Savaşır gibi örgütlenmek
Hakkını almak, hayatta kalmak, geleceğini kurtarmak için örgütlenme yoluna giren ve fabrikalarında sendikalaşan işçiler büyük baskılarla karşılaşıyor. Sendika üyeliği anayasal bir hak, sendikaya üye olanlara baskı yapmanın, istifaya zorlamanın ise 6 aydan 2 yıla kadar hapis cezası vardır. Üstelik bu suç, şikâyete bağlı bir suç da değildir ve savcılar tarafından resen (kendiliğinden) soruşturulması mümkün hatta gereklidir. Ancak bir de fiili durum var. Patronun sendikaya üye olduğunu ya da sendikal çalışma yaptığını tespit ettiği işçileri işten atması (son dönemde ücretsiz izne çıkarması) son derece yaygın.
Bu yüzden fabrikalarda tamamen sendikal faaliyetin kendine göre gizlilik kuralları içerisinde örgütlenme çalışmalarını yürütmek zorundayız. Öte yandan bu çalışmayı tamamlayıp yasada gerekli olan yüzde 50+1 kişilik çoğunluğu elde edip Çalışma Bakanlığından yetki belgesi almak da yetmiyor. Çalışma Bakanlığının yetki tespit belgesi gelir gelmez patronlar fütursuzca işten çıkartmalara, ücretsiz izinlere gidiyor, baskılarla işçileri istifa ettirmeye çalışıyorlar. Yasaya göre bir kez yetki belgesi geldikten sonra, başvuru tarihindeki çalışan mevcuduna göre gerekli sendika üye sayısı bir kere sağlanmışsa, isterse patron tüm işçileri istifa ettirsin, yetki itirazı sonuçsuz kalmaktadır.
Ancak patronlar yetki itirazını hukuki olarak sonuç almak için değil, sendikanın yetkisini kağıt üstünde bırakmak, sendikayı yetkili ama etkisiz hale getirmek için yapıyor. Öncüleri işten atıyor. Kalanları yıldırmaya çalışıyor. Patronun bu noktadaki en büyük destekçisi ise yetki davasını, atılan işçilerin işe iade davalarını aylarca hatta yıllarca süründüren mahkemeler. Hak yiyen, yasaları çiğneyen taraf patronlar olmasına rağmen işçileri potansiyel suçlu gören ve patronların yanında yer alan polis ve jandarmayı da unutmamalıyız. Anayasa, yasalar belki işçinin yanında gözüküyor ama bunları uygulatmak için patron, polis, jandarma, mahkemelerden oluşan bir sermaye devleti barikatını aşmak gerekiyor.
Bu barikat aşılmaz bir barikat değil. İşçi sınıfı bu barikatları aşabilecek ve çok daha uzun yollar katedebilecek güce sahip. Ancak bunu gerçekleştirmek için mevcut yasaların dışında sınıf mücadelesinin yasalarının da gereğini yapmak gerekiyor. Yasaları bilelim. Haklarımızı bilelim ve koruyalım. Ama bu işi mahkemelere bırakırsak hakkımızı aldığımızda iş işten geçmiş olur. Dolayısıyla işçi demiri tavındayken dövecek. İnisiyatifi kendi eline alacak. Somut olalım. Patronun işçi çıkartma, baskı kurma ve yıldırma saldırılarına karşı en sonunda üretimi durdurmaya ve fabrikayı işgale kadar varacak fiili bir mücadeleyle cevap vermekten başka çıkar yol yoktur. Patron yıllarca süren mahkemelerde bizi süründürmek istiyor. Biz ise kavgayı bugüne getirmeliyiz.
İşçiler haklı olarak soruyor. Bu eylemleri yapmaya hakkımız var mı? Evet var. Grev sadece toplu sözleşme sürecinin bin dereden su getirilen aşamaları geçtikten sonra yapılan bir eylem değildir. Fiili grevler, işgaller, iş yavaşlatma eylemleri bir haksızlığa karşı işçilerin derhal verebileceği ve vermesi gereken meşru tepkilerdir. Dahası bu eylemler yasaldır. Fiili grev ve işgal dahil bu eylem biçimlerinin, Avrupa Sosyal Şartı, Uluslararası Çalışma Örgütü sözleşmelerinin yanı sıra Yargıtay içtihatları ile de “toplu eylem hakkı” kapsamında değerlendirilmesi gerektiği, tazminatsız işten atma vb. yaptırımlara konu edilemeyeceği sabittir. (Yargıtay 7. Hukuk Dairesinin 2014/7643 Esas, 2014/12368 Karar sayılı ve 04.06.2014 tarihli kararı bu doğrultudadır.)
Yine somut olalım. Toplu eylem hakkının yasal olduğunu bilelim ama bu eylemlerin başarısının mahkemelerde değil fabrikada sağlanacağını da unutmayalım. Bir fiili grev sırasında da patron tazminatsız işten çıkartmaya gidebilir. Hatta bu yola gideceğini varsaymalıyız. Belki polisi, jandarmayı da çağıracaktır. Sonuçta her şey bittiğinde haklılığımız tescillenir, iş mahkemeye taşındığında bahsettiğimiz yasal dayanaklarla birlikte davayı kazanırız, hatta ek tazminatlar da alabiliriz. Ama iş işten geçmiş olur. O halde patronun saldırısı karşısında kırılmamak, hakkımızı alıncaya kadar eylemi sürdürmek, baskılar karşısında yılmamak, üretimden gelen gücümüzü kullanmak gerekli. Patronu çok sevdiği, her şeyden çok değer verdiği kârlarını kaybedeceği gerçeği ile yüzleştirip dize getirmeliyiz.
Şuna inanalım ve bilelim, üretimden gelen gücümüzü birlik, örgütlülük ve kararlılık içinde kullandığımızda, saldırılara rahatlıkla göğüs gerebiliriz. Elbette ki bedeller ödenecek ve sıkıntılar çekilecektir. Ancak diğer yanda da daha uzun, zamana yayılmış bedelleri ödemek vardır. En önemlisi işçi sınıfının örgütlü mücadele saflarında olmasının onurunu, ailemizle, dostlarımızla, yoldaşlarımızla yaşamaktır. Başarımızın teminatı, bu yolda başarıya ulaşan sayısız mücadele örneğini var eden, bugün de bu başarılı örneklere yenilerini ekleyen işçilerin deneyimindedir.
Bu yazı Gerçek gazetesinin Kasım 2020 tarihli 134. sayısında yayınlanmıştır.