DİP'in 5. Kongresi: Savaş, faşizm ve istibdada karşı sürekli devrim!

DİP'in 5. Kongresi: Savaş, faşizm ve istibdada karşı sürekli devrim!

Devrimci İşçi Partisi yakın zamanda 5. Kongresi'ni gerçekleştirdi. Kongre'de dünya durumuna ilişkin olarak alınan kararı aşağıda yayınlıyoruz.

Giriş: yeni bir evre

1. Devrimci İşçi Partisi, 2016 yılı başında düzenlediği Olağanüstü Kongresi’nde ve 2017 başında düzenlediği 4. Olağan Kongresi’nde dünyanın ekonomik, politik ve askeri durumunu daha önceki kongrelerin de ışığında derinlemesine incelemiştir. Bu incelemede öne çıkan yapısal denebilecek, bütün bir döneme damga vuran noktaları şöyle özetlemek mümkündür:

(a) Dünya, somut ve elle tutulur biçimde bir dünya savaşı olasılığı ile karşı karşıyadır. Bu savaşın en merkezi konusu, emperyalizmin (ABD, AB, Japonya vb.), 20. yüzyılda yaşadıkları sosyalist devrim ve inşa süreçleri sayesinde çok güçlü birer devlet haline gelmiş olan Çin ve Rusya’yı kuşatmak, yalıtmak, yaşadıkları restorasyon sürecini mantıksal sonucuna taşıyarak bu ülkeleri dize getirmek, çökertmek, bugünkü emperyalist ülkelere herhangi bir tehlike olmaktan çıkartmaktır. Ancak savaş dinamikleri Rusya’nın (Gürcistan, Ukrayna, Suriye vb.) veya Çin’in (Güney Çin Denizi, Kuzey Kore vb.) merkezinde yer aldıkları çatışma ve bölgelerle sınırlı değildir. Ortadoğu üzerinde emperyalist ve Siyonist emeller ile mezhep savaşları da, Afrika’daki çelişki ve çatışmalar da bir dünya savaşının patlak vermesinde tetikleyici rol oynayabilir, savaş başka yerde başlasa bile yayılmasına uygun kanallar oluşturabilir.

(b) Kapitalist dünya ekonomisi, 2008’de yaşanan büyük finansal çöküşten sonra yerleşen Üçüncü Büyük Depresyon’un etkisi altında derinleşen çelişkilere maruz kalmaktadır.

(c) Bunlar arasında en önemlisi, çeşitli biçimler altında kapitalist barbarlığın ifadesi olan siyasi hareketler (faşist ve ön-faşist partiler, DAİŞ ve El Kaide türü tekfirci, mezhepçi hareketler, Avrupa ve Asya’da bütünüyle keyfi ve baskıcı politikaları uç noktaya taşıyarak katliamlarla hüküm sürenler, devletlerin mafya ile iç içe girmesi vb.) ile sınıf mücadelelerinin ve devrimci krizlerin paralel olarak yükselmesidir.

(d) Ortadoğu özelinde bölge çapında bir petrol-doğal gaz savaşının Sünni-Şii mezhep savaşı örtüsü altında bütün bölgeyi kana bulaması olasılığı kuvvetlenmektedir.

(e) Gerek dünya çapındaki ekonomik krizi işçi, emekçi, yoksul ve ezilenler lehine çözüme kavuşturmak, gerekse insanlığı yeniden bir dünya savaşında yıkım hatta yok olma tehlikesi karşısında koruyabilmek için gereken, işçi sınıfını ulusal düzeyde devrimci partilerde ve uluslararası düzeyde bir devrimci Enternasyonal’de örgütleyerek dünya devrimi uğruna harekete geçirmektir.

2. Partimiz 2011’deki Birinci Kongre’den bu yana geliştirilmekte olan bu yapısal denebilecek, yani 2008’de başlayan Üçüncü Büyük Depresyon döneminin bütününe yayılan eğilimlerin analizinin yanı sıra, Üçüncü Büyük Depresyon dönemi içinde bir evreden bir başka evreye geçişin işaretlerini veren bazı özgül konjonktürel saptamalarda da bulunmuştur. Bunlar arasında en önemlileri şunlardır:

(a) Partimiz, 2017 Ocak ayında, daha Trump göreve başlamadan önce, 2016 yılı yazında Brexit oylamasının sonucunun ve aynı yılın Kasım ayında Donald Trump’ın ABD başkanı seçilmesinin konjonktürde yeni bir evrenin başlangıcı olduğunu saptamıştır: “Ön-faşist/faşist hareket zaferler dönemine girmiş bulunuyor. 2014’te Ukrayna’da yaşanan altüst oluşta faşist hareket aktif bir azınlıktı. Aynı yılın Mayıs ayında yapılan Avrupa Parlamentosu seçimlerinde Avrupa’nın hemen hemen her ülkesinde faşist ve ön-faşist hareketler çok ciddi bir sıçrama gösterdi, üç ülkede (Fransa, Britanya, Danimarka) seçimden birinci parti olarak çıktı. Ama esas büyük atılım 2016’da geldi: önce Brexit, ardından Trump’ın seçim zaferi bu akımın dünyanın en önemli emperyalist ülkelerinden ikisinde çok büyük bir başarı kazanması anlamına geliyordu. Trump bu akımın siyasi partilerinden farklı olarak örgütlü bir siyasi akımın başında değil, ülkenin iki ana partisinden birinin adayı olarak başa gelmiştir. Devrimci İşçi Partisi, bu yüzden Trump için ‘serseri mayın faşizmi’ deyimini kullanmıştır. Ama gerek UKIP’in tarihi önderi Nigel Farage’ın Trump ile yakın ilişkisi, gerek Fransa’nın Ulusal Cephesi’nin lideri Marine Le Pen’in büyük sevinci (Trump’ın baş danışmanı konumuna getirilen Stephen Bannon’ın ‘alternatif sağ’ olarak anılan Breitbart haber sitesi şimdi Fransa için bir ‘şube’ hazırlığı içine girmiş bulunuyor), Trump’ın bu akımlar ile siyasi akrabalığı konusunda en ufak bir kuşku bırakmıyor. Sınıfsal açıdan bakıldığında, bütün bu hareketlerin ortak yanı şudur: Her biri, kendi ülkesinde, 1970’li yılların ortalarından beri uzun krizin işçi sınıfı saflarında yaşanan işsizlik, yoksullaşma ve sefaletin yarattığı büyük tepkiyi ırkçılığa ve İslam karşıtlığına yönlendirerek güçlenmektedir. 21. yüzyıl faşizm/ön-faşizminin ayırıcı ve onu çok tehlikeli hale getiren özelliği, işçi sınıfının burjuvazinin ‘enternasyonalist’, yani küreselci kampı karşısında bu hareketlerin yanında yer almış olmasıdır. Bu durumun ekonomik bakımdan sorumlusu emperyalizm ve kapitalizm ise, siyasi bakımdan sorumlusu 30 küsur yıldır liberalizmin çöplüğünde eşinmekte olan dünya soludur. En başta sosyal demokrasi ve onun peşinden sürüklenmekte olan eski Stalinist hareketler, ama aynı zamanda bunlardan, post-modern kimlik politikasından ve insan hakları emperyalizminden kendini ayıramayan sözde devrimci sol, yani post-Leninizm.” (4. Kongre kararı, “Üçüncü Büyük Depresyon, Üçüncü Dünya Savaşı, Üçüncü Dünya Devrimi”, Madde 6) 4. Kongre kararının “zaferler dönemi” dediği evre, ön-faşizme ardı ardına gerçek zaferler getirmiştir. 2017 içinde ön-faşist partiler sırasıyla Hollanda, Fransa ve Almanya’da seçim zaferleri elde etmiş, 2018 içinde ise iki önemli AB ülkesinde koalisyon ortağı olarak iktidara geçmiştir. Bu iki ülkeden Avusturya’nın hükümeti, göçmen sorununda Almanya hükümetinin içini karıştırarak Şansölye (Alman geleneğinde başbakan) Merkel’in içişleri bakanı ve Bavyera’nın CSU partisinin başkanı Horst Seehofer ile kopuşun eşiğine gelmesine yol açmış, İtalyan hükümetinde yer alan ön-faşist parti Liga’nın lideri Matteo Salvini ise bütün Avrupa’yı göçmen sorununda kendi tutumunun tutsağı haline getirmeyi başararak, 2018 Mart seçimlerinde yüzde 17 olan oyunu kamuoyu yoklamalarında şimdi yüzde 31’e yükseltmiştir.

 (b) Partimiz Halep’in düşmesinin Suriye iç savaşında bir dönüm noktası, stratejik bir zafer olduğunu erkenden saptamıştır: “Halep muharebesinin sonucunda kentte kontrolü ele geçiren Esad ve onu destekleyen güçler, iç savaşın kaderini etkileyecek stratejik bir kazanım elde etmiştir. Halep muharebesinin kaybedenleri sadece Halep'te savaşan tekfirci ve mezhepçi örgütler değil aynı zamanda bunları destekleyen Sünni mezhepçi kamp ile ABD'nin başını çektiği Batı emperyalizmi ve Siyonizm'dir.” (4. Kongre kararı, madde 19) 2017-2018 dönemi Suriye ordusunun ülkenin çeşitli yörelerinde tekfirci silahlı çeteleri yenilgiye uğratılmasıyla geçmiş, en son Golan Tepeleri’ne komşu Deraa bölgesi de pratik olarak Esad güçlerinin eline geçmiştir. Bu gelişme, aynı zamanda ABD’nin ve Türkiye’nin politikasının da değişmesiyle, Kuzey Suriye’de adım adım bir NATO koridorunun oluşturulmasının emperyalizmin Suriye politikasının “ne kurtarırsam kârdır” mantığıyla iyice merkezine yerleşmesiyle sonuçlanmıştır. Önümüzdeki dönem Suriye’de devlet dışı örgüt ve yapıların etkinliğinin gerileyeceği, buna karşılık emperyalist güçlerin (ABD, Fransa, İngiltere), İsrail Siyonizminin ve bölgesel güç niteliğindeki Rusya, Türkiye ve İran’ın doğrudan yapacağı hamleler ve izleyeceği politikaların belirleyici olacağı bir dönem olacaktır.

(c) Partimiz Obama döneminde ABD’nin politikasının esas stratejik yöneliminden farklı olduğunu ve değişebileceğini saptamıştır. Ortadoğu’da mezhep savaşı eğilimi karşısında, esas ağırlığı Pasifik bölgesindeki güçlerinin konsolidasyonu üzerinde yoğunlaştıran Barack Obama yönetimi, daha ziyade bir hakem rolünü benimsemiş ve Şubat 2016’da Suud-Katar-Türkiye üçlüsünün savaşa boylu boyunca girme niyetine karşı çıkışında görüldüğü gibi, mümkün olduğunca iki mezhebin savaşmasını engellemeye çalışmıştır. Partimiz bunu ısrarla saptamakla birlikte bu tutumun ABD’nin stratejik yönelişinden farklı olduğunu da vurguluyordu: “ABD emperyalizminin Ortadoğu'daki saflaşmadaki konumu nispeten özgül bir biçim almaktadır. Son tahlilde Sünni cepheden yana olan ABD emperyalizmi aktüel müdahalelerinde daha ziyade bir hakem rolü oynamaktadır. ABD aynı anda hem Irak hükümeti hem Türkiye ile ilişkilerini sürdürerek, İran üzerindeki ambargoyu kaldırıp, ilişkileri normalleştirerek, Suriye'de DAİŞ'e karşı mücadelede farklı güçleri birleştirmeye çalışıyor gözükerek, yer yer Suudi Arabistan ve Katar'ı dizginleyerek ve bölgede giderek ağırlığını arttıran Rusya ile diyalog kapısını kapatmayan gergin bir diplomasi yürüterek sanki mezhepsel temelde bir Ortadoğu savaşını önleyen başat güç gibi gözükmektedir. Özellikle ABD'nin tutumu bu açıdan İsrail'den ayrılmaktadır. Ancak ABD'nin görüntüdeki savaşı önleyici tutumu büyük oranda bir yanılsamadır. ABD savaşa karşı olduğu için bu tutumu almamaktadır. Tam tersine esas saldırgan güç ve büyük gerici odak ABD'dir. ABD büyük savaşın merkezindedir.” (4. Kongre kararı, madde 21) 4. Kongre kararı ayrıca Trump yönetiminin politikasının değişebileceğine de işaret etmiştir. Suriye savaşında Halep’in Esad güçlerince ele geçirilmesinin önemine değinirken şunu da eklemiştir: “Trump’ın başkan olmasından sonra ABD’nin izleyeceği politika ve Türk-Rus ilişkilerinin belirli güçlerin basıncı altında ne yöne evrileceği, Suriye’nin geleceğini etkileyecek faktörler olduğundan stratejik kazanıma rağmen savaşın nasıl sonuçlanacağının henüz ufukta görülemeyeceği vurgulanmalıdır.” (4. Kongre kararı, madde 19) Şimdi Trump ile birlikte ABD’nin Ortadoğu politikası Obama dönemine göre radikal biçimde değişmiş bulunuyor. Trump mezhep savaşında İsrail’in çizgisine girmiştir. Ortadoğu’daki yeni ittifak, ABD-İsrail-Suud eksenidir. Suud ile birlikte yeminli İhvan düşmanları olan Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Mısır, bu ittifakın öteki önemli üyeleridir.

Obama döneminde Ortadoğu politikasında İsrail kenara itildi. İranla anlaşma tercih edildi. Erdoğan’ın referansı ile İhvan’a emperyalist planlarda yer açıldı. İhvan üzerine mezhep savaşı inşa edilemedi. Çünkü İran karşıtlığı sınırlıydı ve Hamas olgusu bir köprü başı olarak varlığını devam ettirmekteydi. 2013’ten itibaren Suudi-Mısır-BAE hattı İsrail’le birlikte a) Mısır’da Sisi darbesini, b) Türkiye’de 15 Temmuz darbesini destekleyerek, c) Suriye’de daha köklü İhvancı grupların yerine paralı askerleri ikame ederek, d) PYD’yi açılım döneminde Eşme ruhunda yansımasını bulan İhvan’la birleşik cephe politikasından kopartıp kendi saflarına çekerek yeni bir güç merkezi oluşturmaya çalışıyor. Hedef Türkiye’de, Katar’da ve Filistin’de İhvan’ı bitirmektir. 

(d) Partimiz, dünya savaşı tehlikesini vurgulamak ve bu savaşa karşı tutarlı bir politika geliştirmek üzere düzenlediği I. Olağanüstü Kongresi’nde dünya savaşının dinamiklerinden biri olarak gördüğü Doğu ve Güneydoğu Asya’da, Çin’in müttefiki olan Kuzey Kore’nin nükleer silahlanmasını açıkça bir gerilim kaynağı olarak saptamıştır: “Çin ile emperyalizm arasında bir başka gerilim noktası da Kuzey Kore olabilir.  ‘Tek hanedanda sosyalizm’ denebilecek bir tuhaflığın yerleşmiş olduğu bu tuhaf ve dışa kapalı rejim, ABD, Japonya ve Güney Kore’nin kendisini ortadan kaldırmak ve Güney tarafından yutulmasını sağlamak için yaptığı hazırlıklara karşılık silahlanmasını sıkı tutuyor. 2018 Ocak ayında bir nükleer deney yaptı, Şubat başında ise bir uzun menzilli füze fırlattı. Blöf ya da gerçek, Kuzey Kore’nin nükleer silahlanma kapasitesi göstermesi, yarın bölge çapında, Kuzey Kore’nin tek müttefiki olan Çin ile emperyalizmi de karşı karşıya getirebilir.” Trump’ın başa geçmesinden sonra ABD ile Kuzey Kore arasındaki ilişkilerde yaşanan gelişmeler bu saptamanın da bütünüyle doğrulanması anlamına gelecekti.

Bu erken uyarılar, aslında Üçüncü Büyük Depresyon’un biçimlendirdiği dönemin içinde yepyeni bir evreye girişimizin ön tespitlerini yeterince oluşturuyor. Bugün berrak biçimde diyebiliriz ki, Trump’ın başkan seçilmesiyle birlikte, dünya durumu başka bir evreye geçmiştir. 5. Kongre kararımızın ana ekseninin, bu evrenin temsil ettiği yenilikler etrafında şekillenmesi en doğru yöntem olacaktır. Yeni bir dönemden söz etmiyoruz. Yukarıda 1. maddede Üçüncü Büyük Depresyon dönemine damgasını vurduğunu söylediğimiz bütün özellikler sürmektedir. Sadece bu dönemin kendi içinde yeni ve çok daha tehlikeli bir evreye geçilmiş bulunuyor. Bir bakıma bu evre daha önceki dönemde var olan çelişkilerin açılması ve serpilmesi anlamına geliyor. Devrimci İşçi Partisi bu eğilimleri erkenden görmenin ve Türkiye ve dünya sosyalist hareketine anlatmaya çalışmanın onurunu taşıyor.

“Küreselleşme”nin sefaleti: “deglobalizasyon”

3. Lehman Brothers adlı bankanın 15 Eylül 2008’de çöküşünün 10. yıldönümü yaklaşırken, Üçüncü Büyük Depresyon bütün haşmetiyle devam etmektedir. Burjuva yorumcuları orada burada ortaya çıkan birtakım kısmi göstergeleri, özellikle de ABD ekonomisinin son birkaç yıldır canlı bir seyir göstermesini gerekçe göstererek krizin artık geride kalmaya başladığını söyleseler de emperyalist kapitalizmin İMF, BIS, OECD gibi, iş yapmak zorunda olduğu için hakikate gözünü kapatamayacak olan kuruluşları dahi durumun ciddiyetini koruduğunu her raporlarında hatırlatmaktan vazgeçmiyorlar. Büyük depresyonlar tek tek ekonomilerin günlük performanslarında farklılıklara yer veren tarihsel ortamlardır. Bundan önceki en derin kriz olan 1930’lu yılların Büyük Depresyonu’nda çeşitli ekonomiler bazı alt dönemlerde çok hızlı büyüme performansı sergilemiştir. Önemli olan bu tür büyük depresyonların çok köklü sınıfsal, ekonomik, politik, askeri, hatta ideolojik altüst oluşlardan bağımsız olarak sona erdirilemeyeceğidir. Bugün dünya ekonomisinde görülen kısmi toparlanma bütün gelişmiş ülkelerin Merkez Bankaları’nın ucuz para politikasının ve on yıllarca aşağılanan karşılıksız para basma politikasını “miktar genişlemesi” adı altında sahtekârca uygulamalarının sonucudur. Kısmi toparlanma madalyonunun ters yüzü, dünya ekonomisinin tarihin gördüğü en yüksek borçluluk denizinde yüzüyor olmasıdır. Bugün burjuva uzmanlarının dahi korkulu rüyası olan yeni bir finansal çöküş durumunda merkez bankalarının yapabileceği yeni bir şey kalmamıştır. Yani kapitalizm insanlığı karanlık bir gelecekle karşı karşıya getirmiştir. Savaş ve faşizm bu çıkmaz yolun ürünüdür.

4. Marksistlerin çok berrak olmaları gereken bir konu, bu büyük ekonomik krizin kapitalist üretim tarzının tarihi gerilemesinin bir ürünü olmasıdır. Kapitalizm üretici güçleri her bakımdan toplumsallaştırmıştır, ama mülk edinmeyi ve üretim ilişkilerini özel mülkiyete dayamaya devam etmektedir. Oysa toplumsallaşmış üretici güçler planlamayı ve onun temeli olarak kamu mülkiyetini çağırmaktadır. Başka şekilde söylersek dünya ekonomisindeki kargaşayı ancak planlama çözebilir, ama kapitalist özel mülkiyet bu çözüme engel olmaktadır. Kriz de, krizin depresyona dönmesi de bunun ürünüdür. Kapitalizm ilk büyük depresyonuna çözümü emperyalizmde, ikincisine çözümü ise faşizmin ve İkinci Dünya Savaşı’nın vahşetinde bulmuştur. Demek ki, “ya sosyalizm ya barbarlık!” şiarı sapasağlam bir maddi analizin üzerinde yükselmektedir.

5. Üçüncü Büyük Depresyon’un yeni evresinde yeni olan, Trump yönetiminin korumacılık tedbirleriyle onlarca yıldır liberalleşme önlemleriyle ve İMF’nin bizim gibi ülkeleri disipline etmesiyle inşa edilmiş dünya pazarını bölmesidir. Trump sadece ABD’nin dünya pazarında baş rakip olarak gördüğü Çin’e değil, kendisinin en yakın müttefikleri olan Avrupa Birliği’ne ve Kuzey Amerika Serbest (!) Ticaret Bölgesi NAFTA’da ortakları olan Kanada ve Meksika’ya da (elbette değişen derecelerde) korumacı gümrük vergileriyle ticaret savaşları açmış bulunuyor. (Bu listede Rusya’nın olmaması Trump ile Putin arasındaki özel yakınlıktan değil, Rusya’nın zaten Ukrayna geriliminden bu yana ABD’nin ağır bir ambargo yaptırımına maruz olmasından kaynaklanıyor.) Trump’tan önce de korumacılık artıyordu. O bunu doruğuna çıkarmıştır. Böylece, “küreselleşme”nin “mevsimler gibi kaçınılmaz” olduğunu vaaz eden burjuva liberallerinin ve sol liberallerin her konuda olduğu gibi bir kez daha iflas ettiklerini görüyoruz. Partimiz, dünya devrimci Marksist hareketinin ezici çoğunluğu da dâhil olmak üzere “küreselleşme” kavramını ciddiye alan bütün soldan farklı olarak, bunun işçi sınıfını ve solu neoliberalizmin uluslararası uygulamaları karşısında çaresizlik duygusuna itmeye yönelik ideolojik bir örtü olduğunu ilk günden itibaren vurgulamış, emperyalizmin ana özelliklerinin sürmekte olduğunda ısrarcı olmuş, kapitalizmin bütün tarihi boyunca olduğu gibi, koşullar değiştiğinde “küreselleşme” denen eğilimin tersine, korumacılığa döneceğini açıkça öngörmüş ve yazmıştır. Bugün, her şey olup bittikten sonra, burjuva düşüncesi de bir “deglobalizasyon”dan, yani küreselleşme eğiliminin tersine dönmesinden söz ediyor. Böylece Marksist yöntem bir kez daha doğruluğunu kanıtlamıştır. Sol içindeki düşmanları da bir kez daha mahcup olmuştur. Bu sağlam teşhis sayesinde, proletaryanın partisi “küreselleşme” sersemliğinden ve onun vahim sonuçlarından sakınılmıştır.

6. İyi kavranması gereken bir başka nokta da ticaret savaşlarının kapitalizmin büyük ekonomik krizinin nedeni değil sonucu, olsa olsa iki evresi arasında bir dolayım olduğudur. Dünya pazarının parçalanması, üretici güçlerin bu derecede dünya çapında toplumsallaştığı bir çağda dünya ekonomisine mutlaka büyük zararlar verecektir. Dolayısıyla, yeni evrede kriz derinleşme eğilimi gösterecektir. Şeylerin diyalektik yapısı, bütün ile parça, kısa vade ile orta vade arasında farklılaşmalar yaratacaktır. Aynen küresel ısınmanın bazı yerlerde kuraklığa, ama başka yerlerde su baskınlarına yol açması gibi, dünya ekonomisinin farklı parçaları farklı dönemlerde farklı gelişmeler sergileyecektir. Ama toplam olarak dünya ekonomisi mutlaka daha da fazla daralma eğilimine girecektir. Bunu gören burjuvazinin liberal kanadı şimdiden manevraya başlamıştır: Onlara göre, Trump’ın tetiklediği ticaret savaşları borsaları sarsıyor. Yani krizin derinleşmesi yanlış politikaların sonucudur. Oysa işin doğrusu şudur: Trump'ın politikalarının kendisi, doğrudan doğruya burjuvazinin bazı ulusal dilimlerinin kendi dar çıkarlarını savunmak için kriz içinde sürünen dünya pazarından kopma yönelişinin sonucudur. Yani korumacılık sadece bir ara halkadır.

7. Ticaret savaşları aynı zamanda milliyetçiliğin yanı sıra faşizm ve istibdad eğilimlerini de güçlendirecektir. “Her koyunun kendi bacağından asılacağı” bir dünya vizyonu üzerine yükselen bir ekonomi politikası, ancak “America first” (“Önce Amerika”, Trump’ın sloganı) veya “Primi gli Italiani” (“Önce İtalyanlar”, Salvini’nin sloganı) şiarlarıyla gerekçelendirilebilir. Bunun mantıksal sonucu Amerikalılar ile İtalyanların, günü geldiğinde birbirinin boğazına sarılmasıdır. “Yerli ve milli” söylemi her yerde güç kazanacaktır. Ticaret savaşları düpedüz dünya savaşını kışkırtacak bir ara halkadır aynı zamanda.

8. Bugün, başka bir bağlamda merkez bankalarının bağımsızlığına soldan taviz verilmesi gibi, Trump gibi dünya burjuvazisinin en gerici temsilcilerinden biri korumacılığı savunuyor diye solda tek yönlü olarak buna karşı çıkan, her korumacılığı aynı kefeye koyan sesler duyulmaya başladı. Korumacılık bir ticaret savaşıdır. Nasıl her savaş kendi koşulları içinde değerlendirilecekse, her korumacılık da kendi içinde değerlendirilmeli, artı ya da eksi işareti, bu tedbiri alan ülkenin ve hükümetin karakterine göre kararlaştırılmalıdır. Trump’ın korumacılığı ile bir işçi hükümetinin korumacılığını, emperyalist bir devletin korumacılığı ile emperyalizme tâbi bir azgelişmiş ülkenin korumacılığını aynı kefeye koymak Marksist politika açısından cinayet olur.

Faşizm meşrulaşıyor

9. Yukarıda (bkz. madde 2a) partimizin faşist/ön-faşist hareketler açısından bir “zaferler dönemi” açılmış olduğunu erkenden saptadığı, bu saptamanın yapılmasından sonra yaşanan gelişmelerin bunu doğruladığı belirtilmişti. Partimizin bugün Avrupa ülkelerinde gelişmekte olan hareketin (bazı istisnalar dışında) bütün milliyetçiliklerine, ırkçılıklarına, gerici ideolojilerine rağmen henüz faşist karakterde olmadıkları, ön-faşist olarak nitelenebilecekleri yolundaki saptaması adım adım doğrulanıyor.

10. Faşizm devrimci Marksizm için çok sıkı biçimde tanımlanması gereken bir siyasi hareket ve ideolojidir. Partimiz, devrimci Marksist gelenekten gelen birçok başka akımlar gibi, her gerici ve baskıcı hükümet, parti, şahıs, uygulama vb. için “faşist” sıfatının kullanılmasını bütünüyle yanlış bulur. Bu tür bir tutum, diyalektiğin ince analizi açısından farklılıkları özdeşleştiren indirgemeci bir yöntemin ürünüdür; faşizmi banalleştirerek gerçek faşizm tehlikesi konusunda hareketin ve halkın duyarsızlaşmasına yol açacak bir tutumdur; farklı hareket ve rejimlere karşı uygulanacak devrimci proleter politikaların birbirine karıştırılması tehlikesini yaratacak bir kafa karışıklığıdır. Partimiz, bırakalım üç-beş yıl önceki AKP hükümetlerine, 12 Eylül’e dahi faşist nitelemesinin kullanılmasının yanlışlığına işaret etmiştir. Faşizmin askeri diktatörlükle, Bonapartizmle, istibdadın başka biçimleriyle karıştırılmasına karşı hep mücadele etmiştir.

11. Faşizmin ayırıcı özelliği umutsuz gerici kitlelerin harekete geçirilmesi yoluyla her türlü bağımsız işçi sınıfı örgütlenmesinin, yani burjuva demokrasisi içinde gizlenen işçi demokrasinin en ufak kırıntılarına kadar ezilmesidir. Bu demektir ki, istisnai durumlar dışında, bir kitle hareketini sokağa salmayan, daha da öte özel milis gücüyle, çetelerle, paramiliter güruhlarla işçi sınıfına, sosyalizme, ezilen halklara vb. saldırmayan hareketler, faşizmin tamamlanmış hali olarak görülemez. Çünkü umutsuz gerici kitle burada mobilize edilmemiş, bir güç haline gelmemiş demektir. Avrupa’daki hareketler bu yüzden ön-faşisttir. Partimiz bunları bu yüzden Yunanistan’da Altın Şafak, Macaristan’da Jobbik, Ukrayna’da Sağ Sektör gibi açıkça Nazi sembollerini de kullanarak sokakta mücadele eden paramiliter güçlere sahip faşist partilerden ayrı bir kategori olarak ele almaktadır. Ancak Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde ön-faşist partilerin yanı sıra doğrudan sokak gücü olan ve ırkçı cinayetlere başvuran yeni hareketler de gelişmektedir. İskandinav ülkelerinde “Hakiki Finler” veya “İsveç Demokratları” gibi partilerin yanı sıra son dönemde bütün İskandinav ülkelerinde örgütlenmeye çalışan “Kuzey Direniş Hareketi”, İtalya’da ise Salvini’nin hükümet ortağı Liga’sının yanı sıra CasaPound ve Fratelli d’Italia adlarını taşıyan ve siyasi mücadeleyi sokakta fiziksel şiddetle iç içe yürüten hareketler de gelişmeye başlamıştır. Hareketin bu iki kolu arasında geçişkenliğin, işbölümünün ya da çatışmanın nasıl gelişeceğini somut koşullar belirleyecektir.

12. Bu iki akımı son tahlilde aynı siyasi ailenin parçası haline getiren, bu hareketlerin sadece ırkçı ya da milliyetçi olmaması, kapitalizmin bekası için ırkçılığı bir paravan olarak kullanmasıdır. Her ikisi de kapitalizmin büyük krizini kendi ülkeleri ve burjuvazileri için çözmeye aday hareketlerdir. Bunu yapmak için kendi ülkelerinin “yerli” nüfusunu göçmenlere, göçmen kökenli genç kuşaklara, beyazlar dışındaki azınlık gruplara karşı kışkırtmakta, başta korku içindeki küçük burjuvazi olmak üzere bütün halk sınıflarını bu program üzerinden kazanmaya (hiçbir şey ifade etmeyen “popülist” terimi bunun için kullanılır), bu şekilde güçlendikçe de kendi ülkelerinin burjuvazisine bunu yeni bir hâkimiyet ve krize çözüm yolu olarak sunmaya dayanan bir politika izlerler. Onları ortaklaştıran budur.

13. Faşist ve ön-faşist hareketleri, başka baskıcı rejimlerle karıştırmaktan, bunların birbirine indirgenmesinden özenle kaçınılmalıdır. Rusya’da Putin, Macaristan’da Orban, Polonya’da Hukuk ve Adalet hükümeti, Türkiye’de Erdoğan ve AKP, Filipinler’de Duterte demokratik haklar ya da sınıf mücadelesi açısından birbirinden beter uygulamalara başvuruyor olabilirler, ama faşist değillerdir. (Hindistan’da Modi hükümetinin statüsü, tarihi gelişme dolayısıyla daha karmaşıktır.) Bunların faşizm tehlikesiyle aynı anda tarih sahnesine çıkmasının birtakım nedenleri elbette vardır. En önemlisi, her ülkenin burjuvazisinin büyük kriz dönemlerinde hızlı hareket eden, merkezileşmiş bir önderlik arayışına girmesidir. Ama bunun ötesinde ne hâkimiyet biçimleri, ne de işçi sınıfının onlarla mücadele için benimsemesi gereken politika faşizmin yükselişi ile karıştırılmamalıdır. Bazıları ön-faşist bir karakter taşıyor olabilirler. Bu da her bir vakanın ayrı ayrı ve kendi somut koşulları içinde incelenmesinin gerekli olduğunu gösterir.

14. Avrupa’daki hareketlerin nitelenmesinin ötesinde, partimize en yakın çevrelerin bile zaman zaman tepkiyle karşıladığı bir görüşümüz de her geçen gün güçleniyor: Trump partisiz bir faşisttir (bunu “serseri mayın faşizmi” türünden popüler bir terimle ifade ediyoruz.). DİP’in görüşünü “aşırı” bulanların bir kısmı Trump’ın bir politikacı olarak halkın bazı duygularını kışkırttığını, ama seçilince “normalleşeceği”ni düşünüyordu. Tam tersi oldu. Trump seçileli beri onun faşist ideolojiyle yakınlığının bir dizi kanıtını gördük. Bunlar arasında ikisi çarpıcıdır. 2017 yazında Kuzey Carolina eyaletinde yapılan bir aşırı sağ gösteride bütün ırkçı hareketler, Ku Klux Klan ve diğer gerici güçler ile birlikte kendisine Nazi Partisi adını veren bir parti de ülkenin köleci tarihini savundu, buna karşı gösteri yapanların arasına otomobille dalan bir sağcı da bir anti-faşist göstericinin ölümüne yol açtı. Trump bu sağcı cepheyi kınamaktan kaçındı! Nazi Partisi’nin de içinde olduğu bir cephenin söz hakkını savundu. İkincisi, son aylarda Meksika sınırından gelen Latino göçmenlerin çocuklarının ailelerinden koparılarak kafeslerde tutulmalarıdır. Bunların faşist toplama kamplarından farkını anlamak çok zordur. Ama çarpıcı imgelerin ötesinde, Trump ile Avrupa ön-faşist hareketi arasındaki son derecede sıcak ilişkiler Trump’ın siyasi yönelişinin açık işaretidir. Trump’ın bir süre danışmanlığını yapmış olan “alt-right” (altenatif sağ) hareketinin yıldızı Steve Bannon, danışmanlık görevine son verileli beri Avrupa ön faşist sağını örgütlemekle meşguldür. Trump’ın faşizan yönelişini yadsıyan, Avrupa hareketinin de faşizan yönelişini yadsıyor demektir.

15. Trotskist gelenekten gelen birçok akım emperyalist ülkelerde yükselen faşist tehlikeyi görmezlikten geliyor, bunları diğer sağ hareketlerle özdeşleştiriyor. Bu, 1930’lu yılların deneyiminin gösterdiği gibi vahim bir hatadır. Avrupa ve ABD devrimci Marksist hareketinin mutlaka bu tehlikeyi çalışmalarının merkezine alan bir doğrultuda inşa edilmesi gerekir. Bu, iki noktayı özellikle ön plana çıkarmayı gerektirir. Birincisi, ön-faşist hareketler, literatürümüzde defalarca kanıtlarıyla gösterilmiş olduğu gibi, neoliberalizme ve onun Avrupa’daki kod adı Avrupa Birliği’ne (ve avroya) karşı çıkarak neoliberal taarruz yaralısı “yerli” (yani beyaz) işçi sınıfını kazanmaktadır. Bunun sorumlusu, “kimlik politikası” ve “demokrasi” uğruna işçi sınıfına sırtını dönen, hatta küreselleşmeyi ve AB’yi yücelten sosyalist soldur. Bugün de kimlik politikasında ısrar edenler, işçi sınıfının ihtiyaçları doğrultusunda bir örgütlenme ve politikadan uzak duranlar faşizmin yükselişinin yolunu, ona karşı olmakla birlikte döşemektedirler. İkincisi, Avrupa’da ve Amerika’da faşizmin yükselişine yönelik eğilim er ya da geç, kısmi ya da bütünsel bir şiddet politikası biçimini alacaktır. Hareketin özsavunma amacıyla ve kitlelerin savunulması için duruma uygun bir proleter askeri politika geliştirmesi elzemdir. Elbette bütün bunlar ülkelerin farklı gelenekleri, koşulları, olanakları göz önüne alınarak yapılacaktır. Ama nihai olarak bu yönelişin gerekliliğini yadsıyan kendi çukurunu kazıyor demektir.

Göç ve iltica dünya politikasının merkezinde

16. Avrupa 2015’teki furyadan itibaren İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana en büyük göç dalgasıyla karşı karşıya kalmış bulunuyor. AB’nin dışından gelen göç akımına, Avrupa Birliği’nin serbest dolaşım kuralına bağlı olarak kıtanın daha yoksul doğu ve güneyinden daha zengin batı ve kuzeyine işgücü göçü de ekleniyor. Geleneksel olarak göçe Avrupa’dan daha açık olmuş olan Amerika’da, Trump’tan bu yana göç toplumun gündeminin merkezine oturmuş bulunuyor. Yukarıda gördüğümüz gibi, ön-faşist ve faşist hareketlerin siyasi güçlenme stratejisi de göç sorununu her iki bölgede de en hassas sorunlardan biri haline getiriyor.

17. Emperyalist ülkelerde iş gücü göçü çok çelişik bir karakter arz eder. İşin bir yanı elbette emperyalist devletlerin bir Fransız politikacının deyimiyle “bütün dünyanın sefaletini” üstlenmekten kaçınmak istemesidir. Ama öte yandan sık sık yedek sanayi ordusunun şişirilmesi ve beyaz işçi sınıfının yapmaktan kaçındığı işlerin yarı köle gibi çalışan göçmenlere yaptırılması, böylece hem aynı ülkenin içinde işçi sınıfının ırk ve ulus zemininde bölünmesi, hem de ücretlerin düşürülmesi emperyalist burjuvazinin çıkarlarıyla uyumludur. Dolayısıyla, kontrollü bir göç rejimi bütün emperyalist ülkelerin esas benimsediği rejimdir. Burjuva düzeninin gerekleri kadar izin, gerisi ya yasadışı göç olarak kabul, ya da sınır dışı. Yasadışı göç, emperyalist burjuvazi için özellikle avantajlı bir olgudur, çünkü korumasız işçinin bütün pazarlık gücünü ortadan kaldırır. Onun içine düştüğü durum da, işgücü piyasasındaki rekabet mekanizması aracılığıyla beyaz işçiyi vurur. İltica siyasi bir kategori olarak göçten ayrılsa bile (savaştan, baskıdan vb. kaçma) pratikte birçok ekonomik göçmen (kendilerine göre tamamen haklı, ama burjuva hukukundan farklı) bir dizi iltica gerekçesi ürettiğinden iki olgu iç içe geçmiş bulunmaktadır.

18. ABD’de Trump’ın insanlık dışı politikaları doğrudan doğruya beyaz işçi sınıfını Trump’ın faşizan politikaları etrafında toplamaya, sermayenin yarattığı krizin sorumluluğunu ise göçmen işçilere yüklemeye yönelik bir operasyondur. Emperyalist ülkelerde yabancı işgücü göçünün yukarıda çok kabaca özetlenmiş olan avantajları göz önüne alınınca, emperyalist sermaye grupları dahi Trump’ın kontrollü göçü sıfır göçe dönüştürme yönündeki adımlarını en azından kuşku ile karşılamaktadır. AB’de ise sorun birliğin katmanlı ve karmaşık yapısı dolayısıyla katmerleşmektedir. Yunanistan ve İtalya (ve yavaş yavaş İspanya) gibi yoksul Afrika ve Asya’yı Avrupa’ya bağlayan Akdeniz’e kıyısı olan ülkeler büyük göç dalgasının ilk hedefidir. AB göç yasalarına göre ilk tescil yaptırılan ülke göçmen ya da mülteciden sorumlu olduğundan bunlar göçmen yığınlarını diğerlerine aktaramamaktadır. Diğerleri ise kendi ülkelerinde ön-faşist ve faşist siyasi odaklar güçlendikçe, bunların siyasi basıncı altında serbest bir göçmen politikası uygulamaktan kaçınmak zorunda kalmaktadır. Almanya, Fransa ya da İsveç kendi faşistlerinin baskısı altında göçmenlere kapılarını kapattıkça, İtalya ve Yunanistan gibi “cephe ülkeleri”nde faşizmin eli güçlenmektedir.

19. Göç sorununun hem tarihi anlamda, hem de güncel politikalar dolayısıyla doğrudan doğruya emperyalizmin suçlarının bir ürünü olduğu açıktır. Latin Amerika, Asya ve Afrika bugünkü yoksulluklarına emperyalizmin sultası altında düşmüştür. Bugün göçü kışkırtan öteki koşul olan savaşlar da doğrudan doğruya emperyalizmin ve onun ürünü ve müttefiki olan Siyonizmin sorumluluk taşıdıkları olgulardır. Amerika ve Avrupa kendi tarihi cinayetlerinin yarattığı çelişkiler karşısındadır. Üçüncü Büyük Depresyon, bir yandan yoksulluğu arttırdığı, bir yandan da savaşları kışkırttığı ölçüde göçü de başa çıkılamaz boyutlara taşımaktadır.

20. Bu çelişki, bir yanda Avrupa, öte yanda Ortadoğu ve Kuzey Afrika (ODKA) bölgesi arasında birbirini karşılıklı olarak besleyen iki felaketin ürünü olarak bir bütünlük oluşturmaktadır. Avrupa emperyalizminin (çoğunlukla ABD ile ortak) politikaları ODKA’da militan İslamcı, hatta tekfirci hareketler üretmekte, bunların eylemleri, özellikle emperyalist ülkelerdeki sabotaj, suikast ve bombalı kitlesel katliam eylemleri Avrupa’da ön-faşist hareketin kışkırtmasıyla İslamofobi denen özel türde ırkçılığı körüklemekte, İslamofobi ve Müslüman genç yoksulların ekonomik hayat koşulları ve polisten gördükleri korkunç muamele de tekfirci hareketlere taze kan sağlamaktadır.

21. Demek ki, göç meselesinde devrimci Marksistlerin sınıf politikası çeşitli unsurlar içermelidir: (a) Göçmenleri, mültecileri ve sığınmacıları ve haklarını her koşulda savunmak; (b) beyaz işçiler arasında sınıfın birliğini onların çıkarları açısından yadsınmaz bir ilke olarak öne çıkarmak; (c) bu bağlamda emperyalist ülkelerde yoksul göçmen ve azınlık emekçi gruplara karşı ekonomik alandan polis uygulamalarına karşı bütün haksızlıklara aktif olarak karşı çıkmak; (d) nüfusunun çoğunluğu Müslüman halktan oluşan ülkelerde tekfirci hareketlerle ve benzerleriyle Batı değerleri taraftarlığı gibi duran politikalar aracılığıyla değil, sınıf birliği temelinde mücadele etmek (proleter laiklik); (e) tekfirci hareketlerle mücadele ederken  anti-emperyalizmden kopmamak. Ancak post-modern literatürde sık sık görüldüğü gibi, göçmenleri devrimin ana dinamiği ilan eden bir yaklaşım aslında işçi sınıfının merkezi taburlarını örgütlemekten usanmış ya da umutsuzlanmış olanların romantik ideolojisidir.

Tekfirci hareketin geleceği

22. Devrimci İşçi Partisi, bütün İslamcı hareketleri, özel olarak da tekfirci hareketleri kavramakta nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan ülkelerin solunun genel yaklaşımından farklı bir anlayışa sahip olageldi. Bunların meşru bir kaygıya, yani yükselen sömürgeci ve emperyalist Batı’nın doğuyu ezmesine gerici bir yanıt getiren hareketler olduğunu gördü. “İrtica” söylemine taviz vermedi, İslam’ı diğer dinlerden geri ve gerici görmedi, ilericiliği Batıcılık, hatta emperyalizm yanlılığı olarak tanımlamadı. Ama bu ideolojilerin İslam dünyasındaki sınıf farklarından bağımsız olarak ele alınamayacağını, halkın anti-emperyalizmiyle hâkim sınıfların Batı düşmanlığının ya da başka halklara düşmanlığının içeriğinin farklı olduğunu da vurguladı. İslamcı ideolojinin zaman zaman gerçek bir anti-emperyalizmin büründüğü örtü olabileceğini, bütün İslamcı hareketlerin birbirine indirgenmemesi gerektiğini, proletarya devrimcilerinin İslamcı hareketlerle ilişkilerinin koşullardan bağımsız biçimde tanımlanamayacağını belirledi.

23. Bu maddeci ve esnek yaklaşımın içinde DAİŞ ve El Kaide gibi ümmet ve hilafet yanlısı tekfirci hareketlerin bütünüyle gerici olduğunu vurgulamak gerekir. Bu hareketler Batı emperyalizmine karşıtlık kılıfı altında aslında “yurtsever” olarak bile anılamayacak, ulus devlet öncesi bir dünyayı temsil eden, “enternasyonalizm”leri tekfirci olan, savaşlarını yerli halkın gücüyle değil uluslararası gerici ordularla, çoğu zaman da örtülü biçimde “paralı asker” haline getirdiği gençlerle veren, askeri kapasitelerini her an emperyalizmin dostu zengin İslami devletlere para ve silah desteği karşılığı sunmaya hazır (yani iki defa “paralı asker”!) hareketlerdir. El Kaide teritoryal bir varlığı sadece Afganistan ve Pakistan’da gösterdi. Onun dışında sanki “sanal” bir İslami hareketti. Bu iki ülkeye de müttefiklerinin (Afganistan’da Taliban, Pakistan’da askeri istihbarat ISI) sayesinde yerleşebildi. DAİŞ farklı bir atılım yaptı. Halifelik ilanıyla birlikte bir “devlet” kuruluşuna giderek Darülharp ile Darülislam’ı birbirinden ayırdı. Bu sayede Afrika’dan Endonezya’ya kadar bir sürü coğrafyada kendine biat eden örgütler buldu. Ama bu hareket de “yerli” olmadı, “yurtsever” olmadı. İnsanların yaşadıkları toprağa geçim araçları olarak bağlı olmaları anlamında “yurtsever”lik ideolojisinin bir parçası olmadı.

24. Trump’ın, Türkiye’de AKP çevreleri ne kadar inkâr ederse etsin İslam düşmanlığını birçok emperyalist akımla paylaştığı, en son ABD Yüksek Mahkemesi’nin de onayladığı, beş Müslüman ülkesinin vatandaşlarına Amerika’nın sınırlarını kapatmasıyla tescil olmuş durumda. Bu eğilimin bir başka uzantısı olarak DAİŞ’e karşı savaşa Trump döneminde verilen öncelik dolayısıyla DAİŞ’in hem Musul’da, hem da Rakka’da yenilgiye uğratılmış olması, geleceği olmadığı, hele hele tekfirci hareketin genel olarak geleceğinin olmadığı anlamına çekilmemeli. Bugün Doğu Afrika’da Somali’de ve komşularında El Şebab, Batı Afrika’da Mali’de El Kaide’nin bir kolu, Nijerya’da ve komşularında bir ara DAİŞ’e biat etmiş olan Boko Haram, Libya’da Mağrip’te El Kaide örgütü, Yemen’de benzer örgütler vb. faal. Afrika’nın Sahra çöl bölgesinde DAİŞ bir mevzi edinmek için çarpışıyor. Dünyanın başka yerlerinde de bu iki hareketin uzantıları aktif. Tekfirci hareketler, yukarıda göç sorunu tartışılırken ele alınan sorunlar dolayısıyla varlığını bütün bir dönem devam ettirme potansiyeline sahiptir. İslam ülkelerinin devrimci Marksistleri ancak bu hareketleri daha yakından inceleyerek, kendi halklarına kültürel bakımdan daha yaklaşarak (“yerlileşerek”), emperyalizmle mücadelede bu hareketlerin demagojik ve tutarsız düşmanlığının yerine çok daha güçlü vurgulara ve uzlaşmazlığa sahip bir anti-emperyalist mücadeleyi geçirerek, bunların önünü kesebilir.

Savaşın yolları

25. Trump’ın seçilmesiyle yeni bir evrenin açıldığını, ABD başkanının ekonomik krize, faşizmin yükselişine, göç sorununa ve İslamcı hareketlere yaklaşımında değerlendirdikten sonra şimdi de artık elle tutulur bir tehlike haline gelmiş olan dünya savaşı konusunda Trump dönemi gelişmelerini ele almak gerekir. Trump’ın dünya politikası ve olası bir dünya savaşı üzerindeki etkisini irdelerken ülke içindeki gücünü kısa bir değerlendirmeye tâbi tutmak gerekir. Trump’ın Amerikan burjuvazisinin kendine zaman zaman “enternasyonalist” adını veren, neoliberal, küreselci kanadı ile ciddi çelişkileri olduğu aşikârdır. Trump kendisi burjuvazinin bu kanadının himayesindeki “derin devlet”in kendisini devirmek için komplolar kurduğunu ileri sürüyor. Hakkında 2016 seçiminde Rusya ile işbirliği yaptığına dair bir soruşturma yürütülüyor. Bu bir azil (“impeachment”) süreci ile sonuçlanır mı, sürecin sonucu ne olur? Bu soruların cevabını kesin biçimde vermek zordur. Yanlış olan, liberal medyanın Trump karşıtlığını hakikatin kendisi imişçesine ciddiye alarak onun gidici olduğuna iman etmektir. Trump’ın kamuoyu yoklamalarında popülaritesi çok yüksek çıkıyor. Amerikan burjuvazisi içinde gittikçe daha çok eleştiriliyor, ama taraftarı da çok. Burjuvaziye verdiği vergi indirimi hediyesinin etkisi, şimdi yavaş yavaş göç ve korumacılık politikalarının yaratması kaçınılmaz erozyonuna maruz kalıyor. Küçük burjuvazi içinde çok ciddi bir desteği var. İşçi sınıfı ise ekonomik toparlanmanın işsizliği azaltması dolayısıyla muhtemelen desteğini sürdürüyor. Kısacası, Amerikan burjuvazisi içinde liberal “establishment” ile kavgasına rağmen Trump’ı çok zayıf göstermek kendi dileklerini gerçeğin yerine koymak anlamını taşıyacaktır. Kırılganlıkları olsa da şimdilik güçlü bir başkandır Trump. Adayı olduğu, ama tarihi olarak kendi partisi olmayan Cumhuriyetçi Parti’de kendine birçok taraftar bulmakta da başarılı olmuştur. Artık Amerika küçük Trump’larla doludur. Bunun anlamı şudur: Trump sekiz yıl (yani daha altı buçuk yıl) başkan kalabilir. Dünyanın böyle bir gelişmede nasıl etkileneceğini düşünmek bile zordur. Trump dünyanın açık ara bir numaralı emperyalist ekonomisi ve devletinin yaşadığı krizin ifadesidir ve krizi herkese dev aynasında göstermektedir.

26. Bu genel gidişat içinde Trump’ın politikasına dünya savaşının dinamiklerini oluşturabilecek ana alanlarda bakacak olursak, savaş tehlikesinin Trump’la birlikte yükseldiğini saptamak gerekir. Doğu ve Güneydoğu Asya’da ticari savaş ABD-Çin gerilimini dev boyutlara taşıyabilecek bir potansiyele sahiptir. Güney Çin Denizi konusunda eski gerginlikler devam etmektedir. Bu bölgede savaş tehlikesinin uzaklaştığını düşündürebilecek tek gelişme Kuzey Kore ile nükleer silahlar üzerine yapılan Singapur zirvesidir. Ama bu zirveden ciddi bir sonuç elde edildiğini düşünmek için hiçbir neden yoktur.  Buna karşılık, Trump’ın yumuşama aşamasından önce “milyonlarca ölü” tehdidi ve “Kuzey Kore’yi yerle bir etme” konusundaki vaadi savaşın soluğunu hissettirecek bir yaklaşımı ortaya koymaktadır.

27. Ortadoğu’da gelişme tam tamına Devrimci İşçi Partisi’nin vurguladığı yönde olmuştur. Trump ardı ardına Suudi Arabistan’la çok yakın bir ittifak kurmuş, İran’la 2015’te imzalanmış olan nükleer anlaşmadan tek-yanlı olarak ayrılmış, İsrail’deki büyükelçiliğini Kudüs’e taşımıştır. 2016 Olağanüstü Kongre kararında bölgede olası bir Sünni-Şii savaşı hakkında şöyle deniyordu: “…bu tür bir mezhep savaşı karşısında ABD emperyalizminin nasıl tavır alacağına dikkat etmek gerekir. ABD’nin verili koşullarda son tahlilde İran’a karşı, Suudi Arabistan’ın (ve Türkiye’nin) yanında tavır alması beklenebilir bir şeydir. Bunda Rusya’nın İran’ın arkasında durması olasılığının çok yüksek olması da ek bir faktör olacaktır. Bütün mesele şudur: ABD bu savaşa girerse savaş dünya savaşına dönüşür. Bunun bir erken aşamasında ise ABD ile Rusya arasında bir vekâleten savaşa dönüşür. ABD’nin, koşulları oluştuğunda, dünya savaşı istemeyeceğini varsaymak için hiçbir neden yoktur. Bütün mesele bu  ‘koşullar’dadır. Onlar oluşana kadar ABD hakem rolüne soyunacaktır. O koşullar oluştuğunda uluslararası proletaryanın çıkarları İran ve Suud’un her ikisinin de devrimci bozgunculuk politikasıyla sarsılması yerine İran’ın Suud’a karşı desteklenmesini gerektirir. Bütün durumlarda olduğu gibi savaşta da politika somuttur, koşullarda bir değişiklik bütün politikayı tersine çevirebilir.” (I. Olağanüstü Kongre kararı, “Savaşa ve Barbarlığa Karşı Dünya Devrimi ve Sosyalizm”, madde 10) Trump, Obama’nın “hakem” politikasını ve İran’a karşı zeytin dalını terk etmiş, mezhep savaşı olasılığı karşısında açıkça bir tarafın yanında yer almıştır. Öyleyse, proletarya devrimcilerinin bir savaş patlak verdiğinde tutumu da belli olmuş demektir. Böylece partimiz, I. Olağanüstü Kongre döneminde oluşturmaya başladığı incelikli Ortadoğu politikasında tam da öngördüğü şekilde bir politika değişikliğine hazırlanmakla görevlidir. Emperyalizm denkleme girdiğinde proletarya sosyalistleri de kendi mevzilerini buna uygun biçimde almalıdırlar.

28.  Yeni dönemde İsrail merkezi bir konum elde etmiştir. Trump yönetimi ile tam bir işbirliği içine girme olanağı, bu ülkenin sağ partilerine tam bir cüret kazandırmıştır. İsrail’in bir “Yahudi ulus devleti” ilan edilmesi, İbranice’nin tek resmi dil olarak kabulü, sadece Yahudilerin kendi kaderini tayin hakkı olduğunun vaaz edilmesiyle nüfusun beşte birine yakınını oluşturan Arap azınlığın ikinci sınıf konuma itilmesi İsrail gibi bir devletin tarihinde bile önemli bir kopuş sayılmalıdır. Irkçı ve köktendinci bir devlet resmileştirilmektedir. Trump’ın koşulsuz desteğinin sağladığı olanaklarla İsrail Filistin’de Hamas’ı bitirmek için saldıracaktır. İsrail karşıtı İslamcılığı bitirmek için Suudi-BAE ile, İsrail karşıtı Arap milliyetçiliğini bitirmek için Mısır’da Sisi ile, İran’a karşı stratejik savaşında da Trump’la birlikte güçlü bir cepheyi arkasında toplamıştır. Bu cephe Ortadoğu’da gericiliğin merkezidir.   Bu cepheyle Katar ve Erdoğan’ın karşı karşıya geldiği durumlarda, Siyonizme, emperyalizme ve Suudi-BAE eksenine hizmet eden bir İhvan ve Erdoğan karşıtlığına prim verilmemelidir.

Bununla birlikte Türkiye Filistin’in gazının çalınarak Avrupa’ya satılmasına ortaklık etmek ve bu pastadan pay kapmak için sürekli olarak İsrail’e yaklaşmaktadır. Erdoğan ve iktidarından gelen İsrail karşıtı söylem ve eylemler İsrail’e karşı pazarlık gücünü arttırma çabasından başka bir anlam ifade etmemektedir. Katar da İhvan’la kurduğu özel ilişkiyi İsrail’i yıkmak için değil Hamas’ın hamisi olarak ateşkes süreçlerine aracılık etmek ve böylece kendine pazarlık gücü elde etmek için kullanmaktadır. Katar, Suud, BAE ve Mısır’ın yalıtma politikasına karşı emperyalizme ve Siyonizme her türlü hizmeti yapabilecek ilkesizlikte, pragmatik bir yönetime sahiptir. Kısacası, Erdoğan ve Katar’ın İsrail karşıtlığı tamamen pragmatik ve sahtedir. Söylemlerin gereğinin yapılması yönünde iktidarlar üzerinde baskı kurmak taktik açıdan doğrudur, ancak bu yapılırken asla bunlara prim verilmemeli, bilakis her ikisi de teşhir edilmelidir.  

İsrail’in stratejik bir hedefi İran’ın içeriden ya da doğrudan askeri müdahale ile Siyonizme tehdit oluşturmaktan uzaklaştırılmasıdır. Trump’ın bu çizgiyle uyumlu hareket ediyor oluşu İsrail’in provokasyonlara girişmesini kolaylaştırmaktadır. Dünya savaşının ağrı merkezi Ortadoğu’dadır. İran-İsrail eksenindeki gerilim bu dönemde merkezi bir önemde olacaktır.

İsrail’i durduracak en etkili güç Filistin halkının direnişidir. Bu direnişe destek salt haklı bir davanın savunulmasından ve bu dava ile dayanışma gösterilmesinden farklı bir anlam taşımaktadır. Filistin halkıyla dayanışma çok önemlidir ama en az onun kadar önemli olan İsrail’e ve Amerikan emperyalizmine karşı mücadele ve bu gericilik merkezlerinin yenilgiye uğratılmasıdır. Bu doğrultuda Filistin halkının mücadelesinin her zaferi, işbirlikçi rejimlerin (Sisi, Suud, BAE, Ürdün vb.) yenilgisi, yalpalayan güçlerin (Erdoğan-Katar) İsrail’le işbirliği çabalarının sekteye uğraması anlamına gelecektir.

Bu doğrultuda İsrail’e boykot hareketine destek, İsrail’in gayri meşru bir korsan oluşum olduğunun propaganda edilmesi bu temelde Arapların, Yahudilerin ve diğer halkların birlikte yaşayacağı laik, demokratik ve sosyalist tek Filistin devletine dayanan çözümün savunulması, İsrail karşıtı cepheyi zayıflatan iki devletli çözüme karşı uzlaşmaz bir mücadele son derece önemlidir. 

29. Arap devrimiyle mücadele amacıyla bütün Ortadoğu gericiliğinin önderliğine soyunan Suudi Arabistan, bu mücadeleyi kendi çabasıyla iyice mezhep savaşı haline getirdikten sonra 2015 sonunda Terörizme Karşı İslami Askeri İttifakı kurarak Sünni İslam ülkelerinin hem önderliğini ele geçirmiş, hem de İran’a ve müttefiklerine karşı olası bir mezhep savaşının ön biçimlenmesini oluşturmuştu. Başta, Obama yönetimindeki ABD’nin soğuk durduğu bu tutum, Trump başa geçince ABD’nin bütün gücüyle desteklediği bir yaklaşıma dönüşmüştür. Trump Mayıs 2017’de ilk yurtdışı ziyaretini Suudi Arabistan’a yaptıktan sonra cesaret kazanan Suudi veliahtı Muhammed bin Selman aynı yılın sonunda yolsuzlukla mücadele kılığı altında bir saray darbesi yaparak 11 Suudi prensini tutuklatmış, bir başka Suudi prensini ise, uçağının “kazara” düşmesi senaryosu temelinde öldürmüştür. Muhammed bin Selman bu sayede ülkenin iktidar yapısını erkenden kendi tekeline almış, Suud petrolünün özelleştirilmesinden ülkenin ekonomisini petrolden başka alanlara doğru çeşitlendirmesine, kadın-erkek sinemaya gitme izninden kadınlara otomobil kullanma “özgürlüğü”ne kadar bir dizi önlemle hem Batı’nın onayını almaya hem de ülkeyi demir yumrukla yönetmenin koşullarını yaratmaya yönelik bir politika izlemiştir. Suudi Arabistan Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgesinin (ODKA) İslam ülkeleri arasında merkezi karşı devrimci güç olarak en büyük düşmanlarımızın başında gelmektedir. ODKA İslam ülkeleri arasında karşı devrimin kararlı cephesi olarak görünen ülkeler göründükleri kadar güçlü değildir. Özellikle Suud ile BAE arasında ciddi çelişkileri değişik konularda gözlemlemek mümkündür. Yemen’de Husilere karşı birlikte savaşır görünmekle birlikte aralarında gerilimler mevcuttur. Libya’da var olan ikili iktidar karşısında farklı kampları desteklemektedirler: Suud Trablus’taki hükümetin, BAE ise Haftar’ın arkasındadır. Yani bu ittifak bile çatlayabilir.

30. ODKA bölgesinin yeniden güç kazanan bir başka aktörü daha vardır: isyan ve devrim kampı. 2011-2013 arasındaki kasırga daha sonra geri çekilmişti. 2018 başından bu yana, sırasıyla İran’da, Tunus’ta, Ürdün’de, yine İran’da ve Irak’ta halk isyanları yaşanmıştır. Bu isyanların en önemli yanı, her birinin yoksulluk, işsizlik, sosyal hizmetler, temel ihtiyaç maddelerine sübvansiyon gibi ekonomik sorunlar üzerinden patlak vermesidir. Yani bunlar açık bir emekçi karakteri taşımaktadır. Bu hareketlerin yanı sıra, Arap dünyasında ABD emperyalizmine ve Siyonizme biat konusunda derinden derine bir öfkenin gelişmekte olduğu da tahmin edilebilir. Arap dünyası yeniden kaynıyor. Toplu bir patlamanın yaşanıp yaşanmayacağı, yaşanırsa bunun ne zaman olacağı kolay söylenemez. Ama işaretler birikiyor. Bu kitle hareketleri ile var olan uluslararası jeostratejik çelişkiler arasında birebir örtüşme elbette söz konusu değildir. Kitle hareketinin dinamikleri (özellikle İran’da) emperyalizmin elini de güçlendirebilir. Her ülkenin içinde veya bölge çapında var olan siyasi çelişkiler (örneğin İhvancılık üzerinden yaşanan çelişki, mezhep çelişkisi vb.) ile halk hareketlerinin arasında nasıl bir ilişki oluşacağını önceden görmek mümkün değildir. Devrimci Marksistler, somut gelişmelere bağlı olarak isyan ve devrim hareketleri ile emperyalizm ve Siyonizm karşıtı eğilimleri bütünleştirmeye çalışır, halk hareketini Ortadoğu Sosyalist Federasyonu programatik hedefini ilerletecek biçimde yönlendirmeye çalışırlar.

31. Dünya savaşı dinamikleri arasında üçüncü bir alanı oluşturan Müslüman Afrika söz konusu olduğunda ABD, aynen öteki emperyalizmler (başta Afrika’daki birinci güç olan Fransa) ve Türkiye gibi çaresiz bir durumdadır. Yukarıda gördüğümüz gibi (bkz. madde 24) İslamcı-tekfirci örgütler Afrika’nın doğusunda, batısında, ortasında, kuzeyinde savaş vermektedir. Mali ve Somali, Nijerya ve Libya örnekleri gösteriyor ki, ne emperyalizm, ne de Afrikalı işbirlikçileri bu savaşla başa çıkamıyor. Tekfircilerin kazandığı söylenemez. Ama emperyalizmin kazandığı hiç söylenemez. Bu ülkelerin emperyalizm yanlısı rejimleri dikiş tutmuyor. Dünyanın en yoksul kıtası Afrika tekfirciliğin şimdilik en güçlü kalesidir. Dünya savaşına kendi köşesinden katkıda bulunmaktadır.

32. Dünya savaşının dinamikleri arasında Trump’ın savaş kışkırtıcılığında en belirsiz bölge Rusya ve “yakın çevresi”dir (İngilizce kullanılan deyimle “near abroad”). Rusya konusunda ABD devleti çelişkilerle kıvranıyor. Dışişleri, Pentagon, istihbarat örgütlerinin hepsi, Trump’ın kendi ulusal güvenlik başkanı, tamamı Rusya’yı büyük bir tehdit olarak sunuyorlar. Ukrayna, Gürcistan, Suriye ve başka alanlarda aradaki gerilim düşmüyor. Rusya’ya Kırım’ın iltihakından sonra getirilen ve sonra arttırılan yaptırımlar sürüyor. ABD Britanya ile birlikte Rusya’ya “noviçok” denen kimyasal gazın hesabını soruyor, birçok Rus diplomatını ihraç ediyor. Rusya’nın çok başarılı bir gelişme gösterdiği anlaşılan siber savaş alanında mücadele yükseliyor. Rusya’nın ABD’nin 2016 seçimine de, Brexit oylamasına da müdahale ettiği iddiası ısrarla ileri sürülüyor. Buna karşılık Trump ısrarla Putin’le birlikte iş yapmayı gündeme getiriyor. Putin’le Helsinki zirvesinde hem (Trump-Erdoğan görüşmesinde de olduğu gibi) devlet adabına aykırı biçimde tercümanlar dışında hiç kimsenin toplantıya alınmaması, hem de Trump’ın Putin’in ifadelerine kendi istihbarat örgütlerinden daha çok güvendiği izlenimini doğurması (bunu sonradan kimseyi ikna etmeyecek biçimde “düzeltecektir”), çelişkileri daha da kızıştırıyor.  Mesele doğal olarak Trump hakkındaki soruşturma sorunuyla da iç içe geçiyor. Bu gergin ilişkinin nasıl seyredeceği ancak olayların serpilip gelişmesiyle tam olarak görülecek. Ancak şurası kesin: SSCB’nin dağılmasından itibaren değişik aşamalarda yumuşak ya da sert yöntemlerle gerçekleştirilmeye çalışılan hedefte ABD devleti açısından tam bir süreklilik söz konusudur: Rusya’yı yalıtmak, “yakın çevre”yi (Ukrayna ve Gürcistan en belirgin örneklerdir) AB Truva atını ve NATO’yu da kullanarak Rusya’dan koparmak ve Rusya’yı kuşatmak ABD’nin stratejik hedeflerinden biri olarak kalmaya devam ediyor. Buna rağmen, Trump’ın Putin’e ve Rusya’ya ilişkin kişisel görünen politikasının dünya sahnesinde nasıl bir değişime yol açacağının dikkatle izlenmesi gerekir. Trump’ın kolay anlaşılamayan Rusya düşkünlüğünün gerisinde bu ülkenin siber teknolojideki kapasitesinden 2020 seçimlerinde yeniden yararlanma hevesinin rolünün en azından ikincil olduğu düşünülmelidir. Trump’ın amacı muhtemelen Çin’le mücadelesi esnasında Rusya’yı tarafsızlaştırmaktır. Ama bu konuda daha kendisine en yakın unsurları bile ikna edememişken kısa dönemde fazla başarı elde edebileceği beklenemez.

33. Trump döneminin bir başka yeniliği, emperyalistler arası çelişkileri 1930’lu yıllardan beri görülmeyen bir ölçüde kışkırtmasıdır. Trump müttefiklerine, özellikle Almanya’ya ABD’ye karşı ticaret fazlası verdiği için içerliyor (Çin’e öfkesinin bir gerekçesi de budur); ticaret savaşının bir gerekçesi budur. NATO dolayısıyla AB ülkeleriyle sürekli dalaşıyor. Merkel’i Rusya ile doğal gaz işbirliği yaptığı için çelişki içinde olmakla suçluyor, Macron’a AB’den koptuğu takdirde ABD ile “özel ilişki” öneriyor. Britanya’yı en sert Brexit formülüne (yani AB’den kopma yolunda en ileri adımları atmaya) zorlamak için ABD-Britanya arasında özel ticaret anlaşması olasılığını yem olarak uzatıyor. Bütün bunlardan, yalın bir sonuç çıkartmak mümkün: Trump’ın politikası (aynen Avrupa’nın ön-faşist partileri gibi) AB’yi çökertmektir. Trump ABD burjuvazisinin Avrupa emperyalizmini kendisine rakip gören bir kanadının temsilcisidir. Avrupa’dan Trump’a karşı merkezinde Fransa ve Almanya’nın bulunduğu itirazlar yükselmektedir. Avrupa Birliği, Trump’ın ticaret savaşlarına misilleme planları hazırlayarak karşılık vermektedir. İran’la Nükleer anlaşmadan çekilmesine karşılık Almanya ve Fransa yanına Britanya’yı da alarak ortak bir bildiri ile Nükleer anlaşmaya sadık olduklarını açıklamıştır. Bütün bu tablodan çıkan önemli sonucun altını bir kez daha çizmek gerekiyor: SSCB’nin varlığı boyunca NATO altında tam bir bütünleşme yaşayan ABD ve Avrupa emperyalizmleri, Sovyet devletinin tarih sahnesinden çekilmesine rağmen birliklerini korudular. Bozulmaz gibi görünen bu birlik, üç çeyrek yüzyıl sonra ilk kez tehlikeye düşmüştür. Önümüzdeki dönemde emperyalist dünya düzeninin sorunlarının arasına bir kez daha emperyalistler arası çelişkiler katılabilir. Kapitalizm çok ağır bir krizden geçmektedir. Bu belki de terminal bir kriz olabilir. Böyle bir dönemde, burjuvazinin hâkimiyet sisteminin iç tutarlılığı ülkelerin kendi içlerinde olduğu gibi dünya ölçeğinde de dağılma yoluna girebilir. Bugün ABD ile AB arasında henüz yeni başlamakta olan kapışma işte böyle bir çatlak olarak belirmiştir. Çatlak büyümeyebilir. Üzeri örtülebilir. Ama çatlağın varlığının bilincinde olmalı ve bunu dikkatle izlemeliyiz. Ne var ki, bütün bunlar şu gerçeği değiştirmiyor: En azından içinde bulunduğumuz aşamada, ABD’nin politikası Almanya ve Japonya’yı Çin ile Rusya’ya karşı savaşına, tâbi birer güç olarak ama etkin biçimde katmak olacaktır.

Sınıf mücadeleleri ve halk isyanları

34. 2011-2013 arası patlak veren Arap devrimi ve ona eşlik eden halk isyanları ve daha alçakgönüllü kitlesel mücadeleler, bu devrimci dalganın motoru rolünü oynayan Mısır devrimi 2013 Temmuz’undaki Bonapartist Sisi darbesiyle yenilgiye uğratılınca, ivmesini yitirdi. 2014’te Bosna’da yaşanan ve büyük ölçüde bir işçi sınıfı isyanı olan olaylar ile Rojava’nın bir uzantısı olarak Türkiye Kürdistan’ında yaşanan Kobani serhildanı, kendi farklı yöntemleriyle, bir bakıma geri çekilmekte olan dalganın son gelgiti idi. Bu aşamadan sonra Arap dünyası emperyalizmin ve ana merkezi Körfez ülkeleri olan Ortadoğu gericiliğinin manevraları sonucunda devrimci bir krizden mezhepçi-tekfirci bir iç savaş tablosuna teslim olurken (Libya baştan böyleydi, Suriye ve Yemen zaman içinde bu duruma geldi), öteki ana cephe olan Avrupa’da (ve Wall Street İşgali hareketinin ateşlediği ABD’de) kitleler düzene muhalefetlerini parlamenter yöntemlerle sürdürmeye başladılar. Örnekler çok sayıdadır: ABD’de Bernie Sanders ve Britanya’da Jeremy Corbyn olguları, Yunanistan’da Syriza ve İspanya’da Podemos partilerinin yükselişi açıkça 2011-2013 arasında kitle mücadelelerinin güçlü olduğu ülkelerde kitlenin yüzünü parlamenter kanallara çevirmesinin ürünüdür. Bu yolun ve bu önderliklerin kitlelere herhangi bir ciddi zafer getirmesi olanaksızdır. (Syriza şimdiden kitlelere ihanet ederek ötekilerin geleceğine ışık tutmuş bulunuyor.) Bu olguların önemi, bunların daha önceki halk isyanları ve sokak mücadeleleri ile aynı değerde olmalarından değil, kitlelerin sınıf mücadelesi talepleri etrafında ciddi bir hareketlenmesinin devam ettiğini göstermelerinden kaynaklanıyor.

35. 2011-2013 arası Arap devrimine paralel olarak Avrupa’da doğan isyan ruhunun devrimin geri çekilmesiyle birlikte sönümlenmediğini kendine özgü biçimde gösteren önemli bir örnek, 2016 Fransa işçi sınıfı mücadeleleri oldu. Bu olay emperyalizmin en merkezi ülkelerinden birinde son yıllarda yaşanan neoliberal taarruzun işçi sınıfını atomize etme yönündeki bütün etkilerine, sendika hareketinin ciddi şekilde zayıflamasına vb. rağmen sınıfın bir iş yasası aracılığıyla ortak çıkarlarına yönelen bir saldırıya çok kitlesel ve militan bir direniş gösterebildiğini, bu mücadele içinde toplumun başka katmanlarını da (en başta geleceğin proleterleri olan gençliği) yanına çekebildiğini kanıtlıyordu. Bu cezp etme kapasitesinin bir başka biçimi de geceleri kentlerin merkezi parklarında “Geceleri Ayakta” (Nuits Debouts) olarak adlandırılan, daha ziyade küçük burjuvazinin modern kesimlerinin, proletaryanın okumuş üst katmanlarının ve öğrenci gençliğin katıldığı kitle toplantıları yapılmasıyla ortaya çıkıyordu. Bir bakıma işçi mücadelesi ile Gezi birleşmişti. Bu güçlü işçi sınıfı hareketi çok keskin hükümler içeren bir yasa tasarısını bir ölçüde törpüledi; üstelik bu törpülenmiş versiyon bile parlamentodan geçemedi, hükümet anayasanın gerici bir maddesinden yararlanarak (KHK’ya benzeyen) meclis dışı yöntemlerle kabul etti yasayı. Ama hemen ertesi bahar yapılan seçimlerde kendini “ne sağ, ne sol” olarak sunan patron sınıfı sözcüsü Macron, epeyce güçlü bir seçim zaferi kazandı. “Fransız baharı” ulusal solcu bir hareketin (Mélenchon liderliğindeki Boyun Eğmeyen Fransa), yelkenlerini şişirmişti, ama bu parti cumhurbaşkanlığı seçiminde ikinci tura geçme olanağını kıl payı kaçırdı. Bütün bunların seçim sonrasına yansıması, 2018 yılında da hükümetin birtakım haklarını ellerinden almaya çalıştığı demiryolu işçilerinin öncülüğünde yeniden bir kitle hareketinin oluşması oldu (“Geceleri Ayakta” bu sefer ayağa kalkamadı). 2018 de grevler ve gösteriler yılı oldu. Ama bu mücadele de kısmi kazanımlara rağmen yitirilmiş görünüyor. Buradan çıkacak sonuç muhtemelen Avrupa’da işçi sınıfının kitlesel mücadele geleneklerinin en güçlü olduğu ülkede bile siyasi alan yeniden yapılanmadan, güçlü bir sınıf partisi dengeleri değiştirmeden bu mücadelelerin kazanılamayacağıdır. Bunun istisnası muhtemel bir derin krizin bütün ortamı değiştirdiği durum olabilir.

36. 4. Kongremizin ardından gelen yaklaşık bir buçuk yıllık sürede ilk önemli kitlesel mücadele Güney Kore’de her hafta sokağa çıkan milyonların başkan devirmesi idi. Bu, 2011-2013 ruhunun uzak Asya’ya sıçraması olarak görülebilir. (Bir yan etki olarak son aylarda Kuzey Kore-Güney Kore yakınlaşmasında Güney’in sağcı hareketini paralize ederek çok önemli rol oynamıştır bu eylemler.) Aynı ruhun Latin Amerika’ya sıçraması ise Temmuz başındaki son Meksika seçimleriyle olmuştur. Latin Amerika 2000’li yıllarda bir yandan devrimci krizlerle (Ekvador 2000, Arjantin 2001-2002, Venezüella 2002, Bolivya 2003, 2005) sarsılırken bir yandan da reformist solun farklı biçimler altında iktidara yükselmesine tanık oluyordu. Hem Brezilya’da Lula ile simgelenen sol liberalizme yatkın çizgi, hem de Hugo Chavez’in “Bolivarcı” olarak adlandırılan çizgisi sonunda kitleleri demoralize ederek sağın yükselmesine zemin hazırladı. 2010’lu yılların özellikle ikinci yarısı Latin Amerika’da sağın yükseliş dönemi olarak görülebilir. Özellikle Arjantin’i İMF’ye kadar götüren sağcı Macri iktidarı ile Brezilya’da üst üste yaşanan sivil darbe (2016) ve askeri müdahale (2018) bu sağcılığın en ileri ifadeleriydi. İşte Meksika’da reformist solcu Andres Manuel Lopez Obrador’un başkanlık seçiminin ilk turunda herkesi ezip geçmesi, sadece dört yıl önce kurduğu partinin üç partili yerleşik parti sistemini altüst ederek meclisin her iki kanadında da ezici bir zafer kazanması, bu sağcı atmosfer içinde bir karşı rüzgâr olarak büyük bir önem taşıyor.

37. Büyük kitle mücadeleleri ve halk isyanları açısından 2018 yılı, bizim bulunduğumuz Avrasya coğrafyası, Doğu Avrupa’dan Balkanlar’a, Kafkaslara ve ODKA’ya uzanan coğrafya açısından son derecede ilginç bir gelişmeye tanıklık etti. Sadece yedinci ayını yaşadığımız 2018 yedi ülkede sekiz büyük kitle hareketine, hatta halk isyanına sahne oldu. İran, Tunus, Romanya, Slovakya, Ermenistan, Ürdün, yeniden İran ve Irak, çoğu yoksulluk ve sınıf sorunları etrafında olmak üzere ayağa kalktı. Bu 2011-2013 konjonktürünün sadece geri çekildiğinin, onu ateşleyen dinamiklerin nefesini tüketmediğinin en parlak doğrulanmasıdır. Ayrıca yeni bir yükselişin başlangıcı olup olmadığını bize zaman gösterecektir.

38. Partimizin Üçüncü Büyük Depresyon döneminde büyük halk hareketlerinin gelişmesi üzerine çizdiği tablo ve yaptığı teşhis parlak biçimde doğrulanmıştır. Ama solda bazıları, halkın en azından bizim bölgemizde 2011-2013 arasında ayağa kalktığını ve düzene meydan okuduğunu kabul etmekle birlikte o zamandan bu yana kapitalist sınıfın dünya çapında hâkimiyetini yeniden sağlamlaştırdığını iddia ediyor. Bu görüş yanlıştır. Kapitalizm 2011-2013 aralığının sarsıntısını atlatmıştır, ama o dönemin gündeme getirdiği çelişkilerin etkisi altında istikrarını, tutarlılığını, iktidar sisteminin sağlamlığını kurban vermiştir. Bölge, seçim, hükümet vb. ayrıntısına girmeden şu özellikler birçok kapitalist ülkede görülmekte ve kapitalizmin iktidarının sağlamlaşmak bir yana, pamuk ipliğine bağlı hale geldiğini göstermektedir:

(a) Ardı ardına birçok ülkede var olan yerleşik parti sistemi çökmüş, kimi yeni olduğu, burjuvazi açısından denenmemiş olduğu için güven sağlaması zor, kimi de fazla sol görünen partiler yükselmiştir.

(b) Avrupa Birliği çok sayıda faktörün etkisi altında dağılma dinamikleri göstermektedir. Ekonomik alanda ağır kamu borçları veri iken avro ve Maastricht koşulları, politik alanda göç politikasının kuralları AB’yi yavaş yavaş yönetilebilir olmaktan çıkarmaktadır. Bunlardan kısmen farklı ve tarihsel olarak köklü bazı ulusal sorunlar da azmıştır: 2018 yılı tarihe Katalonya vesilesiyle AB’nin demokrasisinin ne kadar ince bir örtüyle örtülü olan bir baskı sistemi olduğunun tescil edildiği yıl olarak geçebilir. Buna paralel olarak Britanya’da İskoçya sorununa şimdi Brexit içindeki yeri dolayısıyla Kuzey İrlanda sorunu katılma istidadı göstermektedir.

(c) ABD de, bütünleşmesini daha eskiden tamamlamış bir ülke olduğu halde, benzer gerilimlere maruzdur. Kıyı eyaletleri (batı ve doğu kıyılarında yer alanlar, en başta Kaliforniya ve New York) Trump yönetimine ciddi bir direniş gösteriyor. Yasama (Senato ve Temsilciler Meclisi) daha uysal olmakla birlikte yargı, özellikle bazı eyaletlerin mahkemeleri Trump’a karşı ciddi bir muhalefet yapmaktadır.

(d) Emperyalist dünyanın hâkim güçleri arasında çok ciddi sürtüşmeler olduğunu yukarıda saptamış bulunuyoruz.

Bütün bunlar göstermektedir ki, kapitalistler iktidarlarını konsolide etmekten uzaktır. Dünya kapitalist sistemi en güçlü merkezlerinde yönetilebilir olmaktan çıkmaya doğru sürüklenmektedir. Dünya devrim ile karşı devrimin boy ölçüştüğü, üzerinde savaş tehlikesinin dolaşmakta olduğu, var olan sorunlara kapitalizmin sınırları içinde hiçbir sistematik çözümün öne sürülemediği bir durumdadır.

Barbarlığın zemini hazırlanıyor, sosyalizminki önderliğini arıyor

39. Partimiz 2001’den itibaren, 11 Eylül ertesinde ABD emperyalizminin başlattığı “teröre karşı savaş” adıyla anılan saldırgan politikaya karşı “Sürekli savaşa karşı sürekli devrim!” şiarıyla mücadele ettikten sonra, 2012 Aralık ayında düzenlenen 2. Kongresi’nde, Üçüncü Büyük Depresyon döneminin yarattığı çifte eğilimin, faşizm ile devrimin paralel olarak yükselişinin yarattığı ihtiyaç doğrultusunda ve 2011’de başlayan Arap devrimi ve ona eşlik eden halk isyanları bağlamında devrimin elle tutulur bir gerçek olduğunu saptayarak “Ya sürekli devrim, ya barbarlık!” şiarını yeni dönemin karakterini tanımlayan esas şiar olarak benimsemiş bulunuyor. Trump’ın başa geçmesi ve daha genel olarak faşizmin ve ön-faşizmin “zaferler dönemi”nin açılmış olması, bu şiara daha da somutluk kazandırıyor. Ne var ki “ya… ya…” formülümüzdeki alternatiflerden biri gittikçe elle tutulur hale geliyor: Barbarlığın maddi zemini adım adım örülüyor. Emperyalist dünyada faşizm ve ön-faşizm, İslam coğrafyasında tekfirci-mezhepçi akımlar, Meksika ve Orta Amerika’da uyuşturucu çeteleri savaşları, Filipinler’de uyuşturucu bahanesiyle bir yargısız infaz politikası barbarlığın somut biçimleri olarak şekilleniyor. Buna karşılık, sürekli devrimin “süreksiz” örnekleri zaman zaman kendiliğinden ortaya çıkmakla birlikte bu devrimi başarıya ulaştıracak bir öznenin, bilinçli önderliğin inşası açısından 2012’den bu yana herhangi bir şekilde ileriye gidişi gözlemlemek mümkün değil. Elbette tekil ülkelerde, en başta da FİT’in kurulduğu ve parladığı Arjantin’de bazı ilerlemelerden (onlar da çelişkili ve gergin bir dizi özellik taşıyor) söz edilebilir. Ama dünya kapitalizminin yarattığı farklı türlerden barbarlıklar karşısında işçi sınıfı kendi kurtuluş örgütünü, bir Enternasyonal’i, bir uluslararası devrimci önderliği yaratma yolunda ciddi bir adım atamamıştır. Dünya durumuna en karakteristik özelliğini veren başlıca faktör uluslararası bir devrimci önderliğin yokluğudur. Başta tarihin gördüğü en büyük halk hareketlerinden biri olan Mısır devrimi olmak üzere, 2011’den itibaren yaşanmış olan bütün devrim ve isyanların başarıya ulaşma olanağından yoksun kalmasının birincil nedeni budur. Bundan sonra doğacak devrimci krizlerin de (istisnai derecede hızlı gelişmeler yaşanmadığı takdirde) boşa gitmesine ve böylece barbarlığın ayakta kalmasına yol açma ihtimali yaratan da budur.

40. Devrimci İşçi Partisi, işçi sınıfı ve halk kitleleri açısından kurtuluşun önünde en büyük engel olarak yükselen bu eksikliğe karşı mücadele etmek ve bir Enternasyonal önderlik yaratmak için, mütevazı olanaklarına rağmen elinden gelen her şeyi yapacaktır.