Sağlıkta özelleştirmenin üst aşaması olarak şehir hastaneleri
Türkiye’de, özellikle 1980 sonrası hükümetlerin politikaları, hayatın her alanında olduğu gibi sağlık alanında da özelleştirmeye dayandı. Bu politikayı devralan AKP hükümeti, özelleştirmenin en kârlı yöntemi olarak anılan, “Kamu-Özel Ortaklığı” modeli olarak bilinen, devletin kaynaklarını yok pahasına özel şirketlerin insafına terk eden, “Şehir hastaneleri” projesi ile karşımızda.
Okurun bu modeli anlamasını kolaylaştırmak için, özellikle son dönemde AKP’nin köprü ve tünel yapımında tercih ettiği modelin, “Şehir hastaneleri” süreci ile oldukça benzer yanlar taşıdığını belirtelim. Nasıl ki bir kere bile üzerinden geçmediğimiz köprüler için devlet tarafından yüklenici şirkete günlük/aylık belli bir miktar araç geçiş garantisi veriliyor ise, “Şehir hastaneleri”nde de, yataklı servisler boş kalsa dahi %70’e varan doluluk garantisi veriliyor. Dahası tesislerin yapım maliyetleri, tesis arsası ve kiralama bedeli, kredi finansmanı gibi gider kalemlerinde yüklenici şirkete olağanüstü avantajlı şartlar sağlanıyor. Deyim yerindeyse yüklenici şirket elini cebine atmıyor. Daha bitmiyor, şirketin kiraladığı sürede (49 yıla kadar varabilen) yaşayabileceği finansal krizlerde devlet garantisi mevcut.
Amaç sağlık hizmetlerinin niteliğini değil kârı artırmak
Dünyanın önde gelen uluslararası risk değerlendirme kuruluşlarının bu modeli övmesine şaşırmamak lazım. Hatta ne kadar övseler yeridir. Ulusal ve uluslararası büyük sermayenin ise ağzının sulandığını söylemeye gerek yok. Bu şekilde özel sektöre neredeyse risksiz, muazzam kârlar elde edebileceği bir model sunuluyor. Neredeyse tüm masraf kamudan (halkın cebinden) karşılanırken, oluşabilecek risklerin tamamı da yine kamuya yüklenip, özel şirketler kârdan muazzam paylar alacaklar.
Bu hastaneler, Türkiye’de bugüne kadar yapılmış olan en büyük hastaneler olacak. Dev hastane komplekslerinden söz ediyoruz. Yalnızca binlerce yataklı servisi bulunan değil, devasa otoparkları, alışveriş merkezleri gibi otelcilik hizmetleri ile ön plana çıkacak olan, şehir merkezlerinden uzakta, binlerce sağlık emekçisinin çalışacağı adeta dev bir fabrikadan söz ediyoruz.
Bu noktaya kadar hastane projesinden bahsetsek de “sağlık”tan bahsetmediğimizi okur fark etmiştir. Bu gayet doğal. Çünkü esas tartışmanın kârlılık olduğu bir alanda “sağlıklılık, sağlık hizmetlerinin niteliği, toplumun sağlığına olumlu katkısı” gibi tartışmalar kıyıda köşede kalmak zorundadır. Şirketler için önemli olan halkın sağlığı değil, halkın cebindeki paranın ne kadarını gasp edeceğidir. “Sağlık” işin süsüdür, kamuflajıdır.
Şehir hastaneleri deneyimini yaşamaya başlayan Isparta ve Mersin bu süreçleri tecrübe etmeye başladı bile. Hastanelerin şehre uzak olmasından tutun, hizmetin niteliği ile ilgili sorunlara, kamu kaynaklarının hiçe sayılmasından tutun, sağlık emekçilerinin aylık gelirinin hem azalması (doktorlar dâhil) hem de ödenmesinin aksatılmasına kadar büyük sorunlar mevcut.
Kapitalist sistemde nitelikli sağlık hizmeti mümkün değil
Türkiye’nin önünde, bazı başlıklarda acil olmak üzere, çözmesi gereken çok ciddi toplumsal sağlık problemleri olduğu bir gerçek. Ancak biz biliyoruz ki, sağlıklı olabilmenin, sağlıklı yaşamanın ve toplumun sağlığını geliştirebilmenin koşulu, bazı sosyal değişkenlerde devrim niteliğinde dönüşümler yaratmaktır. Bir ülkede emekçiler günün yarısından fazlasında çalışıyor ise, barınma, çalışma ve yaşama koşulları elverişli değil ise, günlük belirli gıdalara erişimi yok veya yetersiz (et, süt vb.) ise sağlıklı bir toplum yoktur. Toplumun çok az bir kısmı kârına kâr katsın diye geniş halk kesimleri her türlü sömürüye maruz kalıyor ise o toplum sağlıklı bir toplum olamaz. Sağlıklı bir toplumun anahtarı üretim ilişkilerinin emekçiler lehine düzenlendiği bir sistemde mümkündür. SSCB ve Küba bu uygulamaların hayata geçtiği en parlak iki örnektir. Devrim öncesinde, görece geri olan bu iki ülkenin devrim sonrası sağlık göstergelerinde dünyanın en önde gelen ülkelerinden oldukları bir gerçektir. Toplumun sağlığı tüm bireylerin kendi bedenleri üzerinde kısmen de olsa söz sahibi olduğu, sağlık hizmetlerinin kâr için metalaştırılmadığı, toplumun yararı için sunulan, bu amaçla inşa edilmiş, tüm dünya ezilenleri için örnek oluşturan bir sağlık anlayışı ile mümkündür.
Özelleştirmeye karşı örgütlü mücadele!
Sağlıkta özelleştirmeler ve tabi ki “Şehir hastaneleri” gibi projeler dikensiz gül bahçesinde kurulmayacaklar. Bunu AKP hükümeti de gayet iyi biliyor. OHAL kanunlarını, askerini, polisini, tüm gücünü örgütlü halk kesimlerine, emekçilere yöneltmekten çekinmiyor. Nedeni gayet açık: AKP bunları bize, örgütlü kesimlere rağmen yapamayacağının, başaramayacağının farkında. Çalıştığımız işyerlerinde KESK ve DİSK başta olma üzere sendikalarda örgütlenip, mücadele ederek bu emek düşmanı politikaları savuşturmamız mümkün.
Bu yazı Gerçek Gazetesi'nin Eylül 2017 tarihli 96. sayısında yayınlanmıştır.