Yenilgiye uğramış darbe, mini iç savaş, Suriyeleşmede yeni evre

15 Temmuz’u 16 Temmuz’a bağlayan gece boyunca yaşanan olayların ne olduğunu anlamak, o büyük sarsıntının ardından neler yaşanacağını öngörebilmek bakımından çok önemli. Darbe girişimi olarak gösterilen şeyin aslında bir tiyatro, hatta bir müsamere olduğunu, yani aslında her şeyin başından sonuna Erdoğan’a bağlı güçlerin kontrolü altında yürüdüğünü söylemek, AKP’nin yıllardır uyguladığı basınç ve sıkıştırmaya rağmen orduda ne kadar çok Erdoğan-AKP karşıtlığının devam ettiğini gözlerden saklar. Bazılarının yaptığı gibi bu “tiyatro”yu Batılı emperyalist güçlerin de desteklediğini ileri sürmek ise, Erdoğan’ın Sünni dünyanın “Reis”i olma projesi ile ABD’nin ciddi bir çelişki içinde olduğunu gizler. Oysa 15 Temmuz olaylarının ilk ve en yalın sonucu, ordu içinde düne kadar çok güçlü bir Erdoğan karşıtı damar olduğunu ortaya koymuş olmasıdır. Aynı zamanda, bu damar, ister Fethullahçı, ister laik bir damga taşısın, NATO yanlısıdır. Aslında bu, darbecilerin elini tutuklaştıran bir faktör olarak yenilgisinde bir rol bile oynamış olabilir. Bu son noktaya birazdan döneceğiz. Ama baştan söyleyelim: 15 Temmuz emir komuta zinciri dışında örgütlenmiş olduğu göz önüne alınırsa, şaşırtıcı derecede güçlü bir darbedir. “Tiyatro” görüşü, bizi Türkiye’deki güçler öbekleşmesini ve dengesini bütünüyle yanlış anlamaya götürür.

15 Temmuz, çeşitli bakımlardan ele alınabilir. Bir yanıyla, yenilgiye uğramış bir darbedir. Çok büyük ölçekli bir tehdit yaratmış ama sonunda yenilmiştir. Bir yanıyla, bir mini iç savaştır. Burjuvazinin 13 yıldır sürmekte olan kansız iç savaşının akim kalmış (yani ölü doğmuş) kanlı evresidir; akim kalmış olsa da geleceğe ilişkin önemli uyarılar taşımaktadır. Bu ikinci yön, bir üçüncü özelliğin yatağı niteliğini taşır: 15-16 Temmuz olayları, Türkiye’nin Suriyeleşme sürecinde yeni bir evrenin açıldığını ilan etmiştir.

Darbe neden yenilgiye uğradı?

Bu satırlar yazılırken “gözaltına alınan” general ve amiral sayısı 102’ye, toplam rütbeli subay sayısı ise 6 binin üzerine çıkmıştı. 102 sayısı, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (jandarma ve sahil güvenlik dâhil bütün TSK) toplam general/amiral sayısının (358) yüzde 30’una yakın bir oranını temsil ediyor. 358 generalin bir kısmının geri hizmetlerde (levazım, tıp, hukuk vb.) çalıştığını hesaba katarsanız, generallerin üçte biri darbeye katıldı demektir. Toplam subay sayısı bakımından oran daha düşük: burada oran yüzde 15’e düşüyor. Ancak muhtemelen devlet önce elebaşlarını ele geçirmek amacıyla başlangıçta general/amiralleri yakalamaya girişti. Toplam subay kategorisinde de muhtemelen önümüzdeki günlerde oran yükselecektir.

Darbenin dört kuvvetten de destek aldığı, hava kuvvetlerine neredeyse tamamen hâkim olduğu, kara kuvvetlerinin dört ordusunun birini yanına çektiği, son yıllarda tam da bu tür kaygılarla İçişleri Bakanlığı’na bağlanmış olan jandarmanın, özellikle de komando birliklerinin desteğini aldığı, Türkiye’nin bütün sathına yayıldığı, sivil ve askeri en üst devlet görevlilerini hedef aldığı, devlet güvenliği ve iletişim/propaganda ile ilgili bütün kurumların ele geçirilmesini hedeflediği biliniyor. Yani ne sadece merkeze (mesela ilk akşam ısrarla belirtildiği gibi Ankara ve İstanbul’a) sıkışmış ya da yerel kalmış, ne de etkisi sınırlı bir darbe girişimi ile karşı karşıyayız. Emir komuta zinciri içinde yapılmamış olduğu göz önüne alındığı takdirde, son derece güçlü bir katılım ve ayrıntılı bir planlama söz konusudur.

Peki, bu güçlü darbe neden yenildi? 15 Temmuz’u çeşitli boyutlarıyla bütünsel olarak ele alan bir yazıda bütün faktörlere değinmek olanaksız. Ayrıca, bir önceki yazımızda da vurguladığımız gibi, henüz elimizdeki bilgiler son derecede kısıtlı. Yeni bilgiler ortaya çıktıkça daha isabetli yorumlar mümkün hale gelecektir, bazı noktalar gözden geçirilecektir. Ama bu aşamada elde olan verilere bakıldığında darbenin yenilgiye uğramasının nedenleri kısaca şöyle özetlenebilir.

·         Geçmişte darbe ile devrilen hükümetlere oranla Tayyip Erdoğan ve AKP’nin TSK üzerinde daha fazla bir baskı ve hâkimiyet kurmuş olması sayesinde, darbe girişimi 15 Temmuz günü nispeten erken bir saatte haber alınmıştır. Darbeciler hem Erdoğan’ın hem de Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar’ın çok yakınına kadar sızmış olma becerisini göstermiş olsalar da henüz kesin kanalını bilmediğimiz bir bilgi akışı son anda gerçekleşmiştir. Bu bilgi akışında, mesela 12 Eylül’ü Demirel’den sonuna kadar saklamış olan MİT’in bu sefer Erdoğan’ın en sadık adamlarından birinin elinde olması büyük rol oynamış olabilir. Bu yazı yazılırken ortaya çıkan bir bilgi kümesi, şayet doğru ise, yine de TSK’nın ve MİT’in bütün olarak Erdoğan’a karşı mesafeli olduğunu düşündürüyor. İleri sürülene göre, MİT 15 Temmuz günü saat 16:00 dolaylarında darbe istihbaratını aldıktan sonra bunu sadece Genelkurmay ile paylaşmış, Erdoğan’a ve hükümete aktarmamıştır. İnandırıcı görünmeyen bu bilginin doğru çıkması halinde TSK’nın iç yapısı ve Hakan Fidan’ın Erdoğan’la ilişkisi konusunda bugüne kadar var olan doğruları gözden geçirmek gerekir. Bu ince ve önemli nokta dışında, gerçek şudur: 1960’tan itibaren yapılan hiçbir darbeye ilişkin istihbarat erken gelmemiş, darbeciler planlanandan erken hareket etmek zorunda kalmamıştır. Bu, teknik karakterde bir faktör değildir, siyasi bakımdan AKP’nin ordu karşısında kazandığı mevzilerin bir sonucudur.

·         Darbe ertesinde ortaya atılan bir başka iddia ise, Fethullah Gülen taraftarı darbecilerin 16 Temmuz günü gözaltına alınacağına ilişkin bir bilginin sızmış olduğu, bu durumda, daha sonraki bir tarih için planlanmış olan darbenin Fethullahçı ekipler tarafından hızlandırıldığıdır. Bu, doğruysa, erken istihbarat sızmasıyla aynı yönde etki yaratmış ve planların bozulmasına yol açmış olabilir.

·         Hangi nedenle olursa olsun, darbeci generallerin bir bölümünün son anda taraf değiştirdiğine ilişkin güçlü bulgular su yüzüne çıkmış bulunuyor. Bu, en başta Türkiye’nin ekonomik kalbi olan İstanbul’da bulunan Birinci Ordu için geçerli gibi görünmektedir. Bu hem darbenin planlarını zora sokmuş, hem de moralleri feci şekilde bozmuş olmalıdır.

·         Darbe, aşağıda ele alacağımız gibi, Amerikan muhalefetinin (yani Tayyip Erdoğan’ın çizgisine karşı, AKP’nin yumuşak kanadını, CHP’yi, Gülen cemaatini, hatta MHP’yi bir araya getirmesi planlanan cephenin) TSK içindeki izdüşümü tarafından düzenlenmiştir. Bu cephe belirli bir aşamada bölünmüştür. Bu Birinci Ordu’nun darbe saflarından uzaklaşmasının nedeni midir, yoksa sonucu mudur bunu elimizdeki bilgilerle saptamak mümkün değildir. Ama ikisi birbiriyle ilintili görünmektedir.

·         Polis örgütü çok önceden öngördüğümüz gibi TSK’ya karşı bir denge unsuru olarak büyük bir rol oynamıştır. Silahlı mücadele anlamında en büyük savaş darbeci askeri birliklerle polis arasında yürümüştür.

·         Tayyip Erdoğan’ın kitleleri sokağa çağırması, bunun üzerine AKP yanlısı militanların ve kitlelerin (MHP kitlesinin de katılımıyla) sokaklara çıkması, askeri etkisinden ziyade moral etkisi bakımından, yani siyasi bir faktör olarak etkili olmuştur. Buna karşılık, AKP’li militanların mücadeleye silahlı olarak katılmasıyla daha önce öyle bir karakter taşımayan unsurlar bile aniden bir parti milisi haline gelmiştir.

·         Diyanet, muhtemelen daha önce yapılmış olan planlama ve hazırlıkların sonucunda, tam bir iç savaş örgütü gibi çalışmış, Türkiye’nin her yerinde cami imamları AKP militanlarına ve kitlelerine cihad çağrısı anlamını taşıyan türden ajitasyon yapmıştır.

·         Bir darbe girişimi sırasında halkın sokağa çıkması halinde darbecilerin başarılı olabilmesinin koşulu hoşgörüsüzlüktür. 15 Temmuz darbecileri, Mısır’da Temmuz 2013’te darbeci el Sisi’den farklı olarak, halka karşı sistematik biçimde silah kullanmamıştır. Bunun nedeni siyasi bir faktör olarak Batı emperyalizmine bağlılığa çok önem vermeleridir.

·         Nihayet, DİP’in sürekli olarak altını çizdiği bir gerçek bu darbede yaşanılarak görülmüştür. Zorunlu askerlik toplumun içindeki yaşayan eğilimleri orduya aktarma bakımından profesyonel orduya göre büyük bir avantaj getirir. Bu olayda birçok tanıklık, erlerin operasyona bilgilendirilmeden ya da yanlış bilgilendirilerek yollandığını, birçok kuruluşun ele geçirilmesi girişiminin bu yüzden çürük biçimde başlatıldığını ve başarısızlığa uğratıldığını gösteriyor.

Bütün bunlara rağmen, darbeciler başarının eşiğine gelmiştir.

24 saatlik iç savaş

Türkiye 15 Temmuz’u 16 Temmuz’a bağlayan gece bir iç savaş yaşamıştır. Bu iç savaş hem kendisinden önceki gelişmelerin patlamalı bir güçle nitelik değiştirerek alevlenmesidir. Hem de geleceğin habercisidir.

Önce yaşananları neden “iç savaş” olduğunu anlamak gerekiyor. Bir kere, bir ülkenin iki silahlı gücünden ordu ile polis ölümüne bir mücadeleye girişiyorlarsa bu, kendi başına, iç savaş kavramına çok yaklaşan bir somut askeri durumdur. Genellikle muharip güçler arasında yaşanan, örneğin devletin silahlı kuvvetlerini bir gerilla ordusu ile karşı karşıya getiren bir duruma iç savaş denmesi yanlıştır. Dar anlamda iç savaş kavramı, halkın da işin içine girmesini gerekli kılar. (Bu yüzdendir ki Batı dillerinde “iç savaş” karşılığı olan kavram “sivil savaş” anlamına gelen sözcüklerle ifade edilir.) Ancak 15-16 Temmuz çarpışmaları iki ayrı sınıfın, iki ayrı ulusun vb. silahlı kuvvetlerini değil, aynı toplumun iki silahlı gücünü karşı karşıya getirmiştir.

Ama iş bununla bitmiyor. Birçok noktada AKP’nin milisleşmiş militanları da (yer yer kendileriyle birlikte hareket eden faşist militanlarla birlikte) savaşa katılmışlardır. Büyük AKP kitleleri de kalabalık olarak toplandıkları meydanlarda onlara destek güç oluşturmuştur. Bu yüzden, bu mücadele, asker/polis muharip güçlerle sınırlı kalmayan, halktan güçleri de içine çeken gerçek bir iç savaş karakteri kazanmıştır. Bu nitelemeye bir ayrıntıyı eklemek, hem darbenin neden yenildiği sorusuna bir ilave aydınlık getirir, hem de Türkiye’de günümüzde var olan güç dengelerine ışık tutar. Mücadeleye sivil halk da katılmıştır, ama bu katılım tek yanlıdır. AKP karşıtları sokağa çıkmamış, mücadeleye katılmamıştır. (İstisnalar her zaman olabilir. Toplumsal hayatta olgular hep bir eğilim halinde billurlaşır.) Çıkmamıştır çünkü AKP karşıtlarının önemli bir bölümü askeri darbenin karşısında Erdoğan-AKP rejiminin çözüm olacağına inanmıyordu. Çıkmamıştır çünkü AKP kitlelerinin ve milisinin gücü karşısında gözleri korkmuştur. Çıkmamıştır çünkü durum belirsizliğini korurken hükümetin üstünlük sağlaması halinde başına gelebileceklerden korkmuştur.

Demek ki, 15-16 Temmuz olayları 24 saatlik bir iç savaş niteliği taşıyor. Bir taraf halk, öteki taraf TSK değildir. Bir taraf TSK’nın önemli güçleridir, öteki taraf AKP hükümetinin kontrolündeki güçler ve onun taraftarları. Bu iç savaşın kökü, bugüne kadar kansız biçimde devam eden burjuvazinin iç savaşında yatar. Burjuvazinin iç savaşı, 2003’ten itibaren on yıl boyunca Batıcı-laik burjuvazi (sembolik olarak söyleyecek olursak TÜSİAD)  ile yükselen mezhepçi-İslamcı burjuvazi (yine sembolik olarak MÜSİAD) arasında cereyan etti. 2013 Aralık ayında iç savaş içinde bir başka iç savaş başladı: bu sefer o zamana kadar bir koalisyon gibi davranan Tayyip Erdoğan-AKP kanadı (MÜSİAD) ile Fethullah Gülen cemaati (TUSKON) birbirine girdi. Bu mücadelede Gülen gittikçe TÜSİAD’a yaklaştı. 15-16 Temmuz’un sadece FETÖ’nün işi olduğunu Erdoğan ve AKP’nin ardından tekrarlayanlar, çok saf davranıyorlar. Cemaat TSK’nın muharip güçlerinin komutasının üçte birini ele geçirecek kadar güçlü olsaydı, Türkiye bugün burada olmazdı! Bu iş olsa olsa Batıcı-laik burjuvazinin TSK içindeki sempatizanları ile Fethullahçıların,  yani her ikisi de ödünsüz biçimde NATO’cu iki kanadın bir eseri olabilir. Elimizde somut bilgiler yok. Ama Türkiye’nin siyasi öbekleşmeleri ve kendine Atatürkçü bir seçişle Yurtta Sulh Konseyi adını veren cuntanın bildirisinin içeriği bunu açıkça gösteriyor.

Aydın Doğan’ın ve Ferit Şahenk’in televizyon kanallarının (CNN Türk ve NTV) iç savaşta tamamen hükümet kanadının yanında yer almış olması, Batıcı-laik burjuvazinin bu savaşın bir tarafı olmadığı anlamında yorumlanamaz. Birincisi, Ferit Şahenk Erdoğan’a biat edeli çok oluyor. Aydın Doğan ise yakın dönemde “light AKP” olmuştur. Bu, kabaca Gül-Arınç-Babacan çizgisi demektir. Gecenin bir aşamasına kadar Doğan grubunun CNN Türk’ü orta yolda gidiyordu. Muhtemeldir ki (daha sonra kendisi hayatında olmadığı kadar heyecanlı ve telaşlı bir darbe karşıtı konuşma yapan) Abdullah Gül, Aydın Doğan’la doğrudan ya da bir aracı dolayımıyla görüşme yapmış ve “tavsiyede” bulunmuştur. CNN Türk’ün bir süre sonra çizgi değiştirmesi çok muhtemeldir ki böyle bir müdahaleye bağlıdır. Binali Yıldırım NTV’ye konuştuktan bir süre sonra Tayyip Erdoğan’ın CNN Türk’e bağlanması çok anlamlıdır: CNN Türk de hükümetin yanına geçmiştir! İkincisi, TSK’nın Atatürkçü kanadı her zaman Batıcı-laik burjuvazinin önde gelen siyasi aktörü olmuştur. Bazı durumlarda sınıfın ekonomik bileşenleri mücadeleye aktif olarak katılmayabilir, katılamayabilir. Siyasi aktörler de aynı derecede önemlidir. Üçüncüsü, bugün Batıcı-laik burjuvazi (TÜSİAD burjuvazisi) korku içindedir. Dizlerinin üzerine çökmüştür. Dolayısıyla, açık tutum almaması aslında Erdoğan ve AKP’nin yanında yer aldığı anlamına gelmez. Her zaman AB’ci ve dolayısıyla pek demokrat (!) olan TÜSİAD’ın ilk geceki cılız darbe karşıtlığı dışında esas bildirisini ancak ayın 18’inde açıklaması ve o güne kadar kutlama yapmamış olması çok manidardır.

Burjuvazinin iç savaşının kansız dönemlerinde bugüne işaret eden olaylar yaşanmıştı. Gerçek gazetesi ve sitesi bunların önemini gelişmenin her aşamasında vurguladı. İlhan Cihaner’in savcılık makamından tutuklanarak alınması sırasında, “kozmik oda” diye anılan yüksek gizlilik içeren evrakın bulunduğu mekâna giriş sırasında ve Suriye’ye gitmekte olan silahla dolu TIR’ın Adana’da durdurulması sırasında devletin farklı güçleri (TSK, polis, MİT) birbirine silah çekmişti. Ama o silahlar patlamamıştı. Şimdi o silahlar patlamış, bir tek gecede (muhtemelen birçok ölümü gizleyen) resmi rakamlara göre 250’ye yakın insan ölmüştür! Ama bu iç savaş kısa süre içinde bastırıldı.

Suriyeleşmede yeni bir evre

Darbe girişimi, Türkiye’nin Tayyip Erdoğan yönetiminde nereye kadar geldiğini bir kez daha göstermiştir. 7 Haziran’dan sonra Erdoğan’ın iktidarını korumak amacıyla izlediği politikalar Türkiye’nin adım adım Suriyeleşmesi anlamına gelmiştir. Geçen yılın sonbaharından beri dikkat çekmekte olduğumuz bu eğilim bugün darbe girişimi esnasında yaşananlarla çarpıcı biçimlerde kendini ortaya koymuş olmaktadır.

·         DAİŞ’in (IŞİD’in) bombalarının, devletin Kürt kentlerine yaptığı operasyonların arkasında bıraktığı yıkım, meclisin bombalanmasıyla birlikte beklenmeyecek kadar ileri bir ifadeye kavuşmuştur.

·         Suriye’nin iç savaşına benzer bir iç savaş şimdilik 24 saat ile sınırlı olsa da Türkiye’ye de sıçramıştır.

·         DAİŞ’in kafa kesme operasyonlarına benzer bir DAİŞ’çi vahşeti, AKP milisleri erlere karşı göstermiştir. (Dar anlamda kafa kesme iddiasının doğru olduğunu söylemiyoruz. Vahşetin karakterinden söz ediyoruz.)

Bu manzaranın üç önemli sonucu vardır. Birincisi, Türkiye’de siyasi sorunların çözümünün artık yalnızca silahla yürütülebileceği sonucuna ulaşmış çok güçlü toplumsal ve siyasi aktörler vardır. 24 saatlik iç savaş, geleceğe ayna tutmaktadır. Darbecilerin yakın gelecekte benzer bir hareket başlatacağını söylemiyoruz. Onlar yenilmiştir. Söylediğimiz, gelecekte başka güçlerin de benzer yöntemlere başvurmasının yüksek bir olasılık olduğudur.

İkincisi, darbenin ardından Tayyip Erdoğan ve AKP hükümetinin izlediği temizliğin ölçeği, bu tür bir ihtimali kışkırtıyor. Türkiye bir darbeden kurtulmuş görünürken, bir yandan da uzun süredir devam etmekte olan istibdad rejiminin kuruluşu sürecinde dev adımlarla ilerlemektedir.

Üçüncüsü ve en önemlisi, Türkiye hiçbir ilerici çözüme yer olmayan bir mecraya doğru sürüklenmektedir. Darbe girişimi, aynen bir süredir Suriye’de olduğu gibi, ülkeyi her ikisi de gerici iki alternatifle karşı karşıya bırakmıştır. Türkiye Gezi sonrası halk isyanının, Kobanê (Kobani) serhildanının ve büyük fiili metal grevinin tanımladığı toplumsal mücadeleler atmosferinden hızla uzaklaşmaktadır. Bu darbe, bu anlamda bir dönüm noktası olmuştur.

Bütün bunların anlamı, sınıf temelli bir muhalefetin inşasının bugün her zamankinden daha büyük aciliyet taşımasıdır.