Erdoğan ve Soylu’nun davası

Erdoğan ve Soylu’nun davası

10 Nisan gecesi halkın evinde kalması ve virüsün bulaşmasının engellenmesi için ilân edilen sokağa çıkma yasağı tam tersi bir sonuç doğurdu. İnsanlar marketlere ve fırınlara hücum edince belki de virüs günler boyunca bulaşabileceği insan sayısından çok daha fazlasına saatler içinde bulaştı. Virüsün kuluçka süresi düşünüldüğünde 10 Nisan gecesi yaşananların halk üzerindeki olumsuz sonuçlarını önümüzdeki haftalarda göreceğiz. 10 Nisan’ın siyasetteki kuluçka süresi ise iki gün sürdü. 12 Nisan akşam saatlerinde İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun istifası haberiyle iktidar cephesinin ateşi aniden yükseldi. Artan hararet Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Soylu’nun istifasını kabul etmemesiyle kontrol altına alınmış gözükse de, iktidarın bu olayda bir kez daha kendini gösteren kronik hastalıkları iyileşmiş değil. 

Mükemmel fiyasko!

Soylu’nun istifası elbette sadece 10 Nisan’da yaşananlarla ve salgın süreciyle ilgili değil. O gece yaşananlar tetikleyici bir rol oynadı. Meselenin mazisi daha eskiye dayanıyor. Çelişkiler çok daha köklü. Ancak tüm bunların tartışılması ve değerlendirilmesi 10 Nisan gecesi yaşanan fiyaskonun üzerini örtmemeli. Soylu, Twitter üzerinden yayınladığı istifa mesajında sorumluluğu üstleniyor ama “ortaya çıkan görüntüler, mükemmel yönetilen süreçle uyuşmadı” diyerek kendisi bile iktidarın o ana kadar “mükemmel” olduğunu iddia ediyordu. Oysa gerçekte iktidarın baştan beri yaptığı, sürecin mükemmel yürütüldüğü algısını oluşturmaktan ibaretti. 10 Nisan gecesi ortaya çıkan görüntüler gerçek durumla bütünüyle uyuşuyordu.

Halk, salgın sürecinin yönetimi konusunda iktidara güvenmiyordu. Bilim kurulu çok övülmüş ama onun da makyajı akmaya başlamıştı. Bu kurulun doktorları halka bir ay boyunca “maske takmanıza gerek yok” dedikten sonra bir anda maske zorunlu hâle getirilince halkın güveni sarsıldı. Gece gündüz çalışıyor diye övülen Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’nın da makyajı akmaya başlamıştı, giderek kötüleşen rakamları bir başarı tablosu olarak sunduğu konuşmaların içeriği Berat Albayrak’ın ekonomi sunumlarına benzemeye başlamıştı. İlk günlerde muhalifler tarafından bile parlatılan Sağlık Bakanı, salgına karşı en büyük silahımız “yakalanmamak” diyerek alay konusu oluyordu.

İktidar bir siyasi irade olarak adım attığında sermayeye destek paketleri açıklamış ama halkın iş ve ekmek kaygısını giderecek adımlar atmamıştı. İlk günden itibaren iktidarın salgın yönetimi “sermayeye ne istediyse vermek”, halka da “başının çaresine bak” demekten ibaretti. Halk da yasak ilân edildikten sonraki iki saat içerisinde ekmeğin peşinden koştu, riski göze aldı, başının çaresine baktı. Tablo iktidarın süreç yönetiminin mükemmel olmak şöyle dursun tam bir fiyasko olduğunu kanıtlıyordu.

10-12 Nisan trol savaşları

10 Nisan fiyaskosunun elbette ki bir siyasi maliyeti de var. Bu siyasi maliyetin kim tarafından üstlenileceği sorusu, Süleyman Soylu’nun istifa hamlesi ile birlikte istibdad cephesinin kendi içindeki fay hatlarında öncü bir sarsıntı yarattı. 10 Nisan fiyaskosu hâliyle Süleyman Soylu’nun sorumluluğunu gündeme getirdi. Süleyman Soylu ise ilk andan itibaren Cumhurbaşkanı Erdoğan’a işaret eden açıklamalarda bulundu. “İşin başından itibaren sayın cumhurbaşkanımızın talimatlarıyla gerçekleşen bir süreç yönetimi ortada” diyen Soylu ifadelerinde sürekli talimatın Erdoğan’dan geldiğini vurgulama ihtiyacı duyuyordu: “Akşamüstü sayın cumhurbaşkanımızın talimatı çerçevesinde hafta sonu itibariyle 30 büyükşehir ve Zonguldak’ta sokağa çıkma yasağı ilân edildi. Vatandaşlara çağrım şudur, bir telaşa gerek yok.” 

Erdoğan’ın bu vurguları göz ardı etmesi elbette beklenemezdi. Bununla birlikte Süleyman Soylu ile bu konu üzerinden kamuoyu önünde bir tartışmaya girmesi de söz konusu olamazdı. Devreye kamuoyunda Pelikancılar olarak bilinen grup ve yine Berat Albayrak’ın kardeşi Serhat Albayrak’ın başında olduğu ATV- Sabah grubu girdi. Pelikancıların Hilal Kaplan, Selman Öğüt gibi önde gelen isimleri 10 Nisan gecesi sokağa çıkma yasağı kararı ilân edilmesini değil, onun ilan ediliş biçimini eleştirmeye başladılar. Tabii ki Erdoğan’dan bağımsız sokağa çıkma yasağı kararı alınamazdı. Ancak bu kararın ilân ediliş biçimini eleştirmek Erdoğan’ı aradan çekip Soylu’yu hedefe koymanın yoluydu. ATV-Sabah grubundan Cemil Barlas, Melih Altınok, Hasan Basri Yalçın gibi isimler de aynı doğrultuda Soylu’yu eleştirmeye başladı. Bilindik isimler ifadelerinde kontrollü bir dil kullanmaya dikkat ederken, arka planda “birinin 20 günde yaptığını diğeri 20 dakikada bozdu” ifadesiyle binlerce tweet atıldı. Bu kampanyanın merkezinde Pelikan grubunun trol hesapları olduğu söyleniyor. İçişleri Bakanı Soylu’yu Sağlık Bakanı Koca ile karşı karşıya getiren resimlerle yapılan bu propaganda sonuç vermiş, ihale tamamen Süleyman Soylu’nun üzerinde kalmıştı.

Ertesi gün Süleyman Soylu, Hürriyet’ten Ahmet Hakan’a bir açıklama yaparak hatalı olduğunu kabul etti. Ancak bu görüşmede kullandığı ifadeler ilginçti. “Eleştirileri aldım kabul ettim, hatta hakaretleri de…” diyen Soylu, yaptığı hatanın altında ezilen bir kişi görünümü verse de bu sözlerin arkasında kendisini mağdur gösterip karşı hamleye hazırlanma çabası vardı. Bu karşı hamle 12 Nisan Pazar günü Süleyman Soylu’nun yine Twitter’dan yayınladığı bir mesaj ile İçişleri Bakanlığı görevinden ayrıldığını duyurmasıyla geldi. Pelikan ve Albayrak cephesi Cuma akşamından başlattıkları kampanyanın sonuç verdiğini düşünerek “Soylu’ya yaptığı hizmetler için teşekkür ederiz” diyerek zaferlerini kutlamaya başladı. Hatta Sabah yazarı Mahmut Övür, içişleri bakanlığına mevcut bakan yardımcısı Muhterem İnce’nin vekâlet edeceğini açıkladı. Dahası bu açıklamanın ardından Övür’ün atama kararının yer aldığı, altında Erdoğan’ın imzası olan bir Resmi Gazete görüntüsünü paylaşıp daha sonra sildiği iddia edildi. Takvim gazetesi Ankara temsilcisi Zafer Şahin de A Haber’e bağlanarak istifanın Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bilgisi dahilinde gerçekleştiğini teyit ettirdiğini söyledi.

Tüm bunlar yaşanırken Soylu’yu telefonla arayanlar ona ulaşamıyordu. Telefonlarını kapatmıştı. Soylu geri çekilmiş, iki gün önce kendi aleyhine gerçekleşen sosyal medya operasyonuna mukabele etmek için karşı bir trol ordusu harekete geçmişti. Saatler içinde Soylu’yu destekleyen milyonlarca tweet atıldı. Soylu, karşıtlarını zayıf olduğu yerden vuruyordu. Erdoğan ve çevresi uzun zamandır tüm muhaliflerini FETÖ’cü, PKK’lı, DHKP-C’li vb. olmakla suçluyor ve siyasi olarak her sıkıştığı anda “terörle mücadele” ve “beka” söylemine sarılıyordu. Bu söylemin kamuoyu nezdindeki önde gelen ismi ise Süleyman Soylu’ydu. Soylu’ya güle güle derken müstehzi bir tonda söylenen “hizmetleri için teşekkür ederiz” sözleri Soylu’nun elinde bir silaha dönüştü. Soylu’yu ekarte etmeye çalışanlar, İçişleri Bakanlığı’nın “kontr-terör” faaliyetlerini eleştirirlerse kendi bindikleri dalı keseceğini bildiklerinden paralize oldular. Soylu’nun trol ordusuyla operasyon yaptığını söylemek de kolay değildi. Zira onlar da halkın “beka” algısını kendi meşruiyetlerinin temel direği yapmıştı. Halkın Soylu’nun teröre karşı mücadelesini desteklemesine trol manipülasyonu etiketi yapıştıramazlardı. Daha sonra Sabah yazarı Salih Tuna tüm bunların trol operasyonu olduğunu ima eden bir yazı yazdı. Bu yazıda “İstifa kararına Twitter üzerinden gösterilen tepkilerin daha doğrusu Süleyman Soylu'ya sahip çıkan tagların yerine belirli süre sonra (özür dileyerek aynı şekilde aktarayım) "Habertürk'te kim osurdu?" tagı aldı. En son bıraktığımda ihale Adil Gür'de kalmıştı. Akıbet ne oldu bilemiyorum. Demem o ki Twitter böyle bir mecra. Çok da iplememek lazım” diyerek bir not düştü ama iş işten geçmişti.

Soylu’nun trollerinden açık açık bahseden tek kişi Erdoğan’ın şoförü Ahmet Hamdi Çamlı oldu. AKP Kadın Kolları Başkanı Lütfiye Selma Çam Twitter’dan şu mesajı paylaşmıştı: "Sayın Süleyman Soylu'yu tabanımız sevmişti. Ancak, başarının nereden geldiğini, imkân ve yetkileri kimin verdiğini, liderimiz sayın Erdoğan'ın gücünü nasıl paylaştığını asla unutmamalı. Şayet liderinden destursuz ayrılır ise bu muhabbeti yitirir; Kardeşane hatırlatmak istedim!" Soylu görevde kaldıktan sonra Soylu cephesi Çam’ı hedefe koyarak parti içinde de mevzi kazanmak istedi. Çam’ın görevden alındığı haberleri yayıldı. Ancak parti merkezi bu iddiaları yalanladı. Ahmet Hamdi Çamlı ise sadece Lütfiye Selma Çam’a sahip çıkmakla yetinmedi aynı zamanda onu eleştirenlere “maaşlı troller” diyerek açık açık saldırdı.

Pelikancılarıın ve damadın Soylu’ya karşı hamleleri Erdoğan’dan bağımsız mı?

Bu süreçte Erdoğan yaşanan sürecin genellikle üçüncü tarafı ve hakemi olarak sunuldu. Bunda özellikle Pelikancıların Erdoğan’dan çok Erdoğancılık yapan otonom bir yapı olduğuna dair yaratılan algının payı büyük. Bu algı Erdoğan tarafından bilinçli şekilde oluşturulmuştur. Bu algı sayesinde Erdoğan, iktidar cephesi içinde gerçekleştirdiği operasyonlarda kendine bir manevra alanı sağlamaktadır. Pelikancıların tüm kamuoyu tarafından ilk defa tanındığı Davutoğlu’nun istifa ettirilmesi süreci, bunun en çarpıcı örneği. Söz gelimi eğer Davutoğlu bir isyan bayrağı çekse ve parti içinde etkili olsa, Erdoğan’ın operasyonu Pelikancı ekibe yıkıp farklı taktiklerle hasar kontrolü yapması mümkün olacaktı. Davutoğlu’nun istifa ettirilmesi sürecinde, böyle bir taktik geri çekilişe gerek kalmamıştı. Ama Soylu olayında Erdoğan tam da bunu yaptı. Şu anda Soylu’yu tasfiye etme girişiminin sorumluluğu tamamen Pelikancıların üzerine yıkılmış durumda. Erdoğan böylece başarılı içişleri bakanına sahip çıkan ve “ben istemeden kimse hiçbir yere gidemez” diyerek liderliğini perçinleyen bir görüntü yaratabildi.

Erdoğan’ın Pelikancı grupla arasına bilinçli bir mesafe koyması yüzünden bu ekibin Erdoğan’ı temsil etmediğine, hatta yanlış yönlendirdiğine dair yorumlar artabiliyor. Ancak bizzat Erdoğan’ın bu grubu merkezinde ziyaret ederek bu tür eğilimleri tekzip ettiğini de görüyoruz. Örneğin geçtiğimiz Ağustos ayında Erdoğan’ın Pelikancıların merkezi olan yalıda bu grupla toplu fotoğraf vermesinin ardından da bu grubun Yargıtay’a yaptığı bir atama dolayısıyla Abdülhamit Gül’e saldırmasına tanık olmuştuk. Abdülhamit Gül de Erdoğan tarafından kollandığı iddia edilen Zaman gazetesi eski imtiyaz sahibi Fettah Tamince’ye yönelik davaları yeniden ısıtarak mukabele etmişti. Daha sonra şimdiki Soylu olayına benzer şekilde Erdoğan’ın Abdülhamit Gül’e “sen bildiğin yolda devam et” diyerek sahip çıktığı yazılmış, sonrasında da Tamince davası birden konuşulmaz olmuştu.

Erdoğan, damadı Berat Albayrak’la da benzer bir mesafeyi koruyor. Bu mesafe, ekonomide işler sarpa sardığında damadını iktisat bilen bir teknokratla değiştirerek yabancı sermayeye güven verme kozunu elinde tutmasını sağlıyor. Döviz kurunun fırladığı dönemlerde sürekli olarak Berat Albayrak’ın görevden alınacağı şeklinde kabine revizyonu senaryolarının gündeme gelmesinin başlıca sebebi bu. Ancak Berat Albayrak da iktisat bildiği için değil, Erdoğan’a doğrudan bağlı olduğu için hazinenin başında tutuluyor. Erdoğan, Berat Albayrak’la mesafeli duruşunun iktidar cephesindeki belli kesimleri heveslendirmeye başladığını görünce Pelikancıları ziyaretinde olduğu gibi ağırlığını damadından yana açıkça koyuyor. Bu açıdan Aydınlık gazetesinden İsmet Özçelik’e sızdırılan bir haber ilginç. Bu habere göre 21 AKP’li milletvekili Erdoğan’a gidip bakanlarla ilgili şikayetlerini dile getiriyorlar. Farklı bakanlarla ilgili konuştuktan sonra sıranın damadına geldiğini anlayan Erdoğan, “ne yapayım 20 tane Berat bulamam ki” demiş ve milletvekilleri damatla ilgili herhangi bir kelime edemeden çıkıp gitmişler. Bu açıdan bakınca vaktiyle epey gündem olan Süleyman Soylu’nun Berat Albayrak’a omuz atması dâhil bu iki isim arasındaki çekişmeyi Erdoğan’dan bağımsız olarak düşünmek mümkün değil.

Danışıklı dövüş mü?

Soylu’nun koltuğunu, Erdoğan’ın da imajını koruduğu, 10 Nisan fiyaskosunun da bir miktar unutturulduğu bu sonuç, muhalif çevrelerde “acaba her şey danışıklı dövüş müydü?” sorusunu gündeme getirdi. Ancak yukarıda da ortaya koyduğumuz gibi bu bir danışıklı dövüş değildi. Eğer danışıklı dövüş olmuş olsaydı o takdirde iktidar yanlısı medyada hem Soylu’yu hem de Erdoğan’ı kollayan tek bir senaryonun anlatıldığını görmemiz gerekirdi. Oysa istifa haberinin hemen ardından Yeni Şafak Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni İbrahim Karagül şöyle diyordu: “Süleyman Soylu'nun görevden ayrılma kararı; Yanlış bir zamanda yanlış bir karar oldu. En azından; Bu olağanüstü günlerin geçmesini beklemeliydi. Böyle bir dönemde böyle bir karar; Cumhurbaşkanı'nı çok zor durumda bıraktı, Kriz yönetimini zora soktu. Yanlış oldu...”

Ortada danışıklı dövüş olsa iktidar medyasından bu sürecin AKP içinde herhangi bir çelişki ve çatışmanın sonucu olmadığını, Soylu’nun sorumlu bir devlet adamı olarak istifa ettiğini, Erdoğan’ın da lider olarak onun hizmetlerini takdir edip affederek bağrına bastığını okuyup dinlemeliydik. Süleyman Soylu’nun, istifa kararını Cumhurbaşkanı ile görüşmeden aldığına dair bir senaryo bu tür bir algıyı oluşturmak için uygun olurdu. İstifa kararının hemen ardından bu tür bir senaryoyu dillendiren Cem Küçük oldu. Gel gelelim bu senaryonun, yani Soylu’nun Erdoğan’la görüşmeden kendi başına istifa etmiş olmasının Erdoğan’ın “reis” ve “tek adam” imajına zarar vereceği açıktı. Bu senaryo da hızla rafa kalktı. Öte yandan cumhurbaşkanı ile görüşmüş olsa ve Erdoğan’ın istifa kararına karşı olmasına rağmen istifada ısrar etmiş olsa bu da aynı kapıya çıkacaktı.

Hürriyet yazarı Abdülkadir Selvi durumu kurtaracak bir hikâye yazmaya çalıştı. Selvi’nin hikâyesinde bu ikilem şöyle aşılıyordu: Soylu, Erdoğan’ın karşı çıkmasına rağmen istifa kararı almıştı. Ancak bunu Erdoğan’ın iradesine karşı meydan okuyarak değil, tam tersine 10 Nisan günü yaşananların mahcubiyet ve ezikliği içinde yapmıştı. Selvi’nin aktarımına göre Soylu, “Efendim konjonktür onu gerektiriyor. Sizin elinizi rahatlatmak için istifa ediyorum. Size sadakatim ömür boyu devam edecek. Hakkınızı helal edin.” diyor ve Erdoğan “sakın ha! Biraz sabırlı ol!” demeye kalmadan telefon kapanıyor. Abdülkadir Selvi’nin yazdığı bu senaryonun çok ilginç bir ayrıntısı var. O da “sizin elinizi rahatlatmak için istifa ediyorum” ifadesi. Bu ifade rastgele bir ifade değil.

Erdoğan’ın 17-25 Aralık’a karışan bakanların istifasını isterken kullandığı ifadenin aynısı. O dönem soruşturmalarda adı geçen Erdoğan Bayraktar canlı yayında aynen şöyle demişti: “'Rüşvet ve yolsuzluk ifadelerinin bulunduğu bir operasyon sebebiyle istifa ediniz ve beni rahatlatacak deklarasyonu yayınlayınız' şeklinde tarafıma baskı yapılmasını kabul etmiyorum. Etmiyorum çünkü, soruşturma dosyasında var olan ve onaylanan imar planlarının büyük bir bölümü Sayın Başbakan'ın onayıyla yapıldı.” Yani Abdülkadir Selvi’nin hikâyesi sadece Soylu’yu mahcup ve ezik göstermiyor aynı zamanda Erdoğan’ın yaptırımına maruz kaldığını da ima etmiş oluyor.

Tabii ki hikâyenin Süleyman Soylu cephesinden anlatılan versiyonu çok farklı. İstifa sürecinde adeta Süleyman Soylu’nun gayri resmi sözcüsü gibi açıklamalar yapan İnternet Haber Genel Yayın Yönetmeni Hadi Özışık’ın doğrudan Süleyman Soylu ile konuşmasından aktardığı hikâye ise şöyle: “Süleyman Soylu, Cumartesi’yi Pazar’a bağlayan gece Erdoğan’a bir Whatsapp mesajı yollayarak parti içinde kendisi aleyhinde olan hareketlerden de şikâyet ederek istifa edeceğini belirtiyor. Erdoğan bu mesajı sabah namazı esnasında görüyor ve mavi tikle Soylu mesajının görüldüğünü anlıyor. Ancak Erdoğan Soylu’ya geri dönmüyor. Daha sonra sokağa çıkma yasağının bitimiyle birlikte alınacak önlemleri arz etmek üzere Soylu tekrar Erdoğan’ı arıyor ve bu konuşmanın sonunda “size mesajda da belirtmiştim beni affedin” diyerek istifa edeceğini söylüyor. Erdoğan, istifa etmek senin hakkın kabul etmemek de benim hakkım işine bak diyor. Buradan sonrası ilginç! Hadi Özışık’ın aktarımında da Soylu, “elinizi rahatlatmak için” ifadesini kullanıyor ama esas hikâyenin farklılaştığı noktada Erdoğan “bu mesele hepimizin meselesi Süleyman Soylu’nun meselesi değil biz doğru yaptık” diyerek sorumluluğu üzerine alıyor.

Tabii ki daha sonra ne Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı tarafından yapılan yazılı açıklamada ne de Erdoğan’ın bakanlar kurulunun ardından yaptığı konuşmada böyle bir sorumluluğu paylaşma tutumu gördük. Tam tersine Erdoğan, “İçişleri Bakanımızın bu konudaki sorumluluğu üstlenerek gösterdiği hassasiyeti takdirle karşıladık ancak istifasını kabul etmeyerek kendisinden görevini sürdürmesini istedik” diyerek sorumluluğu Soylu’nun üzerine yıktı. Nitekim bir sonraki haftasonu ilân edilecek sokağa çıkma yasağını da aynı konuşmada kendisi açıkladı.

Soylu ve Erdoğan’ın “dava” arkadaşlığı: Efsaneler ve gerçekler!

Türkiye’de Erdoğan’ın tek adam olarak mutlak hâkimiyeti altında bir sadrazamlık kavgası yoktur. Erdoğan’ın da tarafı olduğu bir iktidar içi hesaplaşma söz konusudur. Yarı-askeri rejim gerçekliğini aklımızın bir kenarında tutarak Soylu ile Erdoğan arasındaki ilişki ve çelişkilere daha yakından bakmak yararlı olacaktır. Örneğin yakından bakıldığında Soylu ile Erdoğan’ı AKP’de buluşturan siyasal konjonktür ve ortaklıkların bugün anlatılan hikâyeden çok farklı olduğunu görürüz. Şu anda halka anlatılan hikâyeye göre Soylu, FETÖ ve PKK’ye karşı mücadelede en sert tavırları alan şahin bir politikacıdır. Yine aynı hikâyeye göre Erdoğan bu yüzden, çözüm süreci kapsamında Dolmabahçe görüşmelerinde yer alan eski İçişleri Bakanı yerine Süleyman Soylu’yu getirmiştir.

Adı üstünde bu anlatılan bir hikâye, hatta adeta bir masal. Çünkü Süleyman Soylu ile Erdoğan’ı yakınlaştıran esas süreç 12 Eylül 2010 referandumudur. 2009’da Demokrat Parti Genel Başkanı iken Olağanüstü Kongre’de Mehmet Ağar ve Tansu Çiller’in desteği ile tekrar genel başkanlığa aday olan ancak Demirel’in desteklediği Hüsamettin Cindoruk karşısında kaybeden Süleyman Soylu, daha sonra referandum sürecinde “evet” oyu lehine ülkeyi dolaşıp konferanslar vermeye başlayınca partisinden ihraç edilmişti. 2010 referandumu Fethullah Gülen’in “ölüleri bile kaldırıp evet oyu verdirmek lazım” dediği, yargı alanındaki anayasa değişiklikleri ile cemaatin bu alandaki hâkimiyetini perçinlediği referandumdur. Dolayısıyla Süleyman Soylu ile Erdoğan’ı yakınlaştıran sürecin katalizörü Fethullah Gülen olmuştur. Daha sonra 12 Haziran 2011 seçimlerine giderken bu ilişki çok daha açık şekilde görülecektir. CHP’li İsa Gök ve MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin cemaatin faaliyetlerinin durdurulması yönündeki sözlerini cemaatin Samanyolu televizyonunda değerlendiren Soylu bu açıklamaları “derin devletin harekete geçmesi” olarak suçlamış ve “28 Şubat öncesi, 12 Eylül öncesi gibi bir senaryodur” demiştir. Soylu’nun konuşmasının geri kalan kısmı çok daha ilginçtir: “Bu saldırının sebebi; aslında mazlum insanlar ilk defa iktidara gelmektedirler. Cemaat üzerinden başka bir algı oluşturularak 12 Haziran 2011 yılında yapılacak seçimlerde iktidarın rengini ve Türkiye’nin değişim yönünü bir şekilde etkilemeye çalışmaktadırlar. Fethullah Gülen ve Zekeriya Öz’ün ne yaptıkları bellidir. Fethullah Gülen ve Zekeriya Öz milletin temel değeridir. Zekeriya Öz, halkın iktidarını getirmeye çalışıyor.”

Süleyman Soylu ile Erdoğan’ın yakınlaşması elbette ki Soylu’nun hamisi Mehmet Ağar’ın serüveninden ayrı düşünülemez. Mehmet Ağar ile Erdoğan’ın yolları ilk defa Ağar’ın Refahyol döneminde önce Adalet sonra İçişleri Bakanlığı yaptığı dönemde kesişmiştir. Bu dönemde Erdoğan İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanıdır. Ağar o dönemden beri devlet içindeki farklı fraksiyonların çekişmesinde ön plandaki bir figürdür. Ağar, 1993 konsepti olarak bilinen faili meçhul cinayetlerle ve kontrgerilla faaliyetleriyle simgeleşmiş dönemin simge ismidir ve 1996 yılındaki Susurluk kazası ile ortaya çıkan devlet çetesinin merkezindedir. Cumhurbaşkanı Demirel’e bu kazadan haftalar önce sunulan, devlet içindeki Çiller Özel Örgütü adını taşıyan illegal yapılanmaya ait istihbarat raporlarında adı, örgütün emniyet yapılanmasının başında geçmektedir. Bu raporda Çillerlerin başını çektiği örgüt, dışarıda CIA ve Mossad ile içeride ise uyuşturucu ve silah kaçakçıları ve Alaaddin Çakıcı’nın başını çektiği Ülkücü Mafya ile ilişki içinde gösterilmiştir. Susurluk kazasında aynı arabadan çıkan polis, mafya ve aşiret reisleri adeta bu raporun teyidi niteliğinde olmuştur. Kazadan beş gün sonra kontrgerilla bağlantıları deşifre olan Ağar, kendisi hakkında verilen gensoru mecliste görüşülmeden önce istifa etmiştir.

Askeri iyi tanıyan Ağar istifa ettikten sonra gelmekte olanı görerek, İçişleri Bakanı olduğu dönemde Erbakan’ın Libya gezisini eleştirmesini bu sürecin esas sebebi olarak sundu ve 28 Şubat sürecini kazasız belasız atlatmayı başardı. 28 Şubat sonrasında Çiller’in DYP’si 2002 seçimlerinde baraj altında kalınca Mehmet Ağar, önce DYP ardından Demokrat Parti Genel Başkanlığı ile siyasette boy gösterdi. Bu dönemde Ağar, Fethullah Gülen’le son derece dostane bir ilişki içindeydi. Türkçe olimpiyatlarını kaçırmıyor, bu organizasyonlarda Gülen’e övgüler yağdırıyordu. Gezi isyanı dönemine denk gelen 11. Türkçe olimpiyatlarında Erdoğan’la da yolları tekrar kesişmişti. Mehmet Ağar, herkesi cemaatin bu organizasyonuna destek olmaya çağırmıştı. Erdoğan ise "üç haftadır Türkiye'de birbirinden taban tabana zıt iki fotoğraf var. Bir tarafta taş vardı sapan vardı molotof kokteyli vardı. Diğer tarafta Türkçe vardı türkü vardı şiir vardı" diyerek Gezi’nin karşısında cemaati övüyor ona yaslanıyordu. Aynı dönemde içeriği hâlâ aydınlığa kavuşmamış bir başka buluşma daha var. İçeriği açıklanmayan ama şu ana kadar da kimse tarafından yalanlanmamış olan bu görüşme, Gezi isyanı sürerken Bodrum Rixos Otel’de gerçekleşmiştir. Erdoğan ile Mehmet Ağar’ın yanında MİT Müsteşarı Hakan Fidan ve o dönem Başbakanlık Müsteşarı olan Efkan Ala da bulunmaktadır. Bu görüşme genelde, kontrgerilla ve isyan bastırma katliamları sırasında Emniyet Genel Müdürü olan Ağar’ın tecrübelerinden yararlanmak isteyen bir iktidar tablosu içinde sunulur. Gezi sürecinde halka karşı uygulanan bilinçli devlet şiddeti ve özellikle bu şiddetin merkezinde olan İstanbul Emniyet Müdürü Hüseyin Çapkın’ın Mehmet Ağar’ın adamı olması (kendisi Emniyet Müdürü iken 17-25 Aralık operasyonları gerçekleşen Hüseyin Çapkın FETÖ suçlamasıyla tutuklandığında, Ağar, Çiller’i referans göstererek Çapkın’a kefil olmuş ve tahliyesinde rol oynamıştır) bu tablo ile uyumludur.

Ancak meselenin başka bir boyutu daha vardır. Devletin Gezi döneminde isyan eden halka karşı kullandığı tek yöntem şiddet olmamıştır. Özellikle açılım sürecinden beklenti içindeki Kürt hareketinin halk isyanına mesafeli davranması belki de kaba devlet şiddetinden daha bile etkili olmuştur. Bu açıdan bakıldığında Rixos otelinde buluşan ekibin bir başka ortak noktasının da açılım süreci olduğu görülecektir. Hakan Fidan, önce Erdoğan’ın özel temsilcisi daha sonra MİT müsteşarı sıfatıyla Oslo’da PKK ile ve İmralı’da Öcalan’la yapılan görüşmelerde sorumluluk üstlenmiştir. Efkan Ala da Dolmabahçe mutabakatına kadar açılım sürecinin baş aktörlerindendir. Mehmet Ağar ise adeta açılımın fikir babasıdır. 2006 yılında DYP Genel Başkanı olarak Ağar “dağda dolaşacaklarına düz ovada siyaset yapsınlar” demiş ve PKK militanlarına gerekirse af çıkartılmasını savunmuştu. Hatta öylesine ileri gitmişti ki, Türkiye’nin Kuzey Irak, Suriye, Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan ile bir ekonomik birliğe gitmesini, bunun bir süre sonra da siyasi birlikle taçlanmasını önermişti. Süleyman Soylu da sadece cemaat ile kurduğu sıcak ilişkilerde değil açılım konusunda da Ağar ile aynı çizgideydi. 2010 referandumunun ardından cemaatin yayın organı Samanyolu TV’de,  bugün çizdiği profilin tam tersine, BDP’nin meclise girmesi için AKP’nin seçim barajını indirmesi gerektiğini savunuyor, Anayasa’da Kürt kimliğinin yok sayılmasını eleştiriyordu. Bugün bazı spekülasyonlarda adı Bahçeli sonrası MHP liderliği için geçen Soylu aynı programda milliyetçiliği eleştiriyor ve MHP’nin yeni Türkiye’de yeri olmadığını söylüyordu.

Görüldüğü gibi Erdoğan ile Soylu’nun siyasi buluşmasında FETÖ ve PKK ile mücadele temasıyla anlatılanların hepsi efsanedir. Yukarıda anlatılan yakınlaşma sürecindeki cemaat ve açılım arka planı Soylu ve Ağar’ın siyasal çizgisiyle çok tezatmış gibi gözükse de, aslında burada fikirlerini değiştiren değil, o dönemde olduğu gibi bugün de davanın değil ikbalin peşinden koşan siyasetçiler görüyoruz. Kendi partisinden tasfiye olan Soylu bu süreçte kendisine tekrar siyasette yer bulmuştur. Mehmet Ağar ise bu süreçte hem cemaatle hem de AKP ile kurduğu ilişkilerin de yardımıyla Susurluk davasından aldığı 5 yıllık cezayı 1 yılda o da kendisi için ayarlanmış özel bir hapishanede yatarak çıkmıştır. Süleyman Soylu’nun AKP’ye girişiyle Mehmet Ağar’ın 5 yıldızlı hapishane hayatı aynı yıl (2012) gerçekleşmiştir.

Yarı-askeri rejim gerçeği ve istibdadın fay hatları

Süleyman Soylu, AKP’de siyasi kariyerine kaldığı yerden tekrar başladığında önce Ar-Ge’den daha sonra da teşkilattan sorumlu Genel Başkan Yardımcılığı görevine getirildi. Soylu’nun hükümete girişi ise 1 Kasım 2015 seçimlerinden sonra Davutoğlu’nun Başbakanlığı’ndaki 64. Hükümet’e Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı olarak oldu. Davutoğlu’nun tasfiyesinin ardından Binali Yıldırım’ın 65. Hükümeti’nde de aynı görevde devam etti. Süleyman Soylu her iki hükümet döneminde de etkili ve belirleyici bir konumda gözükmedi. 15 Temmuz darbe girişiminin ardından Soylu’nun İçişkeri Bakanı olarak atanması ise bir kırılma noktası oldu. Bugün Süleyman Soylu etrafında yaratılan “Rambo” imajı ile Süleyman Soylu’nun tüm siyasi kariyeri boyunca edindiği kabiliyet ve tecrübeler arasında hiçbir ortak yön yoktur. Soylu’nun ne polis teşkilatı ile ne de askeri alanla içli dışlı olmuşluğu vardır. Çalışma Bakanlığı öncesinde devlet bürokrasisi içinde herhangi bir deneyimi de olmamıştır. Kendi deyimiyle küçük yaştan itibaren particilik yapmaktadır. İçinde doğduğu ve tüm siyasi hayatını şekillendiren gelenek ise Adalet Partisi-Doğru Yol Partisi geleneğidir.

Süleyman Soylu’nun bir kabiliyeti varsa o da siyasi belagat ve parti teşkilatçılığı üstünedir. Nitekim AKP’de aldığı görevler de buna uygun olmuştur. Soylu, içinde yetiştiği geleneğin tarihsel lideri Süleyman Demirel’in veciz sözünde olduğu gibi “dün dündür bugün bugündür” diyerek o dönem siyasi ya da kişisel ikbalinin gereği hangi siyaseti savunmaktan geçiyorsa onu en etkili şekilde yapmaktır. Sadece emniyet teşkilatının değil, darbe girişiminden 12 gün sonra bir OHAL KHK’sı (Kanun Hükmünde Kararnamesi) ile Jandarma’nın da bağlanmış olduğu makama bir siyasi figür seçilirken sadece siyasi belagat ve particilikten başka nitelikler aranmış olsa gerektir. Üstelik süreç 15 Temmuz sonrasıdır. İçişleri Bakanlığı uhdesinde emniyet teşkilatında geniş çaplı tasfiyeler gerçekleştirilmektedir. Bu iş için emniyet teşkilatında deneyimi, ilişkileri ve ağırlığı olan birinin seçilmesi hayatın olağan akışını uygun olandır. Süleyman Soylu’da bu özelliklerden hiçbiri yoktur. Dolayısıyla görünürde Süleyman Soylu İçişleri Bakanı olarak atanmışsa da emniyet teşkilatı ve Jandarma fiilen Mehmet Ağar’a emanet edilmiştir.

Tabii ki dönem farklıdır. Açılım değil askeri yöntemler ön plandadır. Düz ovada siyaset yapsınlar diyen açılımcı Ağar’ın yerine “1000 operasyon yaptım” diyerek kontrgerilla geçmişine sahip çıkan Ağar devrededir. Süleyman Soylu da dün açılımcı Ağar’ın sözcüsü olarak BDP’yi savunup MHP’ye saldırırken şimdi 1000 operasyoncu Ağar’ın sözcüsü olarak siyasi Ramboluğa soyunmuştur ve artık MHP lideri Bahçeli’nin gözdesidir. Soylu’nun istifasının kabul edilmemesinin ardından Bahçeli özel bir mesaj yayınlayarak memnuniyetlerini ifade etmiştir. Bu vesile ile şunu da belirtmek gerekir ki Soylu ve Ağar’ın açılımcılık ile operasyonculuk arasında salınan siyasi hareketliliği muazzam bir pragmatizm örneğidir ve aynı zamanda açılım ile askeri operasyonların Kürt hareketinin siyasi tasfiyesini hedefleyen iki farklı metod olduğunun da bir kanıtı niteliğindedir. Nitekim aynı ekip 23 Haziran 2019’da yapılan yerel seçimlerde İstanbul’da CHP ve HDP’nin ittifakını bozmak için Abdullah Öcalan’dan mektup alıp yayınlatmak ve Osman Öcalan’ı TRT’ye çıkartmakta (Bahçeli de bu işin içindedir) bir beis görmemiştir.    

Soylu’nun İçişleri Bakanı olması ile silahların konuştuğu bir dönemde Jandarma ve Emniyet üzerinde güç sahibi olan Soylu’nun, Ar-Ge ya da teşkilat sorumlusu olduğu hatta Çalışma Bakanlığı yaptığı dönemdeki gibi Erdoğan’a tümüyle tabi bir pozisyonda kalması beklenemezdi. Nitekim Soylu, İçişleri Bakanlığı dönemi boyunca kendi özerklik alanını giderek arttırmıştır. Artık Mehmet Ağar, etkinliğini iyice hissettirirken yıllarca ortalarda görünmeyen Tansu Çiller de 15 Temmuz anma gösterilerinde boy göstermeye başlamaktadır. 1996’da Çiller Özel Örgütü belgelerinde illegal yapılanmanın mafya ayağının başında olan Alaattin Çakıcı adeta şahsa özel hazırlanmış bir fiili afla sokaklara geri dönmüş bulunmaktadır. Süleyman Soylu, Erdoğan’ın bilgisi ve yönlendirmesi dahilinde kendisine karşı AKP içinden yükselen baskıyı sadece internet trolleriyle değil kanlı canlı, legal ve illegal boyutları olan bir güçle dengelemektedir. Nihayet bu denge, Türkiye’nin içinden geçtiği son derece krizli ve sarsıntılı süreçler düşünüldüğünde hiç de kararlı bir denge değildir.  

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Soylu’nun istifasını kabul etmemesiyle ne çelişkiler ortadan kalktı ne de ortaya konan birlik ve beraberlik tablosunun bir gerçekliği var. Her şey çok daha derin ve yapısal çelişkilerin bir tezahürü olarak karşımıza çıkıyor. “Tek adam” rejimi, Erdoğan’ın mutlak hâkimiyeti ya da parti-devlet tezlerinin hiçbiri bu gerçekliği anlamaya yardımcı olmuyor. 15 Temmuz’dan sonra Türkiye’de istibdadın bir yarı-askeri rejim biçimine büründüğünü ve iktidarın parçalı bir yapı arz ettiğini anlamadan yaşanan sürecin dinamiklerini görmek mümkün değil.

Devrimci İşçi Partisi 2018 yılında gerçekleştirdiği 5. Kongresi’nde “Türkiye’de siyasal durum ve görevlerimiz” başlıklı kararının 29. Maddesinde bugün yaşanan sürecin arka planını şöyle tarif etmişti: “Rabiacı istibdadı Erdoğan’ın mutlak hâkimiyeti olarak görmek yanlıştır. Tersine Erdoğan’ın devletin silahlı çelik çekirdeği üzerindeki etkisi büyük oranda sınırlanmış durumdadır. Yasal mevzuat cumhurbaşkanına 5-10 yıl içinde tüm ordu ve polisin yapısını istediği gibi değiştirme ve dönüştürme olanağı sunmaktadır. Ancak bu alanlarda kâğıt üzerindeki yasalar değil, silahlı güçler belirleyici durumdadır. Örneğin Milli Savunma Bakanı’nın eski genelkurmay başkanlarından seçilmesinin yazılı olmayan bir yasa olduğu yeni bir süreç başlamıştır. Jandarma ve polis İçişleri Bakanlığı’nın kontrolündedir. Ancak bu bakanlık da Erdoğan’a ve partisi AKP’den çok kontrgerillanın simge ismi Mehmet Ağar’a bağlılık gösteren Soylu’ya emanet edilmiştir. Soylu’nun Erdoğan’ın en yakınında olan damadı ile çelişkisi ve buna rağmen koltuğunu koruması önemli bir işaret olarak okunmalıdır. Dolayısıyla tek adam rejiminin askeri vesayeti ortadan kaldırdığı ve halk tarafından seçilen Cumhurbaşkanının yürütmeyi tek elde topladığı iddiası tamamen bir aldatmacadır. Türkiye askeri vesayetten kurtulmadığı gibi yeni yapı özel bir tür yarı-askeri rejim hüviyetindedir.”

Yarı-askeri rejimde Soylu’nun yeri

15 Temmuz’dan hemen sonraki süreçte Erdoğan ve AKP’nin tartışmasız bir zafer havası içinde olmadığını hatırlarız. Öyle ki uzun bir süre Erdoğan’ın gündeminin baş sırasında yer alan Başkanlık sistemi tartışması rafa kaldırılmış gibidir. Başkanlık sistemini öneren 11 Ekim’deki MHP grup toplantısında konuşan Devlet Bahçeli olmuştur. MHP’nin bu çıkışı Erdoğan’a bir lütuf değildi. Hatta Bahçeli, fiili durum hukuki çerçeveye uymuyor ve bu yüzden suç işleniyor diyerek bu teklifi bir ültimatom şeklinde formüle edilmişti. Daha sonra “Türk tipi” başkanlık sistemi denecek rejimin Erdoğan’ın saltanatı değil inşa edilmekte olan yarı-askeri rejimin siyasal biçimi olduğunu gördük.

MHP bu süreçte fiili bir koalisyon ortağı oldu ama hükümette yer almayarak yani siyasi sorumluluğu üstlenmeyerek özerk bir pozisyonu korudu. Bu pozisyon yarı-askeri rejimin iç çelişkilerinin derinleşmesi halinde yani Erdoğan kanadına karşı harekete geçilmesi gerektiğinde MHP’nin elini serbest bırakıyordu. MHP’nin hükümette yer almaması Erdoğan’ı rahatlatan değil tedirgin eden bir unsur oldu. MHP’nin TSK’dan bağımsız düşünülemeyecek olan bu pozisyonu özellikle Kürt sorunu bağlamında politikaların belirlenmesinde askeri kanadı tek merkez haline getiriyordu. Bu gerçekliği iki önemli olay sırasında açıkça gördük. Bunlardan ilkini AKP’nin öteden beri izlediği Barzani ile işbirliği politikasını 2017’de terk etmek zorunda kalmasında ve bir sene sonra çıkan andımız krizinde de alttan almak zorunda kalmasında gördük.

Süleyman Soylu’nun siyasi kariyerinin açılımcı döneminde karşı çıktığı MHP lideri Bahçeli ile yakınlaşmasının arka planında da aynı dinamik vardır. Daha önce BDP’nin meclise girmesini savunup MHP’yi yerden yere vuran Soylu artık HDP’nin seçilmiş belediyelerine kayyımlar atayan ceberrut bir İçişleri Bakanı olarak Bahçeli’nin gözdesi olmuştur. Cumhur ittifakı kapsamında MHP’nin hükümete bakan verip vermeyeceği tartışılırken Bahçeli’nin “Soylu yerinde kalsın bize yeter” dediği dahi iddia edilmiştir. Soylu’nun daha önce bir kere daha istifa sinyali verdiği biliniyor. Süleyman Soylu’nun “bugün İçişleri bakanıyız, yarın belki değiliz hakkınızı helal edin” diyerek bu konuşmayı yaptığı yer Trabzon, tarih 24 Şubat 2018’dir. Dört gün önce 20 Şubat’ta cumhur ittifakı resmen kurulmuştur ve AKP yaz aylarında 6. Olağan kongresini yapacaktır. Bu kongreye giderken kabine revizyonu tartışmaları da ısınacaktır. Bazı bakanların parti yönetiminde yer verilerek kabineden çıkartılacağı konuşulur. Ekonomiden sorumlu bakan Mehmet Şimşek ile İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun isimleri geçer. Süreç nasıl işledi ayrıntıları bilmiyoruz ama AKP kongresinin yapılması planlanan Haziran ayı sonunda kongre değil genel seçim yapıldı. 24 Haziran tarihine alınan baskın erken seçimin inisiyatifi de yine Devlet Bahçeli’den gelmişti.

16 Nisan 2017 referandumu ile seçim dönemlerinde İçişleri Bakanı’nın partisiz ve tarafsız bir isim olması zorunluluğu kaldırılmıştı. 24 Haziran 2018 seçimlerinde Anadolu Ajansı’nın seçim sonuçlarını açıklama tarzı muhalefetin itirazlarına yol açmış ve seçimin meşruiyeti tartışılmaya başlamıştı. Bu geceye muhalefetin protesto eylemleri değil İstanbul sokaklarında AKP taraftarlarının silahlı gösterileri damgasını vurdu. 31 Mart yerel seçimlerinin ardından da İstanbul’u kaybeden Erdoğan ilk açıklamasında sonucu kabullenen bir tonda konuştuğu halde günler içerisinde ibre İstanbul seçimlerinin iptali yönüne dönmeye başlıyordu. Süleyman Soylu’nun idaresindeki polis aktif rol oynadı. Süleyman Soylu yaptığı açıklamalarda yüksek perdeden oy hırsızlığı yapıldığını iddia ediyordu. Erdoğan ise “sıcak demiri soğutmak lazım” diyor ve “Türkiye ittifakı” kavramını ortaya atıyordu. Türkiye ittifakı söylemi Amerikan muhalefetinde büyük heyecan yarattı. Ancak bu heyecan iki gün sonra Ankara Çubuk’ta Kılıçdaroğlu’na yapılan linç girişimi ile söndü ve yerini yine gerilime bıraktı. Bu olayda Süleyman Soylu’nun rolü yine tartışmaların odağındaydı: "Çubuk olayının önceden tertip edilmiş olduğuna ilişkin ciddi veriler var. 19 Nisan’da “Türkiye ittifakı” açıklaması, 21 Nisan’da Çubuk. Kim tertip etmiş olabilir? Kendi İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ilk gün “örgütlü” olmadığını açıklarken Erdoğan iki gün ne düşündü de açıklama yapmadı? Bunlar cevap bekleyen sorular. " (https://gercekgazetesi.net/gundemdekiler/turkiye-ittifakindaki-turkiye-kim) Gerçek gazetesinde sorduğumuz bu soruların siyasi cevabını takip eden günler içinde bulmaya başlıyorduk.

Nihayetinde İstanbul seçimlerinin akıbetini belirleyecek karar yetkisi Yüksek Seçim Kurulu’ndaydı. Ancak sürecin nasıl işleyeceğini yarı-askeri rejimde seçimle ilgili kararların nasıl alınacağını yine Devlet Bahçeli’den öğrendik: “YSK bu ağır yükün altından nasıl kalkacaktır? İçişleri ve Adalet Bakanlığıyla, MİT ve Emniyet olağanüstü itiraz sürecinin isabetli bir sonuç vermesine katkı sunacak mıdır? Tekrarlanan İstanbul seçimlerinin sonuçları Erdoğan ve Cumhur İttifakı için bir hezimet oldu. İki yol vardı. Ya bu seçim yenilgisinin siyasi yükü Cumhur İttifakına atılacak ve yeniden Türkiye ittifakı stratejisi ön plana çıkacaktı, ki bu durumda Soylu ilk siyasi bedel ödeyecek isim olurdu; ya da sandıktaki hezimet Kürt sorunu etrafında şovenizmi yükselterek, İyi Parti ile CHP arasına kama sokularak aşılacaktı. Seçilmiş HDP’li belediyelere kayyımlar atanmaya başlandı. Tabii ki başrolde Soylu vardı. Erdoğan en sert söylemlerle bu kampanyanın sözcülüğünü yapıyordu ama izlenen siyaset rejimin askeri kanadının tercihiydi. Türkiye ittifakından bir daha kimse bahsetmedi.    

Yarı-askeri rejimin kararsız dengesi giderek kırılganlaşıyor

Yarı-askeri rejimin kırılgan dengesi, sivil kanadın askeri güçten, askeri kanadın da siyasi destekten yoksun olması üzerine bina olmuştur. Dışarıya çelikten bir birlik görüntüsü verirken içeride amansız bir güç mücadelesi içinde olan bu yapının çelişkileri de hep bu fay hattı üzerinden tezahür etmektedir. SADAT olarak bilinen para-militer yapı, Osmanlı Ocakları, silahlı mitingler düzenleyerek Erdoğan’a oy isteyen Sedat Peker grubu vb. hepsi sivil kanadın askeri alanda kendine bağlı yapılar oluşturarak denge kurma çabası olarak okunabilir. Askeri kanat da sürekli olarak siyasi zaaflarını giderme çabası içinde olmuştur. Hulusi Akar’ın Hakan Fidan’la birlikte İslamcı yazar Nuri Pakdil’i ziyaret edip bunu çarşaf çarşaf basına servis etmeleri, Genelkurmay’ın Akit gazetesine başsağlığı telefonu açması, orduda başörtüsüne serbestlik sağlanması gibi olaylar TSK’nın İslamcı bir yapıya bürünmesinden ziyade bu açıdan değerlendirilmelidir.    

Süleyman Soylu, 15 Temmuz’u takip eden süreçte iktidarın askeri kanadıyla iç içe geçerek kendine bir özerklik alanı açmış bulunmaktadır. İstifa krizi sonrasında ise ciddi bir siyasi güce kavuşmuş gözükmektedir. Süleyman Soylu siyasi belagat ve parti örgütçülüğü kabiliyetlerini kullanarak Erdoğan’ın gölgesinden sıyrılabildiği ölçüde özerklik alanını daha da genişletecektir. Şimdiden düzen siyaseti içinde Erdoğan sonrası senaryolar yazanların bir numaralı adayı konumuna yükselmiştir. Erdoğan siyasetin içindeyken kendi bayrağını açıp açamayacağı ise siyasi askeri güç dengelerinin nasıl bir yol izleyeceğine bağlıdır. Askeri alanda SADAT’ın tasfiye edildiği, Osmanlı Ocakları türü yapıların zaten uzun süredir fiilen feshedilmiş olduğu, Alaattin Çakıcı dışarı çıkmazdan önce Sedat Peker’in yurtdışına üniversite okumaya(!?) gitmiş olduğu düşünüldüğünde yarı-askeri rejimin kararsız dengesinin giderek kırılgan hâle geleceğini görmek zor değil. Bunu gören sadece biz değiliz. İstifa krizinin ardından Abdurrahman Dilipak’ın Akit gazetesinde yazdığı “Daha kırılgan bir Türkiye” başlıklı yazısını bitirdiği cümle ile bitirelim: “Bugün, düne göre daha kırılgan bir Türkiye var. Görünen o ki, hiçbir şey eskisi gibi olmayacak ve bu durum uzun süre böyle devam edemez.”