Faiz kararından piyasalar memnun, peki halk memnun olmalı mı?
Merkez Bankası yeni başkanı Naci Ağbal’la birlikte beklenen faiz artırımını 4,75 puan olarak yaptı ve MB’nin politika faizi yüzde 15’e yükseldi. Zaten Merkez Bankası bir süredir Geç Likidite Penceresi vasıtasıyla politika faizinin üzerinde ortalama yüzde 14,80 ile fonlama yaptığı için pratikte bir sadeleşme ve 0,2 puan da faiz artışına gidilmiş oldu. Enflasyon beklentisi yüzde 12-13 seviyesinde kaldığı sürece Türkiye, enflasyon oranının üzerinde Mısır, Kazakistan gibi ülkelerle birlikte dünyanın en yüksek reel faiz veren ülkelerinden biri olacak. Bunun Türkiye’ye yeniden sıcak para girmesine yol açacak olması, bir süredir hızla değer kaybeden Türk Lirası’nın bir miktar istikrara kavuşacağı beklentisi yaratıyor. Tabii bu beklentilerin hayata geçmesi enflasyonun bu seviyelerde kalmasına ya da azalmasına bağlı. Aksi takdirde Merkez Bankası döviz rezervlerinin suyunu çekmiş olduğu ve yüksek bütçe açığı dolayısıyla kamunun borçlanma ihtiyacının sürekli arttığı bir ortamda yeni faiz artırımı için bundan sonraki Merkez Bankası toplantıları öncesinde benzer bir baskıyı tekrar yaşayabiliriz.
Enflasyonun kontrol altına alınması ise Merkez Bankası’nın para politikasından daha fazlasını gerektiriyor. Burjuva iktisadının bildiği yöntem sıkı maliye politikası ile bütçe açıklarını azaltmak, yani sağlıktan, eğitimden, personel giderlerinden, SGK harcamalarından kesmek… Dolayısıyla daha hemen ilk elde bu kararın peşinden halka yönelik bir kemer sıkma politikasının geleceğini tahmin etmek güç değil. Erdoğan’ın “acı reçete” söylemi de buna işaret ediyor. Son TOBB (Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği) toplantısında faiz kararını acı reçetinin bir parçası olarak görmek lazım dedi ama iktidar yanlısı kalemlerin yansıtmaya çalıştığı gibi acı reçetenin bununla sınırlı olduğunu söylemedi. En genel anlamda yüksek faiz ile ekonominin gemlenmesi piyasaların yani sermayenin beklentisini karşılıyor. Sermaye yatırımlarını kısacak, büyüme yerine daralma çok daha kesin bir senaryo olarak karşımıza çıkacak. Geniş işçi ve emekçi kitleler için acı reçetenin anlamı ise her şeyden önce artan işsizlik olacak.
Piyasaların (sermayenin) algı operasyonu
Burjuva medyası tüm bu manzarayı “piyasalar memnun” diyerek haberleştiriyor. Bu ideolojik söylem, işçi sınıfı ve sermaye arasındaki çelişkileri gizlemek için kullanılıyor. Faizler, kurlar, enflasyon vb. kavramlar sanki nüfusun her kesimini aynı şekilde etkiliyormuş gibi bir algı oluşturuluyor. Bu, çok bildiğimiz “aynı gemideyiz” söyleminin ekonomi alanında bir tekrarından ibaret. Geçtiğimiz ay TL’nin hızlı değer kaybı ve kurların yükselmesi ile oluşan kriz algısının yerini bir umut pazarlama dönemi almış durumda. Elbette ki ekonominin yapısal sorunlarını kimse gizleyecek durumda değil. Bu yüzden hemen hemen herkes Merkez Bankası kararının bir takım yapısal politika değişiklikleriyle tamamlanması gerektiği konusunda hemfikir gözüküyor. Bir kez daha zehirli “yapısal reform” söylemi her yanı kaplamış durumda. Berat Albayrak’ın istifası, Erdoğan’ın hukuk reformu, demokrasi ve insan hakları ile ilgili söylemleri, Merkez Bankası’nı en azından son faiz artırımı için serbest bırakmış görünmesi olumlu gelişmeler olarak yorumlanıyor. Erdoğan’ın acı reçete ifadesi bile bir kararlılık ifadesi olarak pazarlanıyor. Piyasalar (biz bunu sermaye olarak da okuyabiliriz) bunların sözde kalmaması ve yapısal reformlar doğrultusunda bir eylem programına dönüşmesini istiyor.
Dikkat edilirse şu ana kadar zikrettiğimiz başlıkların hepsi soyut birtakım kavramlar üzerinden yapılan yorumlardan ibaret. Pek çok vatandaş bu kavramları, yüzdeleri, rakamları, yorumları takip edecek durumda değil. O yüzden oluşturulan algıya bakıyor. Dolar 7,50’lere geriledi demek ki ekonomi biraz rahatladı diye düşünüyor. Yapısal reform falan olacaksa da bize ne zararı olabilir ki diye düşünüyor. Halbuki durum tam tersi. Erdoğan’ın acı reçetesi faiz artırımının tüm yükünü milyonların sırtına yüklemeyi hedefliyor. “Yapısal reform” deyince iyi şeyler olacak algısı oluşuyor. Ama yapısal reform dediğiniz mesela tam da geçtiğimiz haftalarda işçi sınıfını ayağa kaldıran torba yasaydı. Kıdem ve ihbar tazminatını 25 yaş altı ve 50 yaş üstü için kaldıran esneklik yasası, işçilerin eylemleriyle geri çekilmeseydi, piyasaların istediği yapısal reformlardan bir tanesi yapılmış olacaktı.
Yüksek faiz emekçi halkı nasıl etkileyecek?
Soyuttan somuta gelelim. Piyasaların pek memnun olduğu son gelişmelerin işçi sınıfına nasıl fatura edileceğini kalem kalem görelim. Berat Albayrak “dolarla mı maaş alıyorsunuz” derken ne kadar saçmaladıysa faizlerdeki artışın halka yansımayacağını düşünmek de o kadar saçmadır. Döviz kurundaki artışın faturasını pahalılıkla ödeyen ve alım gücü sürekli düşen emekçi halk büyük bir borç batağı içine sürüklenmiş durumda. Konut kredisine girmiş olanları, otomobil almak için tüketici kredisi alanları ya da ay sonunu getiremediği için temel ihtiyaçları için kredi kartına yüklenip faiz yükü altına giren milyonları çok daha zor bir süreç bekliyor. Geliri yükselmeyen ama harcamaları günbegün zamlarla artan haneler borçlarını borçla çevirmekteyken bunu devam ettirmeleri giderek zorlaşacak. Bankaların kapıları yüzlerine kapandıkça insanlar her mahallede pıtrak gibi biten tefecilerin eline düşecek. Zaten salgın dolayısıyla büyük sıkıntı içine düşmüş olan küçük esnafın durumu da aynı şekilde…
Ancak mesele bununla bitmiyor. Sadece haneler değil şirketler de borç batağında. Küçük ve orta ölçekli şirketler yükselen faizden ilk etkilenecek olanlar. Her sermaye gibi onlar da derhal bu yükü çalışanlarının sırtına yıkmak isteyecekler. İşten çıkarmalar ve ücretsiz izinler artacak. Vatandaş borcunu ödeyemediğinde ya hacze ya da tefecinin eline düşüyor. Ama bu düzende sermayenin iflas edip kaçma ayrıcalığı var. İşçiyi sadece gelirinden olma değil, tazminat haklarını ve ödenmemiş maaş ve mesai ücretlerini de kaptırma tehlikesi bekliyor.
Büyük şirketler de borç batağında. Büyük oldukları için borçlanma olanakları da fazla. İstanbul Sanayi Odası’nın ilk 500 sanayi kuruluşunun borç özkaynak oranı 2019 yılı sonuçlarıyla yüzde 68 gibi rekor bir seviyeye ulaşmış vaziyette. Büyük şirketlerin faaliyet kârlarının giderek artan bir kısmı finansman giderlerine ayrılıyor. Bu şirketler de tabii ki yükü önce çalışanlarına yıkmak eğiliminde. Kısa çalışma ödeneği, ücretsiz izin, her yolu kullanıyorlar. Ama onların iflas edip kaçmanın dışında daha büyük bir ayrıcalıkları daha var. Onlar borçlarını tüm millete ödetme ayrıcalığına sahipler. Erdoğan sağolsun! Odalar ve Borsalar Birliği Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu tüm sermaye adına Erdoğan’a ve iktidarına tam da bunu yaptığı için teşekkürlerini sunuyor: “Kısa çalışma ödeneği başta olmak üzere, firmalarımızın üzerindeki istihdam yüklerini azalttınız. İç Piyasaya destek için, vergi indirimleri gerçekleştirdiniz. Kredi Garanti Fonu’nun kefalet kapasitesini 2 katına çıkardınız. Kamu bankaları vasıtasıyla işletmelerimize düşük maliyetli kredi imkânı sundunuz. Yine bu vesileyle, Sayın Bakanlarımıza da tüm bu icraatlar için ayrıca teşekkür ediyorum.” Yani borcumuzu halka ödettiniz sağolun varolun!
Sermayeye kıyak işçiye ölüm
Aynı süreçte işçi ve emekçiler bırakın vergi indirimini, asgari ücretlinin bile üst vergi dilimine geçtiği bir adaletsizlik yaşıyor. Sene sonları hayat pahalılığına bir de gelir vergisi dilimi ekleniyor. İşçiye emekçiye borç silme yok, haciz var. Sermaye için “istihdam yükünün azalması” demek işçinin alınterinin çalınması, emeklilik hakkının gasp edilmesi, ücretsiz izin dayatması, kısa çalışma ödeneği ile işsizlik sigortası hakkından mahsup edilerek ücret alması, alınterinden kesilerek oluşturulan işsizlik sigortası fonunun sermayece yağmalanması demek.
Türkiye ekonomisinin pandemi sürecinde iyiye doğru giden tek göstergesi Sanayi Üretim Endeksi’nin Haziran ayından sonra pozitif büyümesi oldu. Ne demişti iktidar? Avrupa’nın tedarik zincirlerinde Çin’in yerini alacağız! Bu bizim için bir fırsattır! Gerçekten de salgın, virüs demeden üretti sanayii. Ama bunun bedelini de işçi sınıfı bugün Koronadan kırılarak ödüyor. Fabrikalarda salgın kol geziyor. İşçiler birer birer ölüyor. Hastalığı ailelerine bulaştırıyorlar. Evde kalamayan işçilerin yaşlıları da virüsten korunamıyor. Evet, Türkiye, Avrupa’nın Çin’i olmayı başardı. Bunu emperyalist tekellere bu ülkenin işçisinin sadece emeğini ucuza değil, hayatını da bedava pazarlayarak yaptı. Bu büyük bedellerin karşılığında en ufak bir maddi kazancı da olmadı işçilerin. Salgın fırsatçısı ahlaksız ve şerefsiz patronlar, ücret zamlarını ertelediler, kısa çalışma ve ücretsiz izin dayattılar. Hasta olanları hasta hasta işe getirdiler. Yatağa, hastaneye düşenlerin utanmadan ücretlerini kestiler. Geri kalanlara fazla mesai yaptırdılar. Eve gidip aç kalmakla, işe gelip korona olmak arasında sıkıştırıp işçilerin suyunu çıkardılar.
Hukuk, demokrasi, insan hakları… Hangi sınıf için?
Bunlar hukuka, demokrasiye, insan haklarına, insanlığa sığar mı? Elbette hayır. Ama tam da Erdoğan bu dönemde hukuk, demokrasi, insan hakları demeye başladı… Acaba? Hayır Erdoğan’ın ne dediği gayet açık. Hukuk reformu dediği demokrasi, insan hakları dediği uluslararası sermayeye güven vermekten ibaret. Mesela Erdoğan çıkıp dese ki, “bundan sonra benim ülkemde kimse Anayasa’yı, yasaları, hukuku, demokrasiyi, insan haklarını hiçe sayıp sendikalaşan işçiyi ücretsiz izne çıkartamaz, 25/2’den işten atamaz”; “Anayasa mahkemesi kararlarına uyacağım ve keyfi grev yasağı uygulamayacağım”; “alacaklarda işçinin sırasını bankaların önüne alacağım” sizce sermaye ne der bu işe? Pek demokrat müstakbel Amerikan Başkanı Biden olsun, Avrupa Birliği’nin pek modern ve çağdaş liderleri olsun sizce nasıl görür bu adımları? Rıfat Hisarcıklıoğlu yine teşekkür eder mi? Piyasalar memnun olur mu bundan?
Uluslararası ve yerli sermayenin hukuk, demokrasi, insan hakları diye bir derdi yoktur, olmayacaktır da… Onlar diktatörlükleri hukuki, demokrasi, insan hakları diye sıkıştırıp, diktatörlerden otoritelerini kendileri için kullanmalarını isterler. Ve bunu alırlar da… Yıl 2018… Yine böyle günlerdi. Dolar fırlamış, ekonomide kriz senaryoları ayyuka çıkmıştı. 13 Eylül’de yine Merkez Bankası 6,5 puan faiz artırımı yapmış ve piyasalar yine memnun olmuştu. Bir hafta sonra 19 Eylül’de Erdoğan 30 Amerikan şirketi CEO’sunu Beştepe’ye çağırdı. Aynı gün yine bir Amerikan tekeli olan Cargill’in sendikalaştıkları için işten attığı işçileri ise Amerikan şirketinin, Anayasa ve hukuka uyup kendilerini geri alması için Bursa’dan İstanbul’a yürümekteydi. Gece patronlar sarayda ağırlandı, işçiler ise Vatan Emniyette gözaltında tutuldu. İşçiler öfkeli… Piyasalar memnundu…
Biz ne zaman memnun olacağız?
Biz ne zaman mı memnun olacağız? Fabrikalarda şalterler inip, caddeler, meydanlar işçilerle dolduğunda, memleketin kaderine işçi sınıfı el koyduğunda… Bir başka deyişle piyasaların korkudan ödü koptuğunda…