Rabiacılığın istibdadı

24 Haziran seçimlerinde Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanı seçilmesinin ertesinde devlet yapısının hallaç pamuğu gibi atıldığı ve yeniden düzenlendiği bir süreç başladı. Bu gelişme sosyalist veya diğer aydınlar arasında yeni rejime hemen bir tanı konulması çabasını beraberinde getirdi. Erdoğanizm, Bonapartizm, Sezarizm, monokrasi ve benzeri adlar telaffuz edilmeye başladı. AKP iktidarına epeyce bir süredir “faşizm” adını takanların da az sayıda olmadığını biliyoruz.

Sosyalist gelenekte bir rejime ne ad verildiği elbette önemlidir. Ama solda yapılan adlandırmalar Erdoğan’ın tek adam yönetiminin özgül içeriğini çok fazla irdelemiyor. Yapılan analizlerin hiçbirinde biz Erdoğan’ın İslam dünyasıyla ilgili planlarının rejimin asli bir unsuru olarak ele alındığını görmedik. Oysa bu, rejimin asli boyutu olarak düşünülmeli. Erdoğan istibdadın sembolünü Rabia işareti olarak her yerde tekrarlıyor. Ama sol bu işaretin verdiği mesajı bir türlü alamıyor.

Biz Erdoğan’ın politik projesinin adını iki yıl önce, 2016 yılında, henüz 15 Temmuz başarısız darbe girişimi düzenlenmeden önce koyduk. (Bkz. “Faşizm mi, Rabiizm mi?”, Devrimci Marksizm, sayı 27, Yaz 2016). Sosyalist hareketimiz Marksizmin Batı toplumlarına uygulamış olduğu kategorilerin dışına çıkmadan düşünmeyi alışkanlık haline getirmiş durumda. Oysa Erdoğan’ın projesi çok özgül biçimde İslam dünyasına yönelik bir içerik taşıyor. Ayrıntıya girmeden söyleyecek olursak, Rabiacılık, Erdoğan ve AKP’nin Sünni İslam âlemini Arap dünyasından başlayarak yeniden Türk hâkimiyeti altında toplama projesidir. Türkiye’deki tek adam yönetiminin içeriği, bu bağlamda, uluslararası projenin gerçekleşebilmesi için ülke içinde sağlam bir üs yaratmak ve Kemalist cumhuriyetle birlikte Batı dünyasına bağlanmış olan Türkiye’yi yeniden İslam dünyasının merkezine yerleştirmektir.

Bunun yalnızca kültürel ve dini, yani ideolojik bir proje olduğunu düşünmek çok yanlış olur. Rabiacılığın kökeni, Özal dönemine kadar geri gider. Türkiye sermayesinin bölgeye ve dünyaya açılmasının ürünü olarak ihtiyaç duyduğu ekonomik yayılmacılığın özgül bir biçimidir. Aynı zamanda sanayileşmekte olan petrol yoksulu bir ülkenin Ortadoğu’nun petrol ve doğal gaz kaynaklarından yararlanması hedefi de bu projenin bir parçasıdır. Özal’ın 90’lı yılların başında geliştirdiği “İkinci Cumhuriyet” projesi, Rabiacılığın ilk ve alçakgönüllü bir biçimi olarak görülebilir. Mehmet Ağar’ın 2000’li yıllarda ortaya attığı “eyalet sistemi” de aynen Özal’ın İkinci Cumhuriyet projesi gibi Türkiye’nin belirli yönlerde (Irak’ta Kürdistan Bölgesel Yönetimi, Kıbrıs, Suriye, Azerbaycan vb.) genişlemesini öngörüyordu. Erdoğan’ın projesi ise çok daha iddialı, çok daha geniş kapsamlıdır, ama bir bakıma bunları diyalektik olarak içine alır ve aşar. Bu yüzdendir ki, Mehmet Ağar oğluyla, Soylu’suyla yeni rejimin asli bir öğesi olmuştur.

Projenin içeriğini saptamak, rejim konusunda erken yapılmış şematik sınıflandırmalardan çok daha anlamlıdır. Çünkü bize Erdoğan ve AKP’nin yaratmakta olduğu rejimin hem sınıf karakteri hakkında, hem de çelişkileri konusunda sayısız derinleşme kanalı açar. Her şeyden önce bu rejimin sınıf karakterinin köklü biçimde kapitalist olduğu yukarıdaki açıklamanın mantıksal sonucudur. Erdoğan’ın yeni rejiminin sınıf temelini ele alırken TÜSİAD’ı dışarıda bırakmak, Batıcı finans kapitalin, sermayenin uluslararası yayılmacılığının en azından Özalcı versiyonunun ardındaki en önemli toplumsal dinamik olduğunu, dolayısıyla İkinci Cumhuriyet’in ileri bir formunu temsil eden Rabiacılık karşısında da en azından hayırhah bir tavra sahip olduğunu görmezlikten gelmek demektir. Koç Holding’in son on yıllardaki en büyük yatırımı petrol alanınadır. Tüpraş, Türkiye sermayesinin sadece en büyük işletmesi değil, en büyük sembolik anlamla yüklü özelleştirme projesidir. Koç Holding’i Gezi Park’ın yanındaki Divan Oteli’nin kendilerince tatlı anılarıyla hatırlayanlar, Erbil’de de anlamla yüklü bir Divan Oteli olduğunu unutmamalılar!

Erdoğan burjuvazinin diğer kanatlarına birçok armağan vermiş, TÜSİAD burjuvazisiyle de geçmişte çok kavga etmiş olabilir. Ama bugün Batıcı burjuvaziye de bir hediye vaat ediyor: Dünya ekonomisinin altüst olduğu, Trump’ın başlattığı bir ticaret savaşına teslim olduğu bir dönemde tek elden karar alan, ülkeyi bir anonim şirket gibi yöneten, hızlı bir karar ve uygulama süreciyle sermayeye hizmet, işçi sınıfına taarruz.

Şimdi “mülkiyet özgürlüğü”nü tehdit ettiği için TÜSİAD’ı ve yabancı sermayeyi ürküten OHAL pürüzü aradan kaldırıldığında TÜSİAD’ın rejimle sorunu merkez bankası bağımsızlığına indirgenebilir. “Sermayenin sorunlarının hızlı çözümüne evet, ekonominin politik amaçlarla manipülasyonuna hayır” diyecektir TÜSİAD. Merkez bankası sorunu aslında bugün bütün bir sorunlar dizisinin düğüm noktası haline gelmiştir: Emperyalist dünya ile ekonomik, politik ve askeri bütünleşmenin düğüm noktası.

TÜSİAD ile Erdoğan rejiminin ilişkisi, merkez bankasının bağımsızlığı tartışması aracılığıyla bizi Türkiye’nin emperyalist sistemle ilişkisine getiriyor. Merkez bankasının bağımsızlığı aslında eskilerin deyişiyle bir “hüsni tabir”dir. Yani aslında çıkarlarla ilişkili olan bir şeyin güzel sözlerle ifadesi. Merkez bankası bağımsızlığı, bankanın devletin içindeki yerini tanımlar gibi durmaktadır: “Hükümet bankanın para politikasına karışamaz” demektedir. Ama aslında söylediği, merkez bankasının uluslararası finans kapitale, yani borsalara, yani Wall Street ve Londra City’ye, yani Erdoğan’ın ünlü “faiz lobisi”ne bağımlılığıdır. Diyalektik! Bağımlılık, bağımsızlık adı altında ifade edilmiştir!

Aynı şey ekonomik alandan askeri alana döndüğümüzde de geçerlidir. Erdoğan’ın yemin töreninin (9 Temmuz) hemen ardına rastlayan NATO zirvesinde (12-13 Temmuz) Batı yeni rejimi bağrına basmış, Türkiye yönetimi ise “mızrak ucu” gücünün komutanlığından Irak’ta NATO eğitimi düzenlemeye ve İstanbul’daki 3. Kolordu’yu NATO kara gücünün üssü haline getirmeye kadar birçok görevi şevkle üstlenmiştir. Ama ne bir taraf ne de öteki, 15 Temmuz ve ertesinde NATO ile Türkiye arasındaki ağır gerilim ve çelişkileri unutmaktadır.

Kısacası, Rabiacılık hep bir yol ayrımındaymış gibi yürümek zorundadır. Türkiye’nin NATO üyeliği ve uluslararası finans kapitalle köklü ilişkileri, İslam dünyasıyla kuracağı ilişkilerin dış çerçevesini çizdiği sürece bu gerilim devam edecektir. TÜSİAD ile Erdoğan’ın çelişkili birliği, Türkiye’nin Batı ile ilişkilerinin çelişkili birliğine tercüme olmaktadır.

Bütün bunlar bize yeni rejime karşı nasıl mücadele edeceğimiz konusunda gerekli ipuçlarını sağlıyor. Rabiacılığın gerçek alternatifinin işçi sınıfı politikası olduğunu tarih kanıtlayacaktır.

Bu yazı Gerçek gazetesinin Ağustos 2018 tarihli 107. sayısında yayınlanmıştır.