tespit edilerek, bu alanları korumaya yönelik özel çalışmalar yapılmalıdır.
- Sektör ayrımı olmadan, sendikalı ya da sendikasız pek çok işyerinde irili ufaklı işçi mücadeleleri olacaktır. Bu mücadelelerin yalnız başına kazanma şansı düşüktür. Ancak öncü işçiler “hiçbir mücadele yalnız kalmamalı!” şiarıyla hareket etmeli, dayanışmayı yükseltmek ve mücadeleyi yaymak için tüm olanakları seferber etmelidir.
- Sermayenin saldırısı sertleştikçe işçinin direnişi de sertleşecektir, sertleşmelidir. Fabrika önlerinde aylara yayılan çadırlı direnişler ve uzayıp giden mahkeme süreçlerinin yerine yol kesmelerden fabrika işgallerine kadar daha ileri mücadele biçimleri kaçınılmaz olarak gündeme gelecektir. İşçi sınıfı bu tür mücadele yöntemlerine yönelik özel hazırlık yapmalıdır.
- Önümüzdeki dönemde mücadeleler toplu sözleşme masasına, yetki tespitine gelmeden çok önce sokağa inmek zorunda olacaktır. Sokakta konfederasyon farkına bakılmadan, sendikalı sendikasız ayrımı yapmadan tüm işçilerin birliğini savunmak gerekir. Sendikaların arasındaki ilişkiler ve dayanışma güçlendirilmelidir.
Bu yazı Gerçek Gazetesi'nin Ekim 2012 tarihli 36. sayısında yayınlanmıştır.