Köstebek
Ama devrim eksiksiz ilerlemektedir. Hâlâ araftan geçiyor. İşini metodik biçimde yapıyor. 2 Aralık 1851’e ulaşıldığında hazırlık çalışmasının yarısını tamamlamıştı; şimdi öteki yarısını tamamlamakta. Önce parlamentonun iktidarını tamamladı ki onu devirebilsin. Şimdi bunu başardı ya, yürütmeyi tamamlıyor, onu en arı ifadesine indirgiyor, yalıtıyor, kendine karşı tek hedef halinde dikiyor ki bütün imha güçlerini onun üzerinde yoğunlaştırabilsin. Hazırlık işinin bu ikinci yarısını da nihayetine ulaştırdığında ise, Avrupa oturduğu yerden fırlayacak ve sevinç içinde haykıracak: Güzel kazmışsın, ihtiyar köstebek!
Karl Marx, Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i
İhtiyar köstebek devrimdir. Devrim kitlelere her zaman birdenbire, hiç beklenmedik anda görünür. Marx ise devrimin kendi yolunu yer altından nasıl açtığını anlatıyor burada. Mavi gökte çakan bir şimşek gibi ortaya çıksa da, aslında yıllardır hazırlanmaktadır.
Türkiye’de 31 Mayıs-1 Haziran 2013 gecesi patlak veren, daha ilk günden belirttiğimiz gibi, bir devrim değildi. İktidarı ele geçirme sorununu ne nesnel, ne de öznel olarak önüne koyabilmiş bir halk hareketiydi. Yalnızca bir halk isyanıydı. Buna rağmen, ihtiyar köstebeğin bu isyan aracılığıyla tarihi hazırlığını yaptığını görmemek çok yanlış olur. Haziran 2013’te yola çıkan, sanki işine gidenleri toplayan bir servis aracı gibidir. Çeşitli duraklarda duruyor, yeni yolcular alıyor, yavaş yavaş doluyor. Sonra bir aşamada işyerine varacaktır, görevine başlayacak kalabalığı indirecektir. İhtiyar köstebek bu topraklarda çalışıyor, işini “metodik” biçimde yürütüyor.
Halk isyanının ilk yaş gününü kutladığı bugün görebiliyoruz ki, Türkiye’nin 31 Mayıs-1 Haziran gecesi içine girdiği kriz bitmekten çok uzaktır. Tam tersine kriz derinleşiyor. Zaman zaman akut hale geliyor, zaman zaman kronik bir kriz görünümü kazanıyor. Kâh siyasi iktidarı halk güçleriyle karşı karşıya getiriyor. Kâh hâkim sınıfların, hatta iktidar blokunun kendi içinde boğuşmasına yol açıyor. Kâh halkı sokağa çıkarıyor, kâh bakan oğullarını içeriye tıkıyor. Ama adım adım ağını örüyor. O ağ tamamlandığında biz karşımızda sanki bir anda hazırlanmış gibi görünen büyük bir sanat eseri bulacağız. Oysa işte şimdiden her şey hazırlanıyor. Büyük köstebek çalışıyor!
Halk isyanının dinamikleri
Geçen yıl olaylar yaşanırken ısrarla vurguladık: Türkiye’nin 31 Mayıs’tan itibaren yaşadığına “Gezi direnişi” adını vermek, iki bakımdan yanlıştır. “Direniş”, daha kelime yapısından bile belli olduğu gibi, bir saldırıya karşı savunmadır; oysa yaşanan halkın bir taarruzudur. “Gezi” demek ise, Avrupa merkezliliğe benzer biçimde bir “İstanbul merkezlilik”tir. Yaşanan, bütün bir ülkede halkın çok çeşitli katmanlarının ayağa kalkması, bedenini fedakârca ortaya koyarak düzeni zorlamasıdır. Gezi elbette birçok bakımdan çok önemlidir. 15 gün boyunca neredeyse bir komün kurulmuştur Gezi’de. Meta ve para ekonomisinin yerini paylaşmanın almasıyla birlikte Gezi, kapitalizmin “serbest piyasa” ideolojisinin 35 yıllık hegemonyasında büyük bir yarık açmıştır. Bu komünde bir araya gelen halk kitleleri içinde her türden insan vardır, ama bazı katmanların buraya kitlesel katılımı toplumsal ve siyasi hayatın son dönem gelişiminde önemli bir dönüm noktası olmuştur.
Bu katmanlar arasında, kadınların varlığı çok önemlidir. Kadın hareketinin kadın hakları ve talepleriyle sınırlı bir siyasete yüzünü dönmüş olduğu uzun yıllar sonrasında kadınlar başka sosyal grup ve katmanlarla birlikte yeniden ortak mücadeleye girmiştir. Hem de ne büyük bir ağırlıkla! LGBT’nin varlığı çok önemlidir. İlk kez genel bir toplumsal hareket içinde başkalarıyla el ele, ama kendi üslup ve sloganlarıyla ve mizahlarıyla yer almışlardır. Plaza çalışanları ya da beyaz yakalı proleterler olarak anılabilecek genç kuşak, üniversite mezunu ücretliler özellikle büyük kentlerde isyanın içinde canlanmışlardır. Bunların varlığı da gelecek için çok önemlidir. Anti-kapitalist Müslümanların varlığı çok önemlidir. Tayyip Erdoğan’ın her zamanki manevrasını yapıp “işte din düşmanları yeniden bize karşı toplandı” türü bir manevra yapmasının önünü kapatmış, büyük sol kesimlerle dindarların başka biçimde bir ilişkiye girebileceğini göstermiştir.
Bunlar büyük ölçüde Gezi denen fenomenin karakteristik özellikleridir. Ama Gezi’nin bir başka özelliği vardır ki bütün Türkiye’de, en yoğun olarak da Ankara’da yaşanmıştır aynı zamanda. 90 kuşağı diye anılan gençliğin birdenbire, kitle halinde, büyük bir cüretle siyasi hayatın içine dalması, düzene ve güçlerine kafa tutması. “Gezi” kavramı en çok mizahıyla, “orantısız zekâ”sıyla, teknolojik gelişmişliğiyle, doğaya duyarlılığıyla bu gençliği sembolize etmek için kullanılmıştır. Birazdan göreceğiz, 90 gençliği olgusu, Türkiye’nin genel siyasi konjonktürünü güçlü biçimde etkileyecek bir gerçeklik olarak kaydedilmelidir. Ama 31 Mayıs sonrasındaki büyük halk hareketini tek bir aktör etrafında toplamak, hele hele “orantısız zekâ” teşbihiyle anmak, bu halk hareketi konusunda büyük bir anlayışsızlıktır. Dinamiklerini anlayamamaktır.
Çok berrak söyleyelim. Halk isyanının dinamiği Taksim’deki ağaçlar olduğu kadar Suriye savaşıdır. Aktörü, 90 kuşağı olduğu kadar Türkiye’nin ezilmiş mezhebi Alevilerdir. 90 kuşağı üzerinde ölçüsüz bir ısrar, “Gezi bir orta sınıf hareketidir” yanlışıyla aynı doğrultudadır ve Alevi işçi mahallelerinin isyandaki önemi hatırlanacak olursa emekçi halk sınıflarına sırtını dönen bir tavırdır. Halk isyanı sırasında hayatını yitiren ve herkesin kalbine kazınan yedi kişiden (Kürdistan’da öldürülen Medeni Yıldırım dışında) altısının Alevi, üçünün Hataylı olması dahi kendi başına yeterince şey ifade etmektedir.
Halk isyanının kudreti
Halk isyanı, Tayyip Erdoğan’ın kaybettiği bir muharebedir. 12 yıllık iktidarı boyunca Erdoğan bir tek Kürt hareketi karşısında büyük zaferler kazanamamıştı. Onun dışında ülke içinde girdiği her güç denemesinden (seçim, referandum, TSK ile ilişkiler vb.) başarıyla çıkmıştı. Gezi olaylarıyla başlayan halk isyanı Erdoğan’ın ülkenin Batısında kaybettiği ilk muharebe idi.
İsyanın polisiye yöntemlerle yorulduğuna ve sonunda durdurulduğuna bakarak bu yargıyı yadırgayanlar olabilir. Halk isyanlarını dar askeri kriterlerle değerlendirmemek gerekir. Siyasi kriterler kullanıldığında, Erdoğan isyandan yaralar berelerle, kayıplarla, eli kolu bağlanarak çıkmıştır. Yerel olarak İstanbul düzeyinde Taksim’e Topçu Kışlası adı altında bir AVM ile cami yapma projesi şimdilik durdurulmuştur. Ulusal çapta, Erdoğan’ın başkanlık sistemini yerleştirme hevesi boşa çıkarılmıştır. Şimdi cumhurbaşkanı olsa bile, umduğuyla değil bulduğuyla yetinmek zorunda kalacaktır. Cumhurbaşkanı olacak bir Erdoğan’ın başına bir başbakan bela olursa ya da AKP bu tür nedenlerle sarsıntılar yaşamaya başlarsa, bunun arkasında halk isyanı olacaktır. Uluslararası düzeyde ise isyan Alevilerin kahramanca mücadelesinin ürünü olarak muhtemel bir Suriye işgalini durdurmuştur. Suriye macerası şimdi hükümet için çözülemeyen bir bataklık haline gelmiştir ve gelecekte çöküşünün ana dinamiklerinden biri olmaya adaydır.
Bunlar Erdoğan’ın aldığı darbelerdir. Peki, isyan bizim tarafımızda bir kazanım bırakmış mıdır? Elbette. Bunu izah etmeye girişmeden önce herhangi bir yanlış anlamayı önlemek için baştan belirtelim. İsyanın en azından ilk dalgası geçtiğimiz Ekim ayından itibaren sönümlenmiştir. İsyan devam ediyor demek, toplumsal mücadelenin dinamiklerini çok yanlış kavramak anlamına gelir. Bizim söyleyeceklerimiz de bu anlama çekilmemelidir. İsyanın bizim tarafta ilk büyük kazanımı, kuşaklar boyu süren bir siyasi karamsarlık ve boyun eğme ruh durumundan sonra mücadele, isyan, devrim ruhunun yeniden ve güçlü biçimde doğmuş olmasıdır. Artık uzun yıllar boyunca kimse “bu halk adam olmaz, hakkını aramaz” diyemeyecektir. Daha önemlisi, halk, kazanımların sandıktan çok sokakta ve eylemde elde edilebileceğini (solun parlamentarist zehri yüzünden biraz bulanık biçimde olsa da) görmüştür.
İkincisi, halk isyanı sayesinde sokak politikası ve isyan, toplumun bugüne kadar eylem ve mücadelelere hep küçümseyerek ya da korkarak bakmış kesimlerinde bile meşruiyet kazanmıştır. İktidar yanlısı basının Molotof, sapan, bilye, maske ve benzeri araçlara ilişkin bütün propagandası, sokak mücadelelerine ilişkin bu sempatiyi ortadan kaldıramamıştır. (Erdoğan’ı desteklemeye devam eden sınıf ve katmanların isyana çok soğuk baktığı kısmen doğru olabilir. Ama meseleye statik biçimde yaklaşmamak gerekir. Birazdan vurgulayacağımız gibi, kitleler mücadeleye girer girmez bu eğilim değişmektedir.)
Üçüncüsü, köstebek Alevileri kendi hanesine yazmıştır. Aleviler 12 Eylül’den sonra CHP politikasına fazlasıyla bağlandıktan sonra yeniden kendi sıkıntılarına çözümü kendi mücadelelerinde aramaya başlamıştır. Ortadoğu’da mezhepçi bir politika izlemeye devam ettiği ölçüde Erdoğan, karşısında Alevi toplumunun güçlü sesini bulacaktır.
Belki daha bile radikal bir değişiklik öğrenci gençlik alanında ortaya çıkmıştır. 90 kuşağı olarak anılan gençlik içinde isyanın sönümlenmesinden sonra çok değişik eğilimler görülüyor. Bazı katmanlar, özellikle daha üst sınıflardan gelenlerin bir bölümü, eski rutine geri dönme eğilimindedir. Arada kararsız olan geniş bir kesim vardır. Bunlar Gezi’nin büyüleyici ortaklaşmacılığı ve geniş ufkunu kolaylıkla terk edememekte, ama umutsuzlanmaktadır. Kimi, bir olanağını yaratıp Tayyip Erdoğan Türkiye’sinden Avrupa’nın “özgür hayat”ına kaçmayı hayal etmeye başlamıştır. Ama Avrupa’da faşizmin attığı dev adım bir süre sonra bu yolun kapanmasına yol açacak, bu kesimi Türkiye içinde bir seçim yapmaya zorlayacaktır. Nihayet ve en önemlisi, 90 kuşağının içinden oldukça yaygın kesimler, yüzlerini sosyalizme ve işçi sınıfı mücadelesine dönmeye başlamıştır. Bu hissedilir bir eğilimdir. 90 kuşağının gelecekte nasıl bir gelişme göstereceği, sol ile kuşağın bu öncü katmanları arasında nasıl bir ilişki kurulacağı temelinde belirlenecektir. Ama ihtiyar köstebek bu kuşağı da listesine yazmış bulunuyor.
Devletin baskı aygıtında çatlak
İsyanın kendisi durulduktan kısa bir süre sonra Türkiye yepyeni bir siyasi krizin içine düştü. 17 Aralık operasyonuyla açılan ve Mart sonuna kadar uzayan bu büyük siyasi kriz, doğrudan doğruya, halk isyanının yarattığı yeni ortamın bir ürünü idi. Tayyip Erdoğan’ın aklı işleyen bütün müttefikleri ve destekçileri için AKP iktidarı ekonomik ve politik istikrarı sağlayarak işçi sınıfına taarruzu derinleştiren bir kozdan kendisi istikrarsızlık kaynağı olan bir yüke dönüşmüştü. ABD, AB, laik sol ve burjuva liberal çevreler, TÜSİAD burjuvazisinden AKP’ye son dönemde yaklaşmakta olan güçler vb. Erdoğan’dan adım adım uzaklaşmaya başladılar. Ama büyük felaket, 12 yıldır neredeyse bir koalisyon ortağı konumunda olan Fethullah Gülen cemaatinin Erdoğan’a sırt dönmesiyle yaşandı. İslamcı iktidar blokundaki bu parçalanmanın etkilerinin şimdilerde derin dondurucuda olduğu ortada. Bu istikrarsız denge bir süre sonra uygun ortamını bulduğunda yeniden alevlenecek ve Erdoğan’ın başına bela olacaktır.
Ama bu yarılmanın bir başka sonucu oldu. AKP eski derin devlete taarruz ederken kendi derin devletini inşaya girişmişti. Bu işi de Fethullah Gülen’in polislerine, yargıçlarına ve savcılarına havale etmişti. Yarılma ile birlikte polis ve yargının bütünlüğü ve gücü büyük bir darbe aldı. Daha önce ordu da büyük bir sarsıntı yaşamıştı. Böylece burjuva devletinin baskı gücü bugün ve bir süre için büyük bir zaaf ile karşı karşıya kalmış bulunuyor. Bu o kadar açık bir gerçektir ki, Tayyip Erdoğan’ın genelkurmay başkanı Necdet Özel, son derecede önemli bir demecinde sosyal ve ekonomik olayları “güvenlik sorunu” olarak ilan etmiş, “renkler ve mevsimlerle anılan devrimler”i de ulusal güvenlik tehdidi olarak saymıştır. Anlaşılan yarın halk yeniden ayağa kalktığında orduyu da kullanmayı düşünüyorlar. Ama bunun ters tepmesi de olanaklıdır.
Köstebek bütün bu olguları da hazırlıklarının arasına yazmış olmalıdır.
Dev geriniyor
Gezi isyanının bir orta sınıf tepkisi olduğu yanlışına karşı, bunun arı anlamda bir işçi sınıfı ya da daha genel olarak emekçi karakteri taşıdığı tezi de yanlıştır ve solun siyasi gündeminin belirlenmesinde tehlikeler yaratır. Gezi işçi sınıfı hareketi ya da başka bir formülle söylendiği gibi sınıf mücadelesi ise, o zaman solun sınıf mücadelesini geliştirmek gibi özel bir görevi yok demektir. “Daha çok Gezi” varılacak tek sonuçtur.
Oysa bu büyük bir yanılgı olur. İşçi sınıfından birçok katman halk isyanında bulunmuştur. Ama işçi sınıfı kendi talepleriyle ve kendine özgü yöntem biçimleriyle isyana ancak istisnai olarak katılmıştır. Bu yüzdendir ki, biz ilk günden itibaren “isyanı emekle büyütmek”, “halk isyanını işçi sınıfına taşımak”, Erdoğan’ın “yüzde elliyi zor tutuyoruz” söylemine karşı “yüzde 99’a yönelmek” olarak özetlenebilecek bir tutum içinde olduk. Sol, isyan ile sınıfı birleştirmek için özel bir çaba harcamak zorundadır.
Öte yandan, isyanın durulmasından sonraki aylarda yaşanan gelişmeler, işçi sınıfı içinde bir kıpırtı olduğunu ve hareketlenme yaşandığında halk isyanının ruhunun ve şiarlarının sınıfa da örnek olduğunu gösteriyor. Greif işgali daha ilk günden “Her yer Taksim, her yer direniş!” sloganına sahip çıktı. Ama orada siyasi bir önderlik vardı denebilir. Ardından Yatağan işçileri benzer bir militanlık gösterdiler. Ama en önemlisi, Soma katliamıyla birlikte işçi sınıfının belirli katmanlarında kendiliğinden bir mücadeleciliğin izleri görülmeye başladı. Başlar başlamaz da halk isyanının sloganları benimsendi. Zonguldak maden işçisi, bir günlük genel greve çıktığında “Her yer Soma, her yer Zonguldak!” diye haykırdı. Soma işçisi kadar Anadolu’nun bağrında AKP’nin muhafazakârlığına maruz kalan bir sınıf katmanı bile benzer eğilimler gösterdi. Soma işçisinin bugün yürümekte olduğu yol, şayet işçi hareketi ve sosyalist sol tarafından doğru değerlendirilirse, bir dönüm noktası olabilir. Soma işçisi, özelleştirmeyi karşısına almıştır. Soma işçisi, taşeron yasaklansın demektedir. Soma işçisi, sendika bürokrasisine meydan okumakta, sendika değiştirme eğilimleri göstermektedir. Bu muazzam bir gelişmedir.
Türkiye kapitalizmi dış açık ve büyük özel sektör dış borçlanmasından kaynaklanan dörtnala devalüasyon tehlikesi ile yüksek faiz arasında sıkışmış bulunuyor. Bir sarsıntı ile ekonomi tepe taklak olabilir. İşte böyle bir ekonomik krizde işçi sınıfı çok daha büyük kitleleriyle mücadeleye girecektir.
Köstebek işçi sınıfı üzerindeki hazırlığını da ağır ağır, ama metodik biçimde yürütüyor. Bu görev tamamlanmaktan henüz uzaktır, ama bu alanda da sıçramalı bir gelişmeye hazır olmak gerekir.
Kürt halkının homurtusu
Tayyip Erdoğan’ın ve kurmaylarının en başarılı manevrası hiç kuşku yok ki “geçiş süreci” denen yılan hikâyesini başlatmış olmaları ve süründürmeleri oldu. Hele hele 2013 Newroz’undan itibaren yerleşen atmosfer, Erdoğan’ı tepe taklak devrilmekten kurtaran en önemli unsurdur. Kürt hareketi Gezi ile başlayan halk isyanında diplomatik destekle yetinmiştir. Şayet Kürt halkı Türk tarafındaki gibi ayağa kalksaydı, Tayyip Erdoğan’ın iktidarda kalması olanaksız hale gelirdi! Bunu 17 Aralık sonrası ikircikli tavır izlemiştir. Şimdi cumhurbaşkanlığı seçimi üçüncü bir test olarak önümüzde durmaktadır.
Bütün bunlardan dolayı Kürt hareketine kızıp Kürt halkından umut kesenler bir şeyi unutuyorlar: Kürt halkı artık otuz yılı bulan bir özgürleşme mücadelesinden gelen bir halktır. Kürt hareketi Ortadoğu’nun en ilerici hareketlerinden biridir. Türkiye Cumhuriyeti devleti ise asırların sömürgeci kodlarını taşıyan, Kürtlere özgürlük vermek bir yana, Kürt petrolüne göz diken, Güney Kürtlerini de sömürgeleştirmeye heveslenen bir devlet. Rojava bütün bu çelişkilerin düğüm noktasıdır. Kürt gençliği bunun huzursuzluğu içindedir. Ara kadrolar bunun huzursuzluğu içindedir. Kürt halkı bunun huzursuzluğu içindedir. Son dönemde gerilimin artması bundandır. Bu yüzden Kürt halkında umut kesmek, bu coğrafyanın potansiyelini görmezlikten gelmektir.
İhtiyar köstebek koskoca bir dünya tarihi deneyiminin getirdiği bilgelikle bu saflığı yapmaz. O cephede de işini metodik biçimde yapmaya devam edecektir.
Dünya çapında boy ölçüşme
Türkiye kendi içine kapalı bir dünya değil. Ortadoğu ile Kürdistan sorununu paylaştığı için kaderi iç içe. Ama onun da ötesinde dünyanın genel eğilimlerine tâbi elbette aynı zamanda. Bugün dünyanın nasıl bir yer olduğunu hatırlamak gerekiyor. 2008’den beri dünya kapitalizmi Üçüncü Büyük Depresyon içinde debeleniyor. 2011’den beri yanı başımızdaki Avrupa sistemi dünya kapitalizminin zayıf halkası. Bu yüzden güney Avrupa Arap dünyası ile birlikte sarsılıyor. Akdeniz devrimi geçici olarak durakladı, ama bu büyük dalgaya hayat veren dinamikler yerli yerinde duruyor. 2014’te kahverengi veba yükselmeye başladı. Ukrayna’da faşist çeteler seçilmiş bir hükümeti bir halkın önüne düşerek ve Batı emperyalizminin sözde demokratlarının desteğiyle devirdi, koalisyon hükümetinin ortağı oldu. Hindistan’da Hindu şovenizmi ile dinsel köktencilik birleşti, faşizan bir Modi hükümeti başa geldi. Şimdi de Avrupa faşist yönelişli partilerin tsunamisini yaşıyor. Bir yandan da büyük emekçi kitleler Avrupa’da gözlerini sola çeviriyor. Şimdilik reformist sola ama sola.
İhtiyar köstebeğin halkın yüzünü sola dönmesini memnuniyetle, faşizmin yükselişini kaygıyla izlediğini, ama metodik olarak hazırlığını sürdürdüğünü görür gibi oluyoruz.
Hazır olmak
Olağanüstü bir dönemden geçiyoruz. Olağanüstü bir döneme olağanüstü politikalar ve olağanüstü bir örgütlenme çabasıyla cevap vermek gerekir. Biz Devrimci İşçi Partisi olarak bunu yapmaya çalışıyoruz. Ki Türkiye’de, Mısır’da olduğu gibi devrim patlak verdiğinde kitleler pusulasız kalmasın.
İhtiyar köstebek hazırlanıyor. Bir gün onun eseri gün yüzüne çıkınca hep birlikte haykıracağız: Güzel kazmışsın, ihtiyar köstebek! Ama devrim yeryüzüne çıkınca görevi köstebekten devralmak gerekiyor. O hazırlanıyor. Biz de hazırlanmalıyız.