Büyük metal grevinin anlamı: bir ara bilanço

İşçi sınıfı ne dünyada ne de Türkiye’de grev yapmak için Türkiye Cumhuriyeti devletinin Toplu Sözleşme, Grev ve Lokavt Yasası’nı beklemedi. Grev kelimesinin kendisi 19. yüzyıl öncesinde Paris’te yevmiye karşılığı çalışan bir işçi pazarına adını veren bir meydandan gelir. İşçiler daha yüksek ücret almak için birleşip iş bıraktıkları zaman yaptıklarına bu meydanın adı verilmiştir. Türkiye’de ise 1908 Hürriyet devriminden sonra kitlesel ölçekte patlak veren grevler ortada hiçbir yasa yokken gerçekleşmiştir. Tatil-i Eşgal Kanunu adını taşıyan grev yasası, bu grevlerin devlet düzenine sokulması için 1909 yılında kabul edilmiştir. İşçi sınıfı mücadeleleri tarihinde ayrıcalıklı bir yere sahip olan 1963 Kavel grevi yapıldığında ise grev daha yasalaşmamıştı.

Öyleyse, bu yazının hemen başında şu gerçekliği saptayalım. 15 Mayıs’ta Renault’da başlayan, sonra Bursa’da Tofaş, Coşkunöz, Mako ve Ototrim’e, önce Kocaeli’nde, sonra Eskişehir’de Ford Otosan’a, Ankara’da Türk Traktör’e sıçrayan, başka illerde örneğin Sakarya’da Türk Traktör’ün diğer bir fabrikasına bir ölçüde etki yapan, Sakarya’da Otokar’da olduğu gibi iş bırakma olmaksızın Tofaş’ta elde edilen hakların elde edilmesini sağlayan, başka birçok metal fabrikasının işçilerinin de gözünü harekete çevirmesine yol açan hareket, bir grev hareketidir. Türkiye solu her şeyi “direniş”e indirgediği için buna da “direniş” diyor. Hayır, karşı karşıya olduğumuz toplumsal olayın adı grevdir. Yasalarda grev eylemi toplu pazarlık sürecinin birçok hükümle kayda tâbi tutulmuş bir parçası olarak tanımlanıyor diye bu olaya grev dememek, dar hukukçu bakışın şahikasıdır. Olsa olsa, işçi sınıfı ve toplum grevi öyle, yani hukuki biçimiyle tanıdığı için “fiili grev” denebilir. (Batı dillerinde bunun karşılığı “vahşi grev”dir: İngilizce’de “wildcat strike”, Fransızca’da “grève sauvage”.)

Bugün yaşanmakta olan greve direniş demek en az iki bakımdan sakıncalıdır. Birincisi, Gezi ile başlayan halk isyanından beri söylediğimiz bir şey: “direniş” bir savunma eylemidir. Biri saldırmaktadır ki, siz direnesiniz. Oysa bütünüyle yasal temelden yoksun biçimde yürütülmekte olan, ne sendika ne parti herhangi bir örgütün gerçek anlamda başını çekmediği, bütün meşruiyetini fiili gücünden alan böyle bir grevin bu satırlar yazılırken 10 günden daha uzun bir süre sürmesi, patronların eylemi bastırmak için yasal haklarını dahi kullanmamış olmaları, devletin, hükümetin ve kolluk kuvvetlerinin birkaç içi boş tehdit dışında müdahaleden şimdilik kaçınıyor olması, üstünlüğün metal işçilerinde olduğunu, bunun bir savunma eylemi değil, bir taarruz eylemi olduğunu tartışmasız bir berraklıkla ortaya koyuyor. Türkiye’de sol hep ezilmeye karşı direniş destanları yazmak ve ağıt yakmak gibi bir alışkanlık içinde olduğundan aklı otomatikman bir savunma eylemi olan direnişe gidiyor. Bunu değiştirmeliyiz.

İkincisi, “direniş” aşırı derecede genel bir adlandırmadır. Belediye zabıtası “kentsel dönüşüm” önlemleri esnasında bir evi yıkarken çocuğu kucağında kendini buldozerin altına atan çaresiz gecekondulu ana da, işgal ettikleri okul polis tarafından basılınca karşı koyan öğrenciler de, ağa topraklarına el koyduğunda onun silahlı adamlarını püskürtmeye çabalayan yoksul köylüler de, DAİŞ saldırdığında Kobani’yi (Kobanê) silah elde savunan YPG ve YPJ güçleri de “direniş” içindedir. Bu terim işçi sınıfı eylemi ile öteki toplumsal katmanların eylemi arasında bir ayrım gütmez. Türkiye’de solun hâkim damarı, birkaç istisna dışında, sınıf mücadelesi merkezli bir politikaya hiçbir aşamada yatkın olmuş olmadığından işçi sınıfının eylemini başka katmanların eylemleri içinde eritir. Böylece sınıf karakterini silikleştirir, bulanıklaştırır, gözden saklar. Türkiye solunun hâkim damarı açısından işçiler yok değildir. Elbette vardır. Ama işçi sınıfı olarak mücadelede tayin edici bir rol oynamaz. Yoksul halk sınıfları arasından biridir sadece. Dolayısıyla, grevi “direniş”e dönüştürmek bu akımlar açısından hiçbir sakınca taşımaz. Ama proletarya sosyalistlerinin bu terminolojiye özellikle dikkat etmesi gerekir.

Öyleyse metal işçilerinin eyleminden söz ederken dev bir grev hareketinden söz ediyor olduğumuzun bilincinde olarak, bu eylemin tarihi anlamını kavramaya çalışalım.

Proleter Gezi isyanı

2013 yılında Gezi parkındaki mücadelenin tetiklediği halk isyanının ikinci yıldönümüne sadece günler kaldı. Bilindiği gibi, biz solda bu isyana ilişkin yapılan iki yaygın analizi reddediyoruz. Bir yandan bunun tuzu kuru bir “orta sınıf”ın huzursuzluğunun ifadesi olduğunu bütünüyle yadsıyoruz. Öte yandan, hareketi bir işçi sınıfı mücadelesi olarak gören yaklaşımı da hem hakikatte hiçbir karşılığı olmadığı, hem de daha kötüsü geleceğin görevlerini tanımlama konusunda bütünüyle yanlış bir yol gösterdiği için olumsuz görüyoruz. Gezi ile başlayan halk isyanında bütün Türkiye’de işçi sınıfının önemli bölükleri harekete geçmiş olabilir. Ama hiçbiri işçi sınıfına özgü talepleri işçi sınıfına özgü yöntemlerle ortaya koymadı!

Büyük metal grev hareketi işçi sınıfına özgü taleplerin (ücretler, sendikal özgürlükler, işten çıkartmalara karşı mücadele) işçi sınıfına özgü yöntemlerle (binlerce işçinin üretimi hep birlikte durdurması, son vardiyalar fabrikadan çıkmadığı için fabrika işgali benzeri bir durum) nasıl ortaya konulduğunu, bunları çoktan “modası geçmiş” şeyler sayanlara çarpıcı biçimde hatırlattı. Bursa’da başlayan ve başka kentlere sıçrayan grev hareketi öncelikle bu bakımdan işçi sınıfının Gezi isyanıdır. İşçi sınıfının isyan ettiğinde nasıl hareket edeceğini görmek isteyen bu harekete baksın! Metal grevi Gezi’nin sınıf karakterine de yepyeni bir ışık tutmuştur! Gezi genel bir halk isyanıdır, bir işçi sınıfı mücadelesi değil.

Ama bu hareket başka bakımlardan da Gezi ile başlayan halk isyanı ile ortaklıklar taşıyor. Bunların biri hareketin aniliği ve kendiliğindenliğidir. Bütün büyük kitle patlamalarının ortak bir özelliğidir bu. 31 Mayıs gününden 1 Haziran’a Türkiye’de 24 saat içinde çok şey değişmişti. Tuhaf bir şekilde büyük metal grevi de aynen Gezi isyanı gibi gece başladı. 14 Mayıs gecesinden 15 Mayıs gününe Türkiye’de sınıflar arası güç dengesi muazzam bir sarsıntı yaşayacaktı. Elbette her iki hareketin içinde de hareketi ileri iten örgütlü unsurlar mevcuttur. Ama hareketlerin baskın karakteri kendiliğinden olmasıdır. Bunun kanıtı, hareketin nereye doğru ilerleyeceğine hiçbir odağın karar vermekte olmayışıdır. 15-16 Haziran 1970 ayaklanmasında bile ancak yarı-kendiliğinden bir karakter vardı. DİSK yönetimi kendisini savunan kitlelerden ürkerek eylemi bitirme çağrısı yaptığında bu çağrı işçiler üzerinde frenleyici bir etki yapmıştır. Oysa büyük metal grevinde böyle bir odak yoktur. Bunun da kanıtı farklı fabrikaların hareket tempolarının ve takındıkları tutumun farklı olmasıdır. Coşkunöz bir kazanım elde etmeksizin işe dönerken, Tofaş ve Mako kısmi kazanımlara evet demiş, buna karşılık Renault benzer tekliflere hiç olmazsa başlangıçta hayır demiştir. Bu da sırf Bursa ve sırf şu ana kadar eyleme çıkmış fabrikalar arasındaki farklarla sınırlı bir saptamadır.

Nihayet, büyük metal grevinin Gezi isyanı ile bir başka ortaklığı var. Her iki durumda da bilinç eylemliliğin çok gerisinden gelmektedir. Bu, metal grevi ile ilgili olarak solcularımızca kolayca kabul edilecek bir şey. Sonuç olarak metal işçileri özellikle Bursa’da sola basbayağı uzak duruyorlar, milliyetçiliğin de ciddi biçimde etkisi altındalar. Birleşik Metal’i PKK ile eşitleyen burjuva söylemini kabul eden de çok. Ama en kötüsü siyasi alandaki bu önyargılar değil. İşçilerin genellikle örgütsüzlüğe gösterdiği eğilim, fabrikalarına hiçbir sendikayı sokmamaktaki ısrarları daha da geri bir eğilim. Buna karşılık solcularımız Gezi ile başlayan halk isyanının siyasi olarak çok ileri olduğunda hemfikirler, hatta Gezi Parkı’nda gelişen düşüncelerden öğrenerek kendi fikirlerini gözden geçirmeye bile hazırlar. (Ya da hazırdılar diyelim. Zamanın kazandırdığı ufuk belki bazılarına biraz daha eleştirel bir bakış getirmiştir.) Ama bu yazıyı buraya kadar okuyup hâlâ Gezi’nin bilinç bakımından neden geri olduğunu anlayamayan bir solcu epeyce iflah olmaz bir durumda demektir. Yukarıda, metal grevinin ideolojik zayıflığının en önemli unsuru şöyle ifade edildi: “En kötüsü siyasi alandaki bu önyargılar değil. İşçilerin genellikle örgütsüzlüğe gösterdiği eğilim, fabrikalarına hiçbir sendikayı sokmamaktaki ısrarları daha da geri bir eğilim.” Yani örgütsüzlüğü seçmeleri. Gezi’deki örgüt düşmanlığını hatırlamayan var mı? Gezi’nin en orijinal bulunan, solu sarsması gerektiği düşünülen fikri, gençliğin bütün parti ve sendikalara güvensizliği değil mi? Daha ne ortaklık olsun!

Bunlar ortak yanlar. Ama yukarıda zaten vurgulamış olduğumuz sınıf karakteri farkı dışında bir başka önemli bir fark daha var. Büyük metal grevi için “isyan” sözcüğünü kullandığımızda bu bir bakıma mecazi bir kullanım. Bu bakımdan metal grevi ne Gezi’ye, ne de 2014 Ekim serhildanına benziyor. “Mecazi” derken şunu kast ediyoruz: Metal işçisi, evet büyük bir patlama ile isyan etti. Ama temelde isyanı sarı sendikaya, Türk Metal’e bir isyan olarak başladı. En fazlasından MESS’i de karşısına alan bir isyan. Her halükârda devleti karşısına alan bir isyan olduğu söylenemez. İşçilerin polis ve savcılığa vb. uysal yaklaşımı bu bakımdan özellikle dikkat çekici. Oysa Gezi ile başlayan halk isyanı da, Kobani (Kobanê) serhildanı da devleti karşısına alan, onun baskı güçleriyle çatır çatır mücadele eden iki büyük halk hareketi idi. Bu yüzdendir ki, “Türkiye iki yıllık bir süre içinde üçüncü isyanını yaşadı” demek kulağa çok çekici gelse de bunu demiyoruz. Bu konuya daha sonra yeniden döneceğiz.

12 Eylül’ün yüreğine bir darbe

Büyük metal grevi, 12 Eylül askeri rejiminin burjuvazi ile proletarya arasındaki ilişkiler bakımından kurduğu sistemi ta yüreğinden vurmuştur.

12 Eylül’ün temel nedeni ve amacının işçi sınıfının 1960’lı ve 70’li yıllardaki militan mücadelesini kırmak ve bu mücadele aracılığıyla kazanmış olduğu mevzileri ortadan kaldırmak olduğunu bu sitede çok yazı defalarca işledi. Bu yazıda bunu bir olgu olarak, bir başlangıç noktası olarak alacak ve biraz daha somuta gireceğiz. 12 Eylül öncesinde sınıf mücadelelerinin içinde geliştiği ana mecra DİSK’ti. DİSK’in mücadelesinin başını çeken ise Maden-İş adını taşıyan, metal sektöründe örgütlü sendikaydı. Her ikisinin de büyük sorunları olsa da, bu kurumlar Türkiye işçi sınıfının bu iki on yıl boyunca sergilediği büyük mücadeleciliğe somut ifadesini veriyor, işçi eylemlerinin başını çekiyordu. Dolayısıyla, 12 Eylül bir yandan DİSK ve Maden-İş yöneticilerini hapse atarken, DİSK’i sıkıyönetim mahkemeleri aracılığıyla 11 yıl boyunca faaliyetten men ederken, bir yandan da Türk Metal denen sarı, gangster tipi sendikayı metal sektöründe hâkim sendikal örgüt haline getirdi. Bu, burjuvazi ile askerin birlikte Türkiye işçi sınıfının mücadelesini durdurmak için geçekleştirdikleri en büyük ataktı. Metal sektörü 1996 Gümrük Birliği’nin etkisi altında büyük bir atılım yaşayınca, özellikle otomotivde Türkiye Avrupa sermayesi için bir ihracat platformu haline gelince, bu kurulan yapı daha da büyük bir önem kazandı. Şimdi çözülmeye yüz tutan işte bu yapıdır.

12 Eylül’den sonra Türkiye elbette büyük sınıf mücadeleleri yaşadı. 1989 Bahar Eylemleri, 1990’dan itibaren kamu emekçilerinin sendikalaşma hareketi, 1990-91 büyük Zonguldak grevi ve Ankara yürüyüşü, onu izleyen Erdemir ve Paşabahçe mücadeleleri, 5 Nisan 1994 özelleştirme ve kemer sıkma paketine karşı eylemler, 1999’da “Mezarda Emeklilik” yasa tasarısına karşı Ankara’daki dev yürüyüş, 2000’li yıllarda İzmit Seka işgali, tekel işçilerinin 72 günlük Sakarya Komünü ve etkisi kısmi kalan daha bir dizi mücadele var olan çalışma ilişkileri düzeninde elbette farklı derecelerde gedikler açtı. Ama hiçbiri metal grevinin yaratma potansiyelini taşıdığı büyük sarsıntıyı yaratamazdı. Türk Metal çökerse ya da eski heybetli varlığından çok gerilere düşerse, 12 Eylül’ün burjuvazi ile proletarya arasında kurmuş olduğu güçler dengesi köklü biçimde değişecektir. Türkiye’de sınıf mücadeleleri yeni bir evreye giriyor.

Sarı sendikacılığa ve sendika bürokrasisine ağır bir darbe

Türk Metal’e karşı isyan, aslında varlığı uzun zamandır bilinen bir çelişkinin gürültülü biçimde yeryüzüne çıkmasıdır.  Bu çelişki şudur: Türkiye işçi sınıfının zaten güçlü olan ve her geçen yıl güçlenen bir bölüğü, sendikal hareketin en gerici, en gangster, en sarı örgütlerinden birinin sultası altında yaşamaktaydı. Türk Metal, MESS’e bağlı tekelci sermaye gruplarının insan kaynakları taşeronu gibi çalışıyordu. Buna karşılık, metal işçisinin tam da Türk Metal’de örgütlenmiş ve disiplin altına alınmış kesimleri, dev fabrikalarda toplu halde çalışan işçi kolektifleriydi. Renault’da, Tofaş’ta, Ford Otosan’da çalışan işçilerin sayısı her biri için 5 bin, 6 bin, hatta bu sayının üzerindedir. Sanayinin teknolojik olarak çok gelişkin bir dalında çalışan bu işçi kolektifleri, harekete geçtiğinde çok güçlü proleter bölükleridir. İşte bu çarpıcı çelişki, ifadesini önce 1998’de, ardından 2011-2012’de Türk Metal’e karşı kitlesel isyanlarda buluyordu. Devlet, büyük sermaye ve gangster tipi sendikacılık işçilerin bu iki isyanını bastırabilecek ve her defasında hasarı sınırlayabilecekti. 1998’de DİSK Maden-İş geleneğinin taşıyıcısı olması gereken Birleşik Metal’in ürkekliği Türk Metal’in büyük isyanın üstesinden gelmesini kolaylaştırmıştı. Ama 2011-2012’de zayıf halka olarak beliren ve önemli bir bölümü Birleşik Metal’e geçen Bosch işçileri, daha sonra sayısız yöntemle çoğunluğuyla Türk Metal’e geri döndürülse bile Birleşik Metal’in, yani sarı sendikacılığın dışında bir sendikacılığın izi bu fabrikada kalacaktı. Bu yüzden Türk Metal’in 2015 baharında imzaladığı Bosch sözleşmesi, MESS’le 2014 sonbaharında imzalanan grup sözleşmesine göre çok daha iyiydi. İşte 2015 isyanını doğuran bu çelişkidir. Yani tekrar tekrar su yüzüne çıkan bir çelişki nihayet bir volkan gibi patlamıştır. Gerçek gazetesinin 2012 Aralık ayında koyduğu teşhis bu yüzden bütünüyle, en somut hatlarıyla doğrulanmış olmaktadır. “Yeraltından gelen homurtu” yazısı (http://gercekgazetesi.net/isci-hareketi/yeraltindan-gelen-homurtu) Türk Metal’de 2011-2012 dönemecinde ortaya çıkan başkaldırının geçici olarak durdurulmasına rağmen gelecekte metal sektörünün yeniden patlamalara gebe olduğunu vurguluyordu. Gerçekten de 2015 isyanı dolaysız biçimde 2011-2012 başkaldırısının sonucu olmuştur.

Metal işçilerinin isyanı bugüne kadar sadece belirli fabrikalarda bir fiili greve yol açmış bulunuyor. Oysa bugüne kadar alınan sonuçlar, olayların belirli bir gecikme ile de olsa en azından belirli başka fabrikalara sıçraması ihtimalini dışlamamamız gerektiğini düşündürüyor. Tofaş ve Mako şimdiden kısmi kazanımlar elde etmiştir. Bunun Türk Metal’e bağlı başka fabrikalarda etki yapmaması neredeyse olanaksızdır. Nitekim başka fabrikalardan işçiler, örneğin Devrimci İşçi Partili metal işçilerinin çalışmasıyla yayınlanan Metal İşçisinin Sesi bülteni ile temas ederek nasıl hareket edebileceklerini belirlemeye çalışıyorlar. Böylelikle işçi sınıfının yeni bölükleri atağa hazırlanırken kapitalistler de boş durmuyor. Örneğin, Mercedes patronu “iş barışı”nın bozulmayacağı güvencesi karşılığında hiç eyleme çıkmamış işçisine Tofaş ve Mako’da elde edilen kazanımları vereceğini bildiren bir mektubu yolluyor.

Ama kısa vadede somut gelişmeler ne olursa olsun, orta vadede işçi sınıfı içinde, sadece metal sektöründe değil bütün sektörlerde, sendika bürokrasisine ve sarı sendikalara karşı bir mücadeleciliğin gelişeceğini öngörmek yanlış olmaz. Büyük metal grevi bu yüzden de çok önemli. Zonguldak’tan Tekel’e ve Greif’a, 12 Eylül’den bu yana büyük işçi mücadeleleri zaten ender olarak ortaya çıkıyordu. Bu mücadeleleri de sendika bürokrasisi bitirdi her defasında. Büyük metal grevini kendinden önce gelen mücadelelerden ayıran da bu: Bu grev, daha baştan, kendinden önce gelen büyük hareketlerin yenilgisine yol açan faktöre, yani sınıf mücadelesinin önünde bir engel rolü oynayan sendika bürokrasisinin en zararlı biçimine karşı taarruzla başladı. Bu, işçi mücadeleleri yükselince son tahlilde kendini savunmanın yolunu sendika bürokrasisinde bulan burjuvazi için büyük bir tehdittir. 12 Eylül’ün kurduğu, sınıf mücadelelerini büyük barikatlarla karşı karşıya bırakan sistem çökmenin eşiğine gelmiştir. Yüklenelim!

Köstebek çalışıyor!

Devrimci İşçi Partisi, Türkiye’nin bir devrim öncesi durumdan geçtiğini söylediğinde (http://gercekgazetesi.net/dip-bildirisi/dip-3-kongre-belgeleri-1-turkiyede-siyasi-durum-ve-gorevlerimiz, madde 2) birçok moralsiz sosyalistte muhtemelen “aman bunlar da uçuyor” izlenimi doğuyor olmalı. Oysa DİP Marksizmin somut gerçekliği analiz ederken hayallere değil olgulara yaslanma konusundaki ilkesini sonuna kadar uyguluyor. İşin gerçeği Türkiye’nin bir yıllık bir süre içinde iki halk isyanını yaşadığıdır. Gezi ile başlayan halk isyanı Haziran 2013’te başlamış ve Eylül’e kadar inişli çıkışlı olarak devam etmiştir. Bundan sadece bir yıl sonra, Ekim 2014’te bu kez Kürt bölgesinde Kobani serhildanı yaşanmıştır.

Ancak “devrim öncesi durum” yarın devrim patlak veriyor demek değildir. Bununla söylediğimiz şudur: Türkiye öylesine derin çelişkiler içinde kıvranmaktadır ki, her an ani bir patlama ile devrimci bir durum doğabilir. Ama buraya giderken başarı koşulları bakımından bir dizi faktörün eksik olduğunu da ısrarla ifade ediyoruz. Bunlardan biri, iki isyanın birbirinde kopukluğudur. Daha önemlisi, her iki isyanda da belirleyici bir güç olarak işçi sınıfının var olmaması, işçi sınıfı mücadelesinin hâlâ esas olarak durgun olmasıdır, daha doğrusu olmasıydı. Bütün bunlara bir de elbette işçi sınıfının siyasi tutumunda bilinç ve örgütlülük faktörlerinin, yani esas olarak öznel (sübjektif) faktörün çok geri durumda olması ekleniyordu.

Bu çok önemli tahditlere (kısıtlara) rağmen, Marx’ın benzetmesiyle devrim köstebeğinin 2013’ten itibaren çok önemli bir çalışma yapmakta olduğunu ısrarla vurguladık. (http://gercekgazetesi.net/gundemdekiler/kostebekve http://gercekgazetesi.net/gundemdekiler/gezi-isyanindan-kobani-serhildanina) Şimdi, bir kez daha köstebeğin derinden ve uzun bir kazı çalışması yaptığını görüyoruz. Yukarıda vurguladığımız nedenlerle, büyük metal grevi ile birlikte işçi sınıfının mücadelesi büyük bir ivme potansiyeline kavuşmuştur. Önümüzdeki dönemde sınıf mücadelelerinin yükseleceğini öngörmek mümkündür. Dolayısıyla, daha önce eksik olan üçüncü unsur diğerlerine katılmaktadır.

Ama yukarıda belirttiğimiz nedenlerle bu gelişme yarım bir adımdır. İşçi sınıfının koca koca birlikleri sermayenin çıkarları doğrultusunda 12 Eylül’de kurulmuş olan düzende gedikler açmaya başlamıştır, ama bu gediklerin, devlet ve sermaye tarafından kasıtlı ve bilinçli bir şekilde inşa edilmiş bir duvarda, bir barikatta açılmış olan çatlaklar olduğunun bilincinde değildir. Bilinç geriden gelmektedir. İşçi sınıfına bilinç taşıyabilecek, işçi öncüsünü örgütlemiş bir devrimci parti de henüz mevcut değildir. Dolayısıyla, çelişki başka bir düzeyde varlığını sürdürmektedir. Bugün yakıcı görev bu çelişkiyi aşabilmek için proletaryanın öncü katmanlarını örgütleyecek bir devrimci partiyi büyük bir hızla inşa etmektir.

Bu gerçekleşene kadar işçi sınıfı elbette mücadeleyi bırakmayacaktır. Önümüzdeki dönemde, en başta metalde olmak üzere, işçi sınıfının bağrında yepyeni bir öncü kuşağın, bu grevin ve gelirse devamının derslerini çıkararak mücadeleye katılacağını, sınıf mücadelesine böylelikle yepyeni bir soluk geleceğini öngörerek ilerlemek gerekir.

Ama bu mücadelenin köstebeğin çalışmasının ayrılmaz bir parçası haline gelmesi için bilinç ve devrimci parti vazgeçilmez unsurlardır.