Üçüncü Hataylı

Ahmet Atakan’ın anısına saygıyla, sevgiyle

Ağustos ayının sonlarında İMC televizyonunda bir televizyon tartışma programında halk isyanını tartıştık. Böyle bir tartışma için alışılmış sayının oldukça üzerinde bir konuşmacılar ekibiyle birlikteydik. İşte bu koskoca ekipte herkes o kadar çok “Gezi direnişi” diyor, o kadar çok Gezi Parkı’ndaki ağaçlara sahip çıkmaktan söz ediyor, o kadar çok İstanbul’un kültürel atmosferini ve deneyimini yansıtıyordu ki, daha önce “Gezi direnişi” adını doğru bulmadığımızı vurgulamış olmamıza rağmen bir aşamada söz aldık ve “Biz hepimiz çok İstanbullu olarak konuşuyoruz” diyerek öteki konuşmacıları uyarmak ihtiyacını hissettik. Son günlerde yaşananlar, o gün söylediğimiz bu sözün anlamını umarız bizim o akşam ifade edebildiğimizden daha iyi ortaya koymuştur.

İleride geri dönüp bu son günlere baktığımızda halk isyanının ikinci evresi o günlerde başlamıştı diyeceğiz belki de. Peki nerede?  Ankara’da, hem ODTÜ’de hem Mamak Tuzluçayır’da, hemen ardından da Hatay Armutlu’da. Aslında geçen hafta içinde ODTÜ, hafta sonunda ise Tuzluçayır, halk isyanının en güzel geleneklerini en canlı biçimde sürdüren eylemler olarak şimdiden tarihimize geçmiş durumda. Ama her ikisi de yerel birer isyan olarak. Gerçi özellikle Tuzluçayır’la dayanışma eylemlerinin başta Ankara’nın başka mahalleleri olmak üzere Türkiye’de yaygın eylemlere yol açtığı da biliniyor. Ama ODTÜ ve Tuzluçayır hem toplanan kitlenin boyutları, hem mücadelenin kararlılığı, hem de sokak savaşlarının aralıksız süresi (Tuzluçayır örneğinde 12 saat!) bakımından halk isyanının boyutlarına erişse de, başka yerlerdeki dayanışma eylemleri için sanıyoruz (istisnalar sayılabilse de) aynı şey söylenemez.

Buna karşılık, 9 Eylül’ü 10 Eylül’e bağlayan gece yeniden gencecik bir fidanımızı yitirmemizi protesto amacıyla yapılan eylemlerin boyutları da, cüreti de, süresi de, coğrafi yaygınlığı da Haziran ve Temmuz aylarında halk isyanının yüksek seyrettiği aşamaya yakışır bir karakter taşıyordu. Türkiye’nin ne kadar çok kentinde eylem oldu! Bazı yerlerde (örneğin İstanbul Kadıköy’de) eylemler nasıl da sabahlara kadar sürdü! Polisin aşırı gaddarlığına rağmen göstericiler nasıl da cesurdu!

Aslında iki olgu çok dikkat çekici. Birincisi, Kadıköy’ün direngenliği. 10 Eylül gecesi Kadıköy’de binler binler toplandı. Bir kısmı Taksim’e destek olmak amacıyla vapurları istila etti. O kadar büyük bir kalabalık vardı ki kaptan vapurun kapasitesinin sınırını hatırlatmak zorunda kaldı kaptan köşküne çıkarak. Karşıya geçtiklerinde de Şişhane’den Tophane’ye sokak savaşı verdiler. Ama bir kısmı da Kadıköy’de kaldı ve sabaha kadar eylem yaptı. Bu yetmedi, 11 Eylül gecesi de Boğa heykeli, Bahariye ve Kadıköy Çarşı büyük bir mücadeleye tanık oldu. Bu Kadıköy olgusu aynı zamanda forum hareketinin önemini ortaya koyduğu için üzerinde durulması gereken bir şey. Biz en azından Temmuz günlerinde isyanın henüz bitmemiş olduğunu, forumlar hareketinin, daha düşük bir düzeyde de olsa isyanın devam etmesi anlamına geldiğini söylüyorduk. Şimdi en azından İstanbul’daki en güçlü iki forumdan biri olan Yoğurtçu’nun (öteki Beşiktaş Abbasağa) nasıl dayanışmayı ayakta, morali sağlam tutmuş olduğu gerçeği Kadıköy’deki eylemin gücünde ortaya çıkıyor. Yoğurtçu’nun örneğin Lice’de Medeni Yıldırım öldürüldüğünde güçlü bir kitlesel yürüyüş örgütleyerek işi gevezeliğe boğmaması, bugünü hazırlayan önemli bir faktör olmuş olmalıdır.

İkinci önemli olgu Ankara’dan. Dokuz değişik noktada randevu verildi. 2 Temmuz Sivas mitingindeki doğaçlama Kızılay’a giriş istisnai olduğu için sayılmazsa, (arada Güvenpark’a birkaç bin kişi girmiş olsa bile)  Haziran ortalarından beri ilk kez çok büyük bir kalabalık Kızılay’ı fethetti. Ama bunun yanı sıra 100. Yıl’da, Dikmen’de, Tuzluçayır’da ve başka noktalarda da eylemler oldu, merkeze yüründü. Yani ODTÜ ve Tuzluçayır Ankara’yı gerçek bir isyan merkezi haline getirme istidadı taşıyor.

Şimdi bu etkileyici gecenin yalıtılmış olarak mı kalacağını, yoksa isyanda yeni bir dalganın başlangıcı mı olduğunu göreceğiz.

Şayet gelecekte isyanın ikinci evresi ODTÜ, Tuzluçayır ve Armutlu’da başladı diyeceksek o zaman bundan bazı sonuçlar çıkarmak kaçınılmaz olacak. Hatta bu eylemler yalıtılmış kalsa bile belirli sonuçlara şimdiden ulaşmak çok yanlış olmaz. Bu üç olayın her birinin karakteri yalındır. ODTÜ, Türkiye’nin son yarım yüzyılında öğrenci mücadelesinin bir numaralı merkezi olmuştur. Son günlerde orada yaşanan olaylar, 90 kuşağı diye anılmaya başlayan öğrenci kuşağının halk isyanında oynadığı rolden sonra nasıl politize olduğunu ve bu politizasyondan öyle akşamdan sabah vazgeçmeyeceğini ortaya koymuştur. Ne güzel haber! Aynı zamanda, mücadelenin kendisinde Gezi ile bir süreklilik de vardır: Genç insanlar aynen Gezi Parkı’nda olduğu gibi etraflarındaki polis tehdidine bakmadan ağaçlara sarılmıştır! Demek ki, en az üç kutuyu “tick”lemek gerekiyor ODTÜ eylemi vesilesiyle: genel olarak öğrenci, özel olarak ODTÜ, kentsel gelişmenin hoyratlığına karşı doğanın savunulması. Bir de çok önemli bir dördüncü kutu var belki de “tick”lenecek. ODTÜ öğrencisinin 100. Yıl mahallesi halkı ile işbirliği, kucaklaşması. Bu, halk isyanı ile birlikte tarih sahnesine çıkmış olan yeni öğrenci kuşağına en çok aşılamamız gereken şeyin şimdiden ve kendiliğinden olmaya başladığını gösteriyor: Emekçi halka gitmek, onlarla kucaklaşmak, yüzde 99 olarak mücadele etmek! Yaşasın ODTÜ öğrencilerinin emekçileşmesi, yaşasın ODTÜ-100. Yıl kucaklaşması!

Tuzluçayır ve Armutlu

ODTÜ böyle. Peki, kıvılcımı ateşleyen öteki ikisi? Mamak Tuzluçayır’ın Gülen cemaatinin finanse ettiği, Alevi toplumu içindeki İzzettin Doğan adlı AKP ajanının desteklediği bir cami-cemevi birleştirme projesi olduğu, AKP’nin bu projeye bakan düzeyinde, CHP’nin ise milletvekili düzeyinde destek verdiği biliniyor. (Bir de Mustafa Sarıgül desteği var!) Tuzluçayır halkı buna çok haklı olarak bir asimilasyon girişimi teşhisi koydu ve kelimenin gerçek anlamıyla başkaldırdı! Yani bu isyan kıvılcımı yalın ve berrak biçimde, ezilen bir inanç grubu olarak Aleviliğin başkaldırmasına bağlıdır. Bu olayda yeni bir şey de yoktur: Haziran ve Temmuz aylarında yaşanan halk isyanının ana dinamiklerinden biri zaten Alevi toplumuydu. Yeni olan, isyanı sürükleyen bir grup olarak Alevilerin nasıl ateşlerinden hiçbir şey yitirmemiş olduklarını görmekti.

Hatay Armutlu hem Tuzluçayır’la aynıdır, hem değildir. Aynıdır çünkü yine Alevilerin yaşadığı bir ortamdan söz ediyoruz. Değildir, çünkü konu doğrudan doğruya Suriye iç savaşı ve Erdoğan hükümetinin Suriye’de yaratmaya çalıştığı mezhep savaşı dolayısıyla büyük ve doğrudan bir mağduriyet yaşayan bir Alevi topluluğudur. Yani Arap Alevilerdir. İşte bu aslında Haziran’dan itibaren halk isyanında Hatay’ın neden bu denli yoğun ölçekte yer aldığının, neden eylemlerin ve mücadelenin en yoğun olduğu yerlerden birinin o sınır ili olduğunun anahtarını verir bize. Aynı zamanda polis gaddarlığının da özel bir keskinlik kazandığı bir yer olmasının nedenlerini açıklar.

Bütün bunlardan dolayıdır ki, Hatay Ahmet Atakan ile birlikte halk isyanına üçüncü çocuğunu şehit vermiştir. Her ne kadar Hatay’ın şehitlerinden biri, Ali İsmail Korkmaz, öğrenci olarak bulunduğu Eskişehir’de katledilmiş olsa da, Abdullah Can Cömert’i de kattığımızda bu üç Hataylı gencimizin ölümü, en azından Arap Alevilerin kendilerini mücadelenin içine ne kadar kitlesel biçimde atmış olduklarının göstergesi olarak okunabilir. Arap olmayan Alevileri de ekledik mi, halk isyanı döneminin altı şehidinden beşi Alevidir. Alevi olmayan tek şehit Medeni Yıldırım ise zaten Kürt halkının mücadelesinde yitirilmiş bir gençtir.

Öyleyse, başa dönüyoruz: Nereden baktığınıza bağlı olarak halk isyanının ardındaki dinamik farklı görünür. İstanbul-merkezli bir bakış açınız varsa, mesele Gezi’nin ağaçları ve “orantısız zekâ” etrafında odaklanır. Hatay’dan bakarsanız, halk isyanının ana dinamiklerinden biri genel olarak Alevilerin ezilmesidir, özel olarak Suriye’de kışkırtılan mezhep savaşıdır. İşte bu yüzden İMC’deki program esnasında “bu kadar İstanbullu gözüyle bakmamalıyız” demek ihtiyacını hissettik. Kaldı ki, Haziran ve Temmuz günlerinde İstanbul kendisi dahi Taksim’den ibaret değildi ki! Gazi’nin, Sarıgazi’nin, 1 Mayıs’ın, Kartal’ın, İkitelli’nin, Beylikdüzü’nün kent merkezine gelmeye ne para ne zaman yetiştirebilecek Alevileri, işçileri, emekçileri kendi mahallelerinde durmaksızın eylem yaptılar. O yüzden ufkumuzu genişletmeliyiz.

İsyan yeniden yükseliyor mu yoksa son üç-beş günün mücadeleleri yalıtılmış olgular olarak mı kalacak? Bunu ancak bekleyerek göreceğiz. Ama iki şeyi şimdiden güvenle söyleyebiliyoruz. Bir, isyanın ana dinamiklerinden ikisi, öğrenciler ve Aleviler, hiçbir biçimde eski isyan ateşlerini yitirmiş ve düzene boyun eğmiş değiller. Yani isyan şimdi başlamış olsa da olmasa da, yakın gelecekte başlaması ihtimali hâlâ yüksek. İki, isyanın dinamikleri büyük kentlerin üniversite gençliği ile sınırlı değil. Onlar önemli bir dinamik: ODTÜ bunu gösterdi. Ama Alevi toplumu da isyanın geleceğinde merkezi bir rol oynayacağını şimdiden kanıtlamış bulunuyor.

Halk isyanı bize birbirimizi kucaklamayı öğretiyor. Ama sadece kendimize benzeyenleri değil, daha da önemlisi benzemeyenleri de, toplumun yüzde 99’unu da kucaklamayı bilmeliyiz. Gezi Parkı’nın ve ODTÜ’nün ağaçları elbette önemli. Ama mezhep savaşının koskoca bir Alevi toplumu için yarattığı dehşet verici tehlike de en az o ağaçlar kadar önemli!