Erdoğan ekonomisine kim deva olacak?
Bu yazının kısa bir versiyonu Gerçek gazetesinin Aralık 2021 tarihli 147. Sayısında yayınlanmıştır.
Tarihte bir dinî inancın bütünüyle maddi çıkarlar uğruna böylesine suistimal edilmesine herhalde az rastlanmıştır. 2013’e kadar ekonomi konusunda şansı yaver giden AKP yönetimi, o yıl 2008 uluslararası finans krizinin dalgası ABD’de bir ölçüde ters dönmeye başlayıp ülkenin Federal Reserve adlı merkez bankası faiz yükseltmeye başlayınca kendini dış kredi desteğinden gittikçe daha yoksun kalır buldu.
2013’te bir başka gelişme daha oldu. Gezi halk isyanında Türkiye’nin 81 ilinin 80’inde 4 milyona yakın insan sokağa çıktı, başka bir kısmı da evinden tencere tava çaldı. Erdoğan Gezi ile birlikte sarsıldı. Artık her şey daha istikrarsızdı. Yolsuzluk tartışmaları, müttefikleri yitirmeler ekonomide başlayan güçlüklerle birleşince AKP için iktidarda kalmak, hatta seçim kazanmak iyice güçleşti.
İşte bütün bunlar karşısında, dış sermaye desteği zayıfladığı için, kredi garantisidir, dış borçtur, başka araçlardır, ekonomiyi suni yöntemlerle şişirmek AKP’nin baş ekonomi politikası oldu. Kredi garantisiyle borç yığılınca faiz yükseldi. Dış borç yükselince Türk lirası sıkışmaya başladı. Her ikisi birden ekonomi yönetimini (Ekonomiden Sorumlu Başbakan Yardımcılığı ve Merkez Bankası’nı) artık suni yöntemlere de başvuramaz hale getirince, devreye “güçlü irade” girdi. Erdoğan, “ekonomi benden sorulur” tutumuyla 2018’de ekonomiye daldı. Merkez Bankası gösterge faizi düşük tutulmalıydı ki inşaat ve imalat sektörü müşteri bulsun, yatırımlar düşmesin, Anadolu’nun bankasız sermayesi zarar görmesin, “Alperen” esnaf ayakta kalsın, Erdoğan seçim kazansın. Bunun adı geçtiğimiz günlerde “nas” olarak konuldu.
Uluslararası finansa kölelik ile seçim kazanma motoru arasında sıkışmışlık
Sembolik kavşak 2018 seçimleri öncesi idi. Erdoğan, faizin dünyadaki iki ana mabedinden biri olan (öteki elbette Wall Street’in New York’u) Londra’yı ziyaretinde “ben Merkez Bankasının işine karışabilmeliyim” deyince TL baş aşağı düşmeye başladı, ekonomiden sorumlu bakan Mehmet Şimşek, şimşek hızıyla Londra’yı iknaya koşmak zorunda kaldı. AKP hükümeti geçici olarak geri adım attı ama artık yeni bir dönem başlamıştı.
Seçimden sonra damat Berat Bey’in, adı Amerikanlaştırılan Hazine ve Maliye Bakanlığına atanması baş ekonomistin Erdoğan olacağını iyice belli etti. Yine bu dönemde Ağustos 2018’de TL bir ikinci serbest düşüş yaşadı. O zamandan beri de zaman zaman aynı şey yaşanıyor. Bu tekrarlayan krizlerin arka planında yapısal olarak ekonominin canlı kalması için her olanağın sonuna kadar zorlanması, sonunda ülkenin döviz rezervlerinin bile sıfırın altına indirilmesi (128 milyar dolar meselesi hatırlansın) yatıyor. Berat Albayrak, yarı-askerî rejimin iç çelişkilerinin gerilimleri altında bu koşullarda çekti gitti. Ama mesele o olmadığı, Erdoğan’ın kendisi olduğu için onun gidişinden tam bir yıl sonra ekonomi yeniden ve bu sefer en büyük TL düşüş krizine maruz kaldı.
Bir ekonomi yapısal olarak böylesine zayıf temellerde ayakta duruyorsa, sanki gergin bir ipin üzerinde elinde bir uzun değnek bir ip cambazı gibi ilerliyorsa, çok çeşitli somut nedenler parasal spekülasyon dalgalarına yol açabilir. Son olan da budur. Erdoğan’ın “ben ekonomide istediğimi yaparım” mealindeki açıklaması bütün dengeleri altüst etmiştir. Bu tür spekülatif dalgalar karşısında Merkez Bankasının pek zeki açıklamasında olduğu gibi “gerçekçi olmayan ve iktisadi temellerden tamamen uzak, sağlıksız fiyat oluşumları”ndan söz etmek, iktisat fakültelerinde daha birinci yıl makro iktisat dersinde sınıfta kalacak bir cevaptır. Spekülatif hareketler zaten gerçekçi olmadıkları için spekülatiftir! Siz bu spekülasyona izin veren koşullar konusunda bir şey söyleyin bakalım halka, onlar gerçek mi değil mi anlayalım, o zaman belki sınavınız geçer not alır!
Sonucu çıkaralım: Son büyük TL düşüş krizi de dâhil, bütün bu dalgaların temelinde Erdoğan’ın 20 yıldır sürdürücüsü olduğu ülke ekonomisinin uluslararası finansa kölece bağımlılığı ile Erdoğan’ın seçim kazanma zorunluluğuna uygun bir hoyrat ekonomi politikası arasındaki maddi çelişki yatıyor. “Nas” iddiası bunun üzerine örtülen bir manevi peçe işlevi görüyor.
“Erken seçim” ekonomik deva mıdır?
Erdoğan’ın Türkiye ekonomisini uçurumun kenarına getirmiş olduğu açıkça ortada. Ekonomi kontrol edilemez bir enflasyon anlamında hiperenflasyon patikasına girmiş durumda. Yılların suni büyümesi (ya da son yıllarda ekonominin derin bir daralmadan suni şekilde korunması), yarın büyük bir gürültüyle dehşet verici bir küçülme ile sonuçlanabilir üstelik. Yani artık bıçak sırtında yürüyoruz.
Millet İttifakı’nın, Kılıçdaroğlu’nun, Meral Akşener’in bu ekonomik felakete yanıtı ne? “Erken seçim”. Peki, diyelim erken seçim yapmayı başardınız, diyelim seçimi kazandınız, diyelim yarı-askerî hükümet ve yanındaki faşist musibet size iktidarı izzetüikbal ile teslim etti. Epey bir “diyelim” oldu ama diyelim bütün bunlar gerçekleşti. Başa geçtiniz. Siz bu ekonomiyi nasıl düzelteceksiniz?
Kılıçdaroğlu bu konuda ağzına kelime almıyor. Zira bunun halkın hoşuna gitmeyeceğini gayet iyi biliyor. Biz tablonun bütününe bakarak size öngörümüzü güvenle belirtelim. Kılıçdaroğlu ve Akşener ekonomiden sorumlu başbakan yardımcılığını Ali Babacan’a, o olmazsa Mehmet Şimşek’e, o olmazsa İyi Parti milletvekili, eski Merkez Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz’a teslim edeceklerdir. Kim bilir, sağlığı yerindeyse Kemal Derviş bile yeniden sahnelenebilir. Kendilerine uygun uluslararası finans sermayesinin hizmetkârı bir başka ekonomisti Merkez Bankasının başına getireceklerdir. Onlar da ya İMF ile birlikte ya İMF’siz İMF’cilik yaparak Merkez Bankası gösterge faizini derhal yükseltecek, Erdoğan sayesinde trilyonlarca lira artmış olan dış borçları kuzu kuzu ödeyecek, halka kemer sıktıracak, TÜSİAD’ın talebi olan “yapısal reformları” da hızla yerine getirecektir. Türkiye, Kemal Derviş’le veya onsuz yeniden bir Kemal Derviş dönemi yaşayacaktır. Yani Millet İttifakı’nın ekonomiye bulacağı deva, DEVA partisinin başkanı Ali Babacan’dır!
Halka böyle bir programı dayatarak onu Erdoğan’ın yöntemlerinden farklı yöntemlerle olsa da işsizliğe, yoksullaşmaya, açlığa itecek olan bir ekonomik programın sahipleri elbette bunu yüksek sesle söyleyerek halktan oy alamayacaklarını bildikleri için susuyorlar.
Solun çıkmaz yolu
Sosyalist solun önemli odakları yaşanan spekülatif dalgaya bir “genel grev” çağrısı ile yanıt verdi. Bu çağrı DİP’in de çağrısıdır. Ama DİP dışındaki solda “genel grev”in hemen ardından gelen talep insanı hayretlere düşürecek kadar tuhaftır: “erken seçim”!
Genel grev çağrısı, işçi sınıfının siyasi iktidar ile bir boy ölçüşmeye girişmesi demektir. Kendi iradesini siyasi iktidara sınıf yöntemleriyle, üretimden gelen gücünü ortaya koyarak, onu parlamento ve seçim dışındaki alanlara çekerek ve gerileterek hesaplaştığı bir andır. Böyle bir hesaplaşma başladığında hareketin nereye doğru evrileceği hiç belli olmaz. Türkiye’de tam bir genel grev hiçbir zaman yaşanmadığı için kısmi bazı işçi eylemlerinden örnek verelim.
1990 yılı sonbaharında Zonguldak maden işçisi grev kararı aldığında bunun tarihe geçecek bir eylemlilikle ve Büyük Ankara Yürüyüşü ile sonuçlanacağını sendika yönetimi ve işçiler dâhil kimse biliyor muydu? 2009 yılının sonlarında bütün Türkiye’den Tekel işçileri Ankara’da toplandığında, bunun 72 günlük Sakarya çadırkent eylemiyle, bir bakıma başkentin işçi sınıfınca fethiyle sonuçlanacağını sendika yönetimi ve işçiler de dâhil kimse biliyor muydu?
Başka örneklere gerek yok. Bu soruların cevabı açıktır. Kitlesel işçi eylemleri, bu eylemlere omuz veren bütün aktörlerin iradesinin ötesinde bir dinamik yaratma potansiyeli taşır. Kitlenin birlikteliği bir kartopu etkisi doğurma kapasitesine sahiptir. Bu durumlarda toplam, parçalarından büyük olabilir.
Siz sosyalist hareket adına genel grev talebini öne süreceksiniz, sonra onun potansiyelini hemen sınırlayacaksınız. Erken seçim demek burjuvazinin kurallarıyla (yüzde 10 barajı), parasıyla, üstünlüğüyle (medya, polis vb.) düzenlenen formel bir siyasi faaliyete işçilerin teker teker vatandaş olarak katılması demektir. Bunun genel grevden bambaşka bir dinamik taşıdığı açık değil midir?
Bu iki talebin arka arkaya tekrarlanması, bu sosyalist akımların cumhurbaşkanlığı seçiminin ikinci turunda HDP ile birlikte Millet İttifakı’nın adayına oy vermeye hazırlandığının ilanıdır. Bu sosyalist akımlar, daha işçi sınıfının kendine özgü olanaklarını denemeye bile girişmeden burjuvazinin bir kanadına destek vermeyi şimdiden düstur bellemiştir.
Peki, sonuç ne olacak? Kemal Derviş-Ali Babacan çizgisiyle halkın süründürülmesi! Hatta İMF’ye reddiye sosyalist solun on yıllarca amentüsü haline gelmişken belki de Türkiye ekonomisinin İMF cenderesine teslimi!
Dış borcun reddi, sabit kur, tek bir devlet bankası!
Denecektir ki, bugün Erdoğan’ın ülkeyi getirdiği uçurumun eşiğinde ekonomiyi onarmanın başka yolu yok ki! Bunca dış borç dururken ekonominin piyasa kurallarının dışında yöntemlerle düzeltilmesi olanağı mı var?
Bu, burjuva liberalizminin işçi sınıfının ve emekçilerin çıkarları doğrultusunda bir ekonomi politikası uğruna verilecek her kavganın karşısına çıkardığı korkuluktur. Erdoğan’ın 2018’den beri “Merkez Bankası bağımsızlığı” fetişini zorlaması dolayısıyla solun bir bölümü neredeyse bu neoliberal Merkez Bankası bağımsızlığı tutkusuna iptila olmuştur! Erdoğan gibi ekonominin Wall Street, Londra City ve Frankfurt’a kölece bağımlılığını kırmadan Merkez Bankası bağımsızlığını çiğnerseniz elbette sendeleyip durursunuz.
Ama sorunun çözümü kördüğümü İskender’in kılıcı ile kesmektir: Dış borcu ödemezsiniz, birçok kapının kilidi açılır. Türk lirasının değeri açısından derhal sabit kura geçersiniz. En başta emperyalist ortaklılar olmak üzere bütün özel bankaları kamulaştırır, tek bir bankanın çatısı altında toplarsınız. Böylece, hem ekonominin bütün kaynaklarını tek bir elden merkezî olarak planlama olanağını elde edersiniz. Hem de merkez bankası işlevini işçi sınıfının ve emekçilerin, yoksulların, ezilenlerin ihtiyaçları doğrultusunda siyasi iktidarın eline vermiş olursunuz. Sermaye hesabında konvertibiliteyi kaldırırsınız. Borsayı kapatırsınız. Kumarhane sona erer, demokratik bir irade ile planlama dönemi başlar.
Hangi siyasi iktidarla mı diyorsunuz? İşçi sınıfı genel greve giderse patlamalı olarak yaşanabilecek gelişmelerden doğacak güce yaslanan, Kürt işçi ve emekçilerinin sınıfsal sorunlarıyla birlikte Kürtlerin, Alevilerin, kadınların ve bütün ezilenlerin problemlerine de el atacak bir siyasi iktidar ile.
Tabii bunun için önce Kürt hareketinin geleceğini emperyalizmin desteğinde ve burjuvazinin hiç gelmek bilmeyen demokratik açılımında görmeyi bırakarak toplumun bütün işçi, emekçi ve ezilenlerinin yanında yerini alması gerekiyor. Biz bir çeyrek yüzyıldır Kürt hareketine doğru yolun bu olduğunu anlatmaya çalışıyoruz. Onlar ise “gerçekçi” sandıkları yollardan yürüyüp tekrar ve tekrar felaketler yaşıyorlar.
Bunun için ayrıca işçi sınıfının mücadelesinin dinamiklerine güvenen bir sosyalist hareket gerekir. 1980’li ve 1990’lı yıllarda 12 Eylül’den kağnı hızıyla çıkmakta olan bir Türkiye’de burjuvazinin çeşitli kanatlarına ve Avrupa Birliği’ne yaslanan sol tekrar tekrar hicrana uğramışken hâlâ her kavşakta, “bu seferlik” demeye devam ederse, gerçekçilik içinde olmaz, teslimiyet içinde olur.
Biz bugün “genel grev” diyenin hemen ardından “erken seçim” demesi halinde işçi sınıfının bağımsızlığını asla kazanamayacağını söylüyoruz, biliyoruz. Sınıf bağımsızlığını en temel düstur olarak kabul etmeyen bir sosyalist hareket ne işçi sınıfının sorunlarına ne toplumun ezilenlerin yaralarına merhem olur.
İMF’ye, “piyasa ekonomisi”ne, Kemal Derviş ve Ali Babacan’lara, emperyalizme, burjuvazinin siyasi ve toplumsal iktidarına karşı bugün bir zafer kazanamayabiliriz. Ama bunlarla bugün savaşmaya başlamazsak kurtuluşun yolu, yarın da sonsuza kadar da kapalı kalır.
Daha da kötüsü: Bu politikayla istibdadın bile sonu gelmez!