Hayır, evde oturmayın!

Adalet yürüyüşü Kemal Kılıçdaroğlu ve CHP açısından başarılı bir operasyon olarak sona erdi. Bir aya yakın bir süre boyunca 450 kilometre yürüyen Kılıçdaroğlu, toplumda hedeflediği ilgiyi ve güveni oluşturmayı başardı. Katılım düzeyi milyonla ifade edilen Maltepe mitingi bu başarıyı perçinledi. Şimdi en azından bir süre boyunca Kemal Kılıçdaroğlu CHP’nin tartışılmaz lideri ve Tayyip Erdoğan çevresinde inşa edilmekte olan istibdad rejimine karşı büyük kitlelerin gözünü çevireceği odak noktalarından biri olacak.

Adalet yürüyüşü iyi planlanmış bir siyasi operasyondu. Bunu birazdan biraz daha ayrıntılı olarak inceleyeceğiz. Ama aynı zamanda sanki bir toplumsal hareket karakteri de kazandı. Siyasetle doğrudan ilişkisi olmayan ama gittikçe ilerleyen istibdad ve zulüm düzeninden rahatsız olan çok sayıda insan, binlerle, hatta on binlerle yürüyüşte kısa mesafelerle de olsa yer aldı, milyonla ifade edilen bir kalabalık halinde Maltepe’ye katıldı. Bunların bir bölümü zaten her zaman CHP’ye oy vermiş insanlardı muhtemelen. Bir bölümü gönlü daha solda olsa da seçimlerde yararlı oy kullanmak için CHP’yi seçenlerdi. Bazıları da muhtemelen politikaya daha da uzak duran, belki de son yıllarda ya da daha gençler söz konusu olduğunda hiçbir zaman oy kullanmamış insanlardı. Her durumda, oy bir yana, muhtemelen bu tür eylemlere katılmayan çok sayıda insan vardı aralarında.

Bu insanlara yürüyüş bir umut kaynağı, bir moral depolama anı olarak görünmüş olmalıdır. Tanıklıklar böyle gösteriyor. Bizim bunu olumsuz olarak görmemiz söz konusu değildir. Ne kadar çok insan istibdad rejimi karşısında mücadele etmenin mümkün ve gerekli olduğu bilincine kavuşursa buna o kadar seviniriz. Yürüyüşün Kılıçdaroğlu ve CHP’nin siyasi çıkarları dışındaki en anlamlı sonucu da bu olmuştur muhtemelen.

Bizim eleştirimiz bu insanlara değil. Onlar, ya CHP’lidir, ya da siyasetin daha da dışından gelmektedir. Gidişleri ileriye doğrudur. Bizim eleştirimiz CHP’den zaten ileri olmaları gerekenlerin, yani sosyalistlerin bu yürüyüşle birlikte, bütünsel biçimde ve en ufak bir eleştirel kayıt getirmeden Kılıçdaroğlu’nun peşine takılmalarınadır. Evet, yürüyüş CHP’nin tam bir felaket olan geçmiş politikasından göreli olarak daha iyidir ve istibdada karşı haklıdır. Evet, yürüyüşün ve mitingin kitleselliği birçok insanı umuda ve faaliyete uyandırmıştır. Ama hiçbir şey tek yanlı ve basit değildir. Yürüyüş aynı zamanda mücadelenin geleceği açısından çok ciddi sınırların oluşumuna yol açacak bir süreci başlatmıştır. Sosyalistlerin tutumu bu sınırların oluşumuna katkı yapmaktadır.

Yürüyüş, CHP’nin 2019 stratejisinin ayrılmaz bir parçasıdır. Birini ötekinden koparmak mümkün değildir.

Musa operasyonu

Kılıçdaroğlu ilk seçildiğinde fiziği dolayısıyla Gandi veya Karaoğlan benzetmesi çok yapılmıştı. Sonra arada bütün bunlar unutuldu. Kılıçdaroğlu kimseye ilham vermeyen silik bir muhalefet lideri oldu. Şimdi yürüyüşle birlikte bu tür benzetmeler yine başladı. Ama Kılıçdaroğlu’nun kendisi, daha yerli olmak istediği için olacak, kendi heveslendiği yeri kendi tanımladı. Erdoğan’a “unutma, her firavunun bir Musa’sı vardır” diye seslendi. Kılıçdaroğlu, “firavun” kavramının zulmün yanılmaz sembolü olduğu bir halka kendini Musa olarak tanıttı.

Yürüyüşün bu özelliği konusunda berrak olmalıyız. Yürüyüşü sanki bir siyasi operasyon değil de bir büyük halk hareketinin başlatılması olarak sunacak olanlar ya yanılıyorlar ya da halkı aldatmaya çalışıyorlar. Adalet yürüyüşü Kılıçdaroğlu’nu lider yapmayı, CHP’yi genel toplumsal huzursuzluğun ifadesinde merkez haline getirmeyi hedefleyen bir siyasi operasyondur.

Bunun arka planında 16 Nisan referandumunun sonuçları yatıyor. Kılıçdaroğlu ve CHP, bu referandumda halkın en az yarısının “Hayır” oyu kullanmasından heveslenerek bir 2019 cumhurbaşkanı seçimi hayaline kapılmıştır. Yürüyüşün altyapısı, Kılıçdaroğlu’nun çeşitli siyasi parti ve odakların temsilcilerine yaptığı ziyaretlerle kurulmuştur. Yürüyüşle birlikte 2019 stratejisinde çok önemli bir atılım yapılmıştır. Kısacası, yürüyüş CHP’nin 16 Nisan sonrası benimsediği stratejinin esaslı bir parçasıdır.

Bu yüzden, her kim şu ya da bu gerekçeyle yürüyüşü yüceltiyor, bu hareketin devamını diliyorsa, o basitçe istibdada karşı bir hareketlenmeden daha ziyade istibdada muhalefetin CHP’nin belirleyeceği doğrultuda ve sınırlar içinde yürümesini de savunuyor demektir.

Sosyalistlerin pusulasızlığı

Adalet yürüyüşüne katılan ve Maltepe’de meydanda yerini alan sosyalist parti, akım ve aydınların tutumunda bazı noktalar özellikle dikkat çekiyor:

  • Hareketin içinde yer alma kararını verenlerin, eylemin düzenleyicisi olan CHP yönetimi propaganda özgürlüğü tanımadığı için orada susması ama hiç olmazsa kendi yayınlarında ya da sosyal medya ortamlarında kendilerine özgü fikirleri ifade etmesi, araya eleştirel bir mesafe koyması, CHP’nin ve Kılıçdaroğlu’nun amaçları ve yöntemleri konusunda kendi kanılarını dile getirmesi, siyasetin doğasından gelmesi gereken bir davranış biçimidir. Ama hayır, sosyalistlerimiz, kendi yayınlarında ve sosyal medya ortamlarında büyük ölçüde CHP’yle aynı propagandayı yapmakla yetinmiştir. Yürüyüşe ve mitinge katılan yüz binlere en ufak bir uyarı bile yapmaktan kaçınmıştır.
  • Sosyalistler yürüyüşü övmenin, halk kitlelerini canlandırmasına sevinmenin dışında hiçbir şey önermemektedir. Ne bir taktik, ne hareketi ileri taşıyacak somut bir eylem tarzı, ne örgütsel bir biçimlenme, ne da başka bir şey. Birçoğu “bu girişim burada kalmamalı” türünden bütünüyle pasif bir tutumu temsil eden, inisiyatifi bütünüyle CHP’ye bırakan bir yaklaşımı dile getirmektedir.
  • Kimi sosyalist, yürüyüşü dolaysız biçimde Gezi deneyimiyle karşılaştırmakta, bu deneyimin ölmediğini, bugün Adalet yürüyüşünün bu sayede yapıldığını söylemektedir. CHP’nin yürüyüş boyunca kendini Gezi’den ayırmak için yapmadığı şey kalmadığını hatırlar, büyük ölçüde kendiliğinden bir enerjinin ürünü olan Gezi ve onu izleyen ülke çapındaki halk isyanına karşıt olarak bu yürüyüşün Kılıçdaroğlu’nun sözünden bir an bile çıkmayacak kadar katı bir anlayışla yukarıdan düzenlendiğini hatırlarsak, bu karşılaştırma insana neredeyse utanç verecek kadar yapay ve ısmarlamadır. Kılıçdaroğlu, Gezi ile başlayan halk isyanında itfaiyeci rolüne soyunmuş, Gül ve Arınç’la ittifak yapmıştı. Şimdi Gezi’nin bazı unsurlarının Kılıçdaroğlu’nun peşine eleştirisiz biçimde takılması olsa olsa bir yenilgidir.
  • Kimi sosyalist de Adalet yürüyüşünü savunmak için Marksizmin tarihinde önem taşıyan düşünürleri veya olayları bu yürüyüşle paralel biçimde ele almakta, bir bakıma Marksizmin değerlerini yürüyüşe destek olmaya peşkeş çekmektedir. Bu, on yıllardır anti-kapitalist bir içerik taşıyan bir marşın (“Burjuvanın kafasına vura vura hey!”) Adalet Marşı yapılması ve Kılıçdaroğlu ile bezenmesi kadar utandırıcıdır!

Yeni olan tek şey teslimiyetin derecesi

Sosyalistlerin Kılıçdaroğlu’nda ilk hayat emaresini gördüklerinde soluğu hemen CHP’nin ardına düşmekte almaları hiç de şaşırtıcı değildir. CHP destekçiliği bir bakıma Türkiye solunun genlerinden gelen bir alışkanlıktır. Önce tarihi TKP, Mustafa Suphi sonrası dönemde, bütün baskıcılığına rağmen CHP’ye destek vermiştir. TKP’nin (bugün aynı adı taşıyan çevrelerle tek ortaklığı adıdır) CHP’ye desteği, Stalinizmin eline geçmiş olan Komintern’in kararıyla 1936’da “separat” operasyonu temelinde partinin tasfiye edilmesi ve üyelerinin CHP içinde erimesi ile sonuçlanmıştır. Bugün bu politikayı cepheden eleştirenler de dâhil birçok sosyalist Adalet yürüyüşüyle yine CHP’nin peşine takılmıştır.

1960’lı yılların dağdağalı ortamında sosyalist hareket, önce Türkiye İşçi Partisi ve DİSK aracılığıyla CHP’den bağımsızlığa doğru bir adım atmış, sonra Deniz’lerin, Mahir’lerin, İbo’ların siyasi çizgisiyle yolunu CHP'den ayırmış daha da ileri giderek dosdoğru burjuva devletin karşısına çıkmışır. Ama 12 Mart’ın sillesi aslında esas olarak bu hareketlere vurulduğu halde reformizm hemen 12 Mart’ın ardından yeni bir CHP destekçiliği yaratmıştır. 1973 seçimlerinden başlayarak hareketlerin çoğunluğu, önce “faşizme karşı yararlı oy” gerekçesiyle, sonra Milliyetçi Cephe’ye karşı parlamenter alanda CHP destekçiliğini seçmişlerdir. Dergisi 100 binlerce satan siyasi hareketler halka sürekli olarak CHP’yi iktidar adayı ve umut olarak göstermişlerdir. Gerekçe arandığında hep bulunmuştur.

12 Eylül sonrası da aynı dayanaklar önce SHP’nin, sonra CHP’nin desteklenmesi ile sonuçlanmıştır. 2004 yerel seçimlerine (Kürt hareketi dâhil) solun Murat Karayalçın önderliğindeki SHP ardında toplanarak girmesi tipik bir örnektir. Son yıllarda bu destek solda o kadar belirgin bir karakter taşımıyorsa, bunda önce Deniz Baykal, sonra da Kemal Kılıçdaroğlu liderliğindeki CHP’nin kimseye, hatta kendi taraftarlarına bile en ufak bir umut vermemesi yatıyor. Şimdi yaşanan da bunu tersinden teyit ediyor: Kılıçdaroğlu en küçük bir kıpırdanma gösterir göstermez, sosyalist sol yeniden CHP’nin arkasına dizilmiştir.

Ancak, Adalet yürüyüşünde sosyalistlerin CHP karşısındaki tutumu çarpıcı biçimde teslimiyetçidir. Geçmişte, ister 1920’li ve 1930’lu yıllarda tarihi TKP olsun, ister 1970’li yıllarda solun geniş kesimleri olsun, sosyalistler halka CHP’yi iktidar adresi olarak gösterirken kendilerini ondan ayırmaya çok özel bir çaba gösterirlerdi. Şimdi, yukarıda da belirttiğimiz gibi, bu mesafe bile ortadan kalkmış gibi görünmektedir.

İstibdada karşı CHP’yi desteklemek neden çıkar yol değil?

Biz başından beri CHP’nin istibdada karşı verilecek mücadelede iyi bir araç, iyi bir müttefik olmadığını vurguluyoruz. Neden? Bu ezbere söylenmiş bir söz, önyargıların ürünü bir değerlendirme, soyut olarak CHP karşıtlığı değil. Bugünün somut koşul ve yönelişlerinin ışığında ulaşılmış bir sonuç.

  • CHP’nin istibdada karşı yaslandığı güçler, Adalet yürüyüşünün çeşitli boyutları göz önüne alındığında çıplak biçimde ortaya çıkıyor. Kılıçdaroğlu Adalet yürüyüşünü istibdadın uygulamalarını “dünyaya duyurmak” olarak açıklamıştı. Bu dünyanın emperyalist dünya olduğunu bilmek için kâhin olmaya gerek yok. Yürüyüşe çıkarken çektirdiği, Anıtkabir fonu önünde yüzlerce, binlerce subayın olduğu resim ve yürüyüşe katılan emekli subayların özellikle öne çıkarılması ise güvendiği bir başka gücün TSK olduğunu açıkça gösteriyor. Üçüncü güç büyük burjuvazidir. Kılıçdaroğlu yürüyüş sırasında sadece TÜSİAD’a bile değil, MÜSİAD’a ve TOBB’a da çağrıda bulunmuştur. Burada bütünüyle hâkim sınıf güçleriyle birlikte iş yapma, düzenin sahiplerine seslenme yönelişini pratik olarak görüyoruz.
  • Esas muhatapları düzenin hâkim güçleri ve en başta büyük burjuvazi olduğu için CHP işçi sınıfının sorunlarına bütünüyle kayıtsız kalmıştır. Grev yasakları örneğin Akbank grevinde OHAL ile doğrudan, diğer “ertelenen” grevlerde genel bir anlamda ilgiliyken, istibdadın mesela bu konudaki uygulamalarından söz bile etmemiştir. Erdoğan yabancı sermaye için düzenlenmiş YASED toplantısında OHAL’den grev yasakları için “istifade” ettiklerini açıkladığında sadece kendi sınıf politikasını açıklamıyor, amacı o olmasa da Kılıçdaroğlu’nu da teşhir etmiş oluyor! Bütün bunların gösterdiği şudur: CHP işçi sınıfının mücadelesinin önünde bir engeldir.
  • Kılıçdaroğlu ve CHP halkın istibdada karşı seferberliğini kontrol altına alacak, onu pasifleştirecek bir çizgi izlemektedir. Yürüyüşün bütünüyle CHP çizgisinin disiplini altına alınması, başka pankartların vb. miting alanına sokulmaması için polise talepte bulunulması gibi tutumlar bunun güncel yansımalarıdır. CHP için halk kitleleri kendi 2019 politikasının etrafında toplanması gereken bir oy deposudur. Gezi veya metal grevi gibi kitlesel mücadeleler CHP açısından engellenmesi gereken şeylerdir. Bugünlerde okuduğunu anlayamayan ya da anlamamakta ısrar edenler çoğaldı. Onun için açıklayalım: CHP’nin halkın istibdada karşı aktif biçimde seferber olmasına engel olması, CHP’nin istibdada taraftar olması anlamına gelmez. Sadece istibdada karşı kendi kontrolü dışında eylemlilik ve seferberliklere karşı olduğu anlamına gelir.
  • CHP’nin TÜSİAD burjuvazisine hizmet eden politikası aynı zamanda istibdada karşı mücadelede güvenilmez bir aktör olduğu anlamına gelir. Şayet istibdadın karşısında gerçek bir kitle hareketi, özel olarak da işçi sınıfı mücadelesi yükselecek olursa, TÜSİAD burjuvazisi istibdadı tercih eder. Bunun bir örneği yakın geçmişte yaşandı. Gezi ile başlayan halk isyanı ve 17-25 Aralık gelişmeleri Erdoğan’ın konumunu sarsınca AKP kanadıyla Ergenekoncuları uzlaştırma işini Mustafa Koç üstlendi. Çünkü TÜSİAD burjuvazisi bir hükümet boşluğu doğduğu takdirde yeni bir halk isyanının kendi düzeni için tehlikeli olacağından korkmuştu. Yarın güçlü bir işçi sınıfı hareketi ya da başka bir kitle mücadelesi doğarsa, TÜSİAD burjuvazisinin Erdoğan ile benzer bir işbirliğine girmeyeceğini kimse garanti edemez.
  • Bütün bunlardan önemlisi, halk kitlelerinin CHP’nin peşine takılmasının, 2019 hayalleri ile oyalanarak gerçek bir mücadele hazırlığını ihmal etmesi anlamına gelmesidir. AKP’nin iktidardan gidişini gerçekleştirmek, öyle bir seçim kazanmakla başarılacak bir şey değildir. 7 Haziran AKP’nin seçim kaybettiğinde gitmeyeceğini herkese göstermiştir. Üstelik 15 Temmuz’dan bu yana silahlanma ve milisleşme tam hız devam etmektedir. Sosyalist hareketin ve işçi sınıfının stratejisini buna göre belirlemesi gerekir. CHP kuyrukçuluğu bu stratejik ihtiyaca aykırıdır.

Lenin’i ve Trotskiy’i bu işe karıştırmayın!

Devrimci İşçi Partisi’ni parti olarak izleyenler, stratejik yönelişini birkaç unsur üzerine inşa ettiğini görebilirler: işçi sınıfı içinde yorulmak bilmeyen bir kökleşme çabası; istibdada karşı mücadele ederken emperyalizmin kurumlarına yaslanmak bir yana, bütünüyle ve güçlü bir sesle emperyalizmin karşısında konumlanma; Tayyip Erdoğan’ın kurmakta olduğu rejimden çıkışı emperyalizmle, TÜSİAD’la, TSK’yla, AKP’nin ve MHP’nin muhalif kanatlarıyla vb. koordinasyon içinde “düzenli geçiş” stratejisine uygun biçimde sürdüren CHP ve Kılıçdaroğlu’nun doğrultusuyla arasına kalın bir çizgi çekme; Gezi-Kobani serhildanı-fiili metal grevi deneyimlerinde ortaya çıkan sosyo-politik aktörleri işçi sınıfının hegemonyası altında birleştirme özlemi. Bütün bunların bugünkü taktik ifadesi “Zincirsiz Kurucu Meclis” şiarımızdır.

Bir strateji, her taktik uğrakta uzun uzun izah edilmez. Parti, her bir taktik adımda stratejisinin bir başka boyutunu sergileyerek kendisiyle ilgilenen işçilerin, gençlerin, aydınların ve diğer ezilenlerin üzerinde ikna edici bir etki yapmaya çaba gösterir. Strateji her defasında sergilenmeye kalkışılırsa partinin yayınları kitleye dönük araçlar olmaktan çıkar, doktriner unsurlara konferanslar haline gelir.  

Anlaşılan Devrimci İşçi Partisi hakkında konuştukları halde onun stratejik yaklaşımından haberdar olmayan bazı sosyalistler, son Adalet yürüyüşü vesilesiyle DİP’i, yaklaşımını tam anlamadan eleştirmeye giriştiler. Maalesef partinin metinlerinde yazılanları görmezlikten gelerek pozisyonlarımızı da yanlış ifade ettiler. Bunlar üzerinde ayrıntılı olarak durmayı gerekli bulmuyoruz.

Ama bir noktayı vurgulamak yararlı olacaktır. Bu sosyalistlerden bazıları Lenin’i ve Trotskiy’i bu tartışmanın içine sürüklemeye çalıştılar. Lenin’in Sol Komünizm: Bir Çocukluk Hastalığı sanki bu meseleyle bir ilişkisi varmışçasına işin içine sokulmaya çalışıldı. Muhtemelen uzun yıllar önce okudukları bu yapıtta Lenin’in “sol komünistler”e burjuvaziyle stratejik bir ittifak içine girmelerini öğütlediğini sananlar var. Devrimci politika için asli bir kaynak olan bu risaleyi burada ayrıntısıyla ele alamayız. Şu kadarını belirtmekle yetinelim: Lenin “sol komünistler” diye, mücadelenin hiçbir anında uzlaşmayı kabul etmeyen, solun geri kalanına, özellikle başka işçi partilerine kayıtsız kalan, hiçbir bağlamda onlarla işbirliği yapmayan, işçi sınıfının kazanılmasının hayati önemini kavrayamayan solcuları kasteder.

Burjuvaziyle işbirliği meselesi, sadece “uzlaşmazlık” tutumunun reddedilmesinde ortaya çıkar. Lenin, taktik uğraklarda, güçlü bir düşmana karşı zor anlarda burjuva siyasi güçlerle anlaşmalara karşı değildir. Ama stratejik olarak burjuvaziyle ittifakı, hatta onun peşine takılmayı savunan siyasi akımları daima küçük burjuva olarak nitelemiş ve mahkûm etmiştir. Bu öylesine doğrudur ki, kanıtlamaya bile değmez. Şimdi adını böyle koymasalar da CHP’nin peşine takılmayı savunanlar, Türkiye’de “faşizm” olduğunu ya da “faşizm” tehlikesi karşısında bulunduğumuzu, bu nedenle işçi sınıfını ve halkı CHP etrafında da olsa birleştirmek gerektiğini söylemiş oluyorlar. Faşizm değil ama istibdad tehlikesi elle tutulur, hatta fiilen yaşanmakta olan bir tehlikedir. Ama siz Çarlık Rusyası’nı demokrasinin beşiği mi sandınız? Bu siyasi rejim altında bile, Lenin Kadet’ler adını taşıyan burjuva liberalizmine karşı (Kılıçdaroğlu  İngiliz Guardian gazetesine yazdığı makalesinde kendisini ve hareketini liberal demokrat olarak tanımlamıştır) , ittifak bir yana amansız bir mücadele vermiştir!

Yukarıda ne anlattık? Adalet yürüyüşü Kılıçdaroğlu’nun 16 Nisan referandumundan sonra benimsediği 2019 stratejik yönelişinin bir dişlisidir. Partizan olmayan bir demokrasi hareketi falan değildir. Desteklenmesi, halkın muhalefetinin CHP’nin arkasına takılması anlamına gelir.

Faşizm gündeme girer girmez bazıları da tabii hemen Trotksiy’i tanık gösterirler. Değil mi ki Trotskiy Almanya’da Nazilerin yükselişi döneminde bütünüyle doğru bir politikayla Almanya Komünist Partisi’ne Sosyal Demokratlarla birleşik cephe önermiştir. Ama bu insanların unuttuğu bir şey var: Avrupa’da Sosyal Demokrasi o çağda henüz bir işçi reformizmidir. Trotskiy bir Birleşik İşçi Cephesi savunmaktadır. Türkiye’de ise CHP bırakın bugünü, Ecevit’in en radikal döneminde bile bir işçi partisi olmamıştır. CHP’yle birleşik işçi cephesi kurmayı savunanlar varsa, onlara iyi şanslar!

Öyleyse, Lenin ve Trotskiy’i her taktik konuda yalancı tanık durumuna düşürmekten vazgeçin!

Evde mi oturmalı?

Adalet yürüyüşüne ve Maltepe mitingine katılanlar arasında bugüne kadar ya da en azından son yıllarda siyasi faaliyetin içine girmemiş olanların hayırlı bir iş yapmış olduklarını bu yazının en başında söyledik. Onlar evde oturmaktansa istibdada karşı yüz metre bile yürüdülerse ileri doğru bir adım atmışlar demektir. Bu on binlerin, yüz binlerin arasında tamamen inanmış CHP’liler dışında kalanlarına erişmek ve onları daha yüksek bir bilinçle donatarak daha doğru bir yolda mücadeleye sevk etmeye çalışmak, sosyalistlerin işidir.

Buna karşılık, sosyalist hareketin yıllardır sokaklarda, mahallelerde, işyerlerinde, okullarda ve başka yerlerde istibdada ve sınıf toplumuna karşı mücadele eden akımlarının Kılıçdaroğlu’nun Musa operasyonuna katılmaları geriye doğru bir adımdır.

İlk kategoriden insanların, kendileri yürüyüşe ya da mitinge katılmadan önce siyasi anlamda “evde oturdukları” tanım gereği aşikâr. Bunların, henüz siyasi kavrayış düzeyi düşük olduğu için, herkesi kendileri gibi sandıkları için, “ne yani evde mi oturalım?” diye sormasını anlamak bu yüzden mümkün.

Ama bir sosyalist parti veya akım içinde mücadele etmekte olan insanların Kılıçdaroğlu bir yürüyüş başlatana kadar sanki Türkiye’de yaprak kıpırdamıyormuş, herkes evinde oturuyormuş gibi, “ne yani evde mi oturalım?” sorusunu sorması ya haincedir, demagojidir; ya da budalalıktır, bilincin dumura uğramasıdır.

Biz Devrimci İşçi Partisi olarak arı gibi çalışıyoruz. Kılıçdaroğlu’nun yürüyüşü ve mitingi ile politikaya adım atmış olan, umudu yeşermiş olan, mücadele etmeyi doğru bulan insanları da Devrimci İşçi Partisi ile işçi sınıfına gitmeye, çok az sosyalist akımın yaptığı gibi, sanayi havzalarında, fabrikalarda, işçi servislerinde bildiri dağıtmaya, örgütlenme çalışması yapmaya çağırıyoruz. Bunu yapamayacak konumda ya da yaşta olanları, sendikalarına gitmeye, sendikalı değillerse sendikal çalışma yapmaya, sosyalist partilere omuz vermeye, Devrimci İşçi Partisine her yöntemle destek olmaya çağırıyoruz.

Hayır, evde oturmayın! İstibdada son verebilecek esas gücü, işçi sınıfını, başta sanayi, maden, tersane, ulaştırma, otel, perakende işçilerini, ama aynı zamanda büro emekçilerini, plaza çalışanlarını,  devlet memurlarını yani kamu emekçilerini mücadeleye çekmeye ve politikleştirmeye çıkın! Ancak böyle kazanacağız!