Tayyip Erdoğan’ın stratejik yenilgisi

7 Haziran 2015 tarihi, yer altından akan bir suyun aniden yeryüzüne fışkırması gibi, bir süredir devam etmekte olan bir süreci bütün Türkiye’nin gözleri önüne serdi. Tayyip Erdoğan’ın itibarı Gezi ile başlayan halk isyanında tarumar olmuştu. 2013 31 Mayıs’ından sonra yaşanan bütün süreç, Erdoğan’ın kendisi açısından çok zor koşullarda ayakta kalma mücadelesi idi. Hâkim sınıf güçleri onu büyük ölçüde terk etmişti. Emperyalizm, TÜSİAD burjuvazisi, cemaat, sol liberaller, hatta kendi partisi içinde başta Abdullah Gül olmak üzere çok güçlü odaklar artık Erdoğan’ı sınıf çıkarları açısından bir koz değil bir yük olarak görüyordu. Ama Erdoğan’ın ani düşüşü burjuva düzeni için tehlikeli olabilirdi ya da ağır bir ekonomik krizi tetikleyebilirdi. Dolayısıyla, Tayyip Erdoğan’ın siyasi tasfiyesi zamana yayıldı. Hem kendisi olağanüstü bir dirençle ayak sürüdüğü için, ama hem de hâkim sınıf güçleri bir “düzenli geçiş” stratejisi benimsediği için.

Eski itibarını ve desteğini yitirmiş bir siyasi önderin, can havliyle önceki tartışılmaz üstünlüğünü devam ettirme çabası bir çelişki yaratıyordu. Erdoğan’ın başvurduğu baskı önlemleri bunun bir ürünü idi. Erdoğan bir devlet krizi yarattı, çünkü ihtirasları ile arkasındaki destek arasında var olan uçurum, devletin olağan düzeni içinde kapatılamazdı. Düne kadar gayri resmi koalisyon ortağı olan imamı terör örgütü lideri ilan etti, düne kadar can düşmanı ilan ettiği askerleri aklattı. Yargıyı ve polis teşkilatını delik deşik etti. Basını yerlerde sürünecek hale getirdi. Kendisine muhalefet edenleri hakaretten içeri attırdı. Polisi cinayete teşvik etti. Saymakla bitmez. Hastalıklı bir siyasi üslup bütün Türkiye’nin gözleri önünde sergilendi durdu.

Türkiye solunun ezici çoğunluğu, Erdoğan’ın faşist bir rejim kurduğunu veya oraya doğru yürüdüğünü ileri sürdü. O, gücünü yitirmesinden dolayı çırpınırken ona olmadık bir güç atfetti. Ona “diktatör” dedi. Buna paralel olarak ve bunun bir sonucu olarak, Erdoğan’ın düşmenin kesinkes eşiğine geldiği anlarda eline geçen olanakları “pas geçti”. Erdoğan, 17-25 Aralık operasyonlarıyla ve “sıfırlama” kasetiyle mahvolmanın eşiğine gelmişken, üç ay sonraki seçimi adres gösterdi. Böylece savaşı düşmanın en zayıf olduğu alandan en güçlü olduğu seçim alanına çekti. Bu yüzden de bir sonuç elde edemedi. Böylece, düş kırıklığının tohumlarını attı. Gezi ile başlayan halk isyanının politikaya çektiği insanlara umutsuzluk aşıladı. 30 Mart yerel seçiminden sonra insanlar birbirlerine Uruguay’a göçmek için on iki neden üzerine söylevler verdi!

Devrimci İşçi Partisi olarak biz 17-25 Aralık’tan hemen sonra, 10 Ocak 2014’te bütün Türkiye soluna ve Kürt hareketine yönelik bir açık mektup yayınlayarak solu derhal, karşıtımız zayıfken, demir tavında iken, birleşik biçimde mücadeleye çağırdık. “Türkiye yolunu arıyor” dedik, “Bugün arıyor. 30 Mart’ta değil” dedik. En ufak bir olumlu ya da olumsuz tepki alamadık. Erdoğan’ın çok zayıf durumda olduğunu, düşmenin eşiğinde olduğunu anlatmaya çalıştık. Kimseye dinletemedik. Seçimleri Tayyip Erdoğan’ın kazanmasının gayet yüksek bir olasılık olduğunu belirttik. Sol bütün bunlara karşılık Mustafa Sarıgül ya da Mansur Yavaş gibi siyasi kahramanlar aracılığıyla Erdoğan’a muhalefete devam etti. 30 Mart seçimleri gelirken Gerçek gazetesinin başyazısı sokağa çıkma çağrılarını tekrarladıktan sonra şöyle bitiyordu: “30 Mart mı dediniz? Tarihte bir küçük ayrıntı olarak hatırlanacak.”

Şu sorunun cevabını bekliyoruz: Bugün zayıflığı çırılçıplak ortaya çıkan Erdoğan sizin ona atfettiğiniz muazzam iktidarı ne zaman, hangi nedenle yitirdi? Yerimiz sınırlı. Başka bir soru soracağız: Neden bu kadar farklı iki analiz? Çünkü solun ağırlıklı kesiminin bir halk isyanından çıkarabildiği tek sonuç parlamentarizm oldu. Sol oraya kadar gerilemişti. Bir halk isyanının, kitlelerin devrimci bir ruh durumu ile aylar boyu eylemler sürdürmesinin gücünü hesaplayamayacak kadar oy sayılarına saplanmış kalmıştı Türkiye’nin solu. O sayıları bile yanlış okuyordu. Israrla Tayyip Erdoğan’ın ve AKP’nin sadece nitel gücünün değil oylarının da nicel olarak gerilemekte olduğuna işarete diyorduk, ama dinletemiyorduk!

Bütün bunların ardında Marksist devlet teorisi ile küçük burjuva demokrat parlamentarizmin karşıtlığı yatıyor. Muhataplarımız bir siyasi önderin gücünü seçimlerle ölçtüler hep. Biz ise açık açık yazdık. Seçimlerde kitleden alınan oy gerçek güç dengelerinde faktörlerden sadece biridir. Burjuvazinin siyasi önderlerinin kaderi, seçimlerden de fazla hâkim sınıf güçlerinin kulislerinde belirlenir.

7 Haziran seçimlerine bu tartışma ile geldik. Tayyip Erdoğan’ın kitlelerin belirli bir bölümü üzerindeki olağanüstü karizmatik etkisi devam ediyordu. Davutoğlu’nun kapasitesini aşan çirkin üslubunun yabancılaştırıcılığına rağmen AKP’nin yüzde 40 oy almasını ve açık ara birinci parti olmasını açıklayan budur. Ama ne oldu? HDP barajı kolaylıkla geçti. Bunda Gezi’nin etkisini Gerçek gazetesi bu sayısında vurguluyor. Bunda Tayyip Erdoğan’ın “Kobani düştü düşecek” hoyratlığının rolünü Gerçek gazetesi bu sayısında vurguluyor. Ama bunda CNN’in, Kanal D’nin, Hürriyet’in HDP’ye yarattığı sempatinin rolü olmadığını söyleyebilecek babayiğit var mı? Sermayenin bir kesiminin, uluslararası burjuvazinin yayın organlarının desteğiyle, tercihini HDP’den yana kullanmış olmasının bir fark yaratacağını yadsıyabilir misiniz? Bu yayın organlarının “bölücü örgüt” retoriğini sürdürmesi ile Selahattin Demirtaş’ı sempatik göstermek için elinden geleni yapması arasında seçim sonuçları bakımından hiç fark yoktur diyen var mı?

Yani büyük burjuvazi kendi oyunu kullanmış, kitleleri de kendisiyle aynı yönde oy kullanmaya sevk etmiştir. Üstelik bu Erdoğan’ın burjuvaziye verdiği dilekçeye rağmen olmuştur. Birleşik Metal üyesi 15 bin işçinin grevinin ikinci gününde yasaklanması tam da böyle bir istidaydı! Erdoğan, MESS’in şahsında büyük burjuvaziye “beni destekle, işçiyi ezeyim” diyordu. Ama bu istida reddedildi! İşte Erdoğan’ın burjuvazi nezdindeki durumunu en iyi yansıtan gösterge.

Öyleyse bir sonuca ulaşıyoruz: Erdoğan stratejik yenilgisini Gezi’de almıştır. Türkiye solu Marksizm’le ilişkisini kopardığı için bunu kavrayamamış ve yüklenip devirmeye çalışacağına yüzünü parlamentarist seçim oyunlarına dönmüştür. Bu stratejik yenilgiye uğrayan Erdoğan’a taktik bir nefes alma süresi tanımıştır. Bu soluklanma sayesindedir ki cumhurbaşkanlığına tırmanmıştır. Burjuvazinin “düzenli geçiş” stratejisi böylece amacına ulaşmıştır.

Bazıları diyecek ki, “söylediğin doğru ise, Erdoğan’ı şimdi devirebiliriz, ne fark eder?” Arada yitirilen hayatları bir an unutalım. Ama politika hep somuttur. Erdoğan’ı en zayıf olduğu zamanda devirmeye girişmediğimiz için şimdi o cumhurbaşkanı koltuğunda oturuyor. Ve düşmemek için her şeyi yapacaktır! Türkiye’nin başına en büyük belaları bile açacaktır! Savaşa, Kürt savaşına ya da Ortadoğu’da Sünni-Şii savaşına hazır olun!

Bu yazı Gerçek gazetesinin Haziran 2015 tarihli 68. sayısında yayınlanmıştır.