DİP 3. Kongre Belgeleri (3): Kriz, faşizm, devrim: Dünya durumu
Gerçek gazetesi ve internet sitesinde daha önce haberleştirdiğimiz, çeşitli belgelerini yayınladığımız ("Türkiye'de siyasi durum ve görevlerimiz" ve "Ermeni halkı kardeşimizdir! Ona çok şey borçluyuz!" başlıklı kararlar) Devrimci İşçi Partisi'nin 3. Kongresi'nin kararlarından dünya durumunun analizi ve proleter devrimciler açısından bu analizden çıkan görevlerin yer aldığı kararı aşağıda yayınlıyoruz.
1. Devrimci İşçi Partisi’nin II. Kongresi (Aralık 2012) dünya durumunun en genel özellikleri hakkında bir dizi tespit yapmıştı. (1) 11 Eylül ile açılan (2001) ve emperyalizmin sürekli savaşının damga vurduğu dönem 2011’de patlak veren Arap devrimi ile birlikte kapanmıştı. Emperyalizm artık savunmaya geçmişti. Ciddi şekilde zayıflamıştı. (2) Üçüncü Dünya Devrimi dönemi açılmıştı. Ekim devrimi ile açılan Birinci Dünya Devrimi dalgasından ve İkinci Dünya savaşı sonunda patlak veren (1943-51) İkinci Dünya Devrimi’nden sonra şimdi yeni bir uluslararası devrimci dalga doğmuştu. Bunun sürükleyici gücü Akdeniz devrimci havzasındaki devrim ve isyanlardı. (3) 11 Eylül ile açılan “Sürekli Savaş” döneminde DİP’in merkezi sloganı “Sürekli savaşa karşı sürekli devrim!” idi. 2012 Kongresi ise yeni bir şiarı merkeze alıyordu: “Ya sürekli devrim, ya barbarlık!” (4) Bütün bunların arkasında II. Kongre kapitalist dünya ekonomisinde yaşanmakta olan ve partimizin Üçüncü Büyük Depresyon adını verdiğimiz krizin yarattığı sarsıntıları ve çalkantıları görüyordu. 2015’te toplanan III. Kongremiz dünya durumunu analiz ederken, her şeyden önce bu tespitlerin aradan geçen süre içinde ne ölçüde doğrulanmış olduğunu değerlendirmek zorundadır.
2. Aradan geçen iki yıl içinde emperyalizmin zaafları ve savunma halinde olduğu daha da açık şekilde ortaya çıkmıştır. Bu ekonomik alanda böyledir. Çin en düşük düzeyi yılda yüzde 7 civarında olan bir ekonomik büyüme yaşarken emperyalizm (özellikle AB ve Japonya) son yıllarda son derecede yavaş bir büyüme sergilemektedir. Son dönemde Çin’in öncülüğündeki birtakım ülkeler İMF’ye rakip bir kurum oluşturmaktan doların kullanımını sınırlamaya kadar bir dizi önlemle ABD hegemonyasını somut olarak hedef almaktadır. Bu siyasi alanda da böyledir. Emperyalizm son yıllarda Chávez Venezüella’sından mollaların İran’ına kadar rakipleriyle başa çıkamamaktadır. Bu askeri bakımdan da böyledir. El Kaidenin bitirilmesi bir yana, ondan daha radikal DAİŞ son bir buçuk yıl içinde yükseliş içine girmiştir. ABD artık savaşa girmekten korkmaktadır. Irak ve Afganistan bataklıkları, dünyanın en büyük askeri gücünün bütünüyle demoralize olmasına yol açmıştır. Bu yüzden ABD DAİŞ’e karşı kara savaşına bulaşmamak için özel bir çaba gösteriyor. Bush döneminin saldırganlığı geride kalmıştır. Fakat bu saldırganlık eğiliminin gerilemesi mutlak değildir. ABD emperyalizmi bu durumun kendisi için bir zaaf olduğu bilinciyle bir çıkar yol arayışı içindedir. Nitekim ABD emperyalizminin son aylarda bu yöndeki çabasında bir artış da gözlenmektedir.
3. II. Kongremiz Aralık 2012’de Üçüncü Dünya Devrimi tespitini yaptıktan sadece altı ay sonra Haziran 2013’te yaşananlar devrimci eğilimlerin nasıl dünya çapına yayılmakta olduğunu çarpıcı biçimde kanıtlamıştır. 31 Mayıs-1 Haziran gecesi Türkiye büyük bir halk isyanının etkisi altına girerken 10 Haziran’da Latin Amerika’nın devi Brezilya 600 kentine yayılacak bir başkaldırıya sahne olmuştur. 30 Haziran günü ise Mısır’da 30 milyon insan tarihin en büyük kitle eylemini gerçekleştirmiştir. Üç ülkedeki bu dev eylemler tam da dünya çapında bir devrimci dalganın çekim alanında bulunduğumuzu ortaya koymuştur. Ne var ki, Üçüncü Dünya Devrimi’nin ve onun merkezinde yer alan Arap devriminin ilk evresini geride bırakmış olduğumuz da açıktır. Brezilya’da isyanın ana dinamiklerinden olan Dünya Kupası’nı protesto eğilimleri, 2014 yazında kupa oynanırken çok cılız sesler çıkartabilmiştir. Türkiye’de üç ay süren halk isyanı bütünüyle durulmuş bulunuyor. Çarpıcı bir nokta: Kobani protestosu vesilesiyle patlak veren Kürt serhildanı, daha bir yıl önce yaşanmış olan Gezi Parkı isyanının “çapulcular”ından en ufak bir destek görmemiştir. En kötü gelişme Mısır’da yaşanmıştır: dev bir halk hareketi karşı devrimin önünü açan bir Bonapartist rejimle sonuçlanmıştır. Üçüncü Dünya Devrimi’nin ilk evresi bitmiştir. Mısır devriminin yenilgisi bunun en çarpıcı işaretidir. Eğrinin Mısır’daki bu dönüşünden bu yana, dünyada bir tek Kürdistan’da kısa süren bir isyan yaşanmış bulunuyor. Bu bağlamda Üçüncü Dünya Devrimi dalgasını ilk ikisiyle karşılaştırmak önemlidir. İlk dalganın açılış hamlesi olan Ekim devrimi zaferle sonuçladığı için dünya devrimi o andan itibaren kurulmuş olan bir işçi iktidarına yaslanma olanağını bulmuştu. İkinci Dünya Devrimi dalgası daha da ötede iktidarını iyice pekiştirmiş (bürokratik yozlaşmaya uğramış olsa bile bir devlet olarak güçlü) bir işçi devletine yaslanan bir dizi devrimci atılım içeriyordu. Yani dünya devrimi dalgalarının başarısı açısından iktidarın alınmış olduğu ülkeler birer üs olarak çok önemli bir rol oynuyordu. Şu anda yaşadığımız dalga ise dünya durumunu ve dünya devrimini bu tarzda etkileyecek güce sahip işçi devletlerinin var olmadığı bir durumda ortaya çıkmıştır. Dünya devriminin üçüncü dalgası daha ziyade 1848 Avrupa devrimine benziyor. Orada da devrimlerin yaslanacağı bir üs yoktu. Ama Üçüncü Dünya Devrimi’nin 1848’den önemli farkı, arkasında bir büyük depresyon dinamiğinin olmasıdır. 1848 henüz kapitalizmin tarihi olarak yerini sosyalizme bırakmasının gerekli hale gelmediği bir aşamada gerçekleşmişti. Oysa bugün büyük depresyonda ifadesini bulan tam da bu gerekliliktir. Bu yüzden 1848 bir orman yangını gibi bütün Avrupa’ya yayıldıktan sonra, herhangi bir ülkede kendi dinamiğinin ürünü olan bir iktidar kuramayınca tarih sahnesinden hızla çekilmiştir. Bugün ilk evre tamamlanmış olsa bile, Üçüncü Dünya Devrimi ardındaki dinamik devam ediyor olduğundan dalganın aynı şekilde geri çekilmesi beklenmemelidir.
4. II. Kongremizin belirlediği “Ya sürekli devrim, ya barbarlık!” şiarı, iki yıl sonra o günden çok daha fazla geçerlidir. Bu iki yıl içinde ortaya çıkan üç gelişme, barbarlığı somut bir olasılık olarak insanlığın gündeminin merkezine yerleştirmiştir. Bunlardan birincisi, Kasım 2013’te Ukrayna’nın başkenti Kiev’de Maydan adıyla bilinen meydanda başlayan kitle hareketinin Şubat 2014’te dönemin hükümetinin düşüşüyle sonuçlanmasında oynadıkları rolle açıkça Nazi referanslı faşistlerin büyük bir atak yapmaları ve koalisyon ortağı olarak hükümete girmeleridir. O günden bu yana yapılan başkanlık ve parlamento seçimlerinde ağırlıklarını bir ölçüde kaybetmiş olsalar da faşistler Ukrayna’da hâlâ potansiyel bir tehlikedir. Ukrayna’nın faşizm dışında işaret ettiği bir başka barbarlık kaynağı daha vardır: emperyalizmin dünyayı paylaşım dürtüsü. Ukrayna sarsıntısı, doğrudan doğruya NATO’nun Rusya aleyhine genişleme stratejisinin ürünüdür. (Emperyalizmin Çin ile Rusya’yı kontrol altında tutma mücadelesine aşağıda döneceğiz.) İkincisi, Mayıs ayında Avrupa çapında ortaya çıkmış bir tehdittir. Kimi açıkça faşist, kimi proto-faşist (yani her an faşistleşme potansiyeline sahip, ön-faşist), kimi ise aşırı sağcı bir dizi siyasi hareket 28 üye ülkede Avrupa Parlamentosu için yapılan seçimlerde çarpıcı bir zafer elde etmiştir. Bu partiler üç ülkede (Fransa, Britanya, Danimarka) birinci parti haline gelmiş, birçok başka ülkede ise ülke politikasını belirleyebilecek bir güce kavuşmuştur. O seçimden bu yana yeni birtakım ülkelerde de (çarpıcı örnek İtalya’da Kuzey Ligası’nın gelişimidir) proto-faşist hareketler güç kazanmaktadır. Üçüncü gelişme, Temmuz ayında Ortadoğu çapında ortaya çıkmıştır. Kendine Irak ve Büyük Suriye’de İslam Devleti (IBSİD, DAİŞ ya da IŞİD) adını vermiş olan tekfirci (yani kendine biat edenlerden başka herkesi “kâfir” gören) bir hareket Musul’u ele geçirdikten sonra Irak’ın kuzeybatısı ile Suriye’nin kuzeydoğusunda yeni bir devlet ilan etmiş, liderinin de İslam halifesi olduğu iddiasını ileri sürmüştür. Kafa kesmek gibi vahşi yöntemlere ve müziği yasaklamak gibi barbarlıklara başvuran bu örgütün gün geçtikçe dünyanın dört bir köşesinden Müslüman gençlerin saflarına katılmasıyla güçlenmesi, tehlikenin ne kadar büyük olduğunu ortaya koymuştur. En azından içinde bulunduğumuz Ortadoğu bölgesi için barbarlık hiç de gelecek için bir tehdit bile değildir; bugünün bir olasılığıdır.
5. Üçüncü Büyük Depresyon bütün ağırlığıyla devam ediyor. Dünya veya Türkiye solunun yaygın kesimlerine karşıt olarak bu krizin karakterini ilk andan saptayabilmiş olmak partimizin bir onurudur. İddiamız 2008’de yaşanan Lehman Brothers iflasının bir finansal çöküşe yol açtıktan sonra bir uzun depresyonu doğurmuş olduğuydu. Bu, geçici bir daralma değil, uzun sürecek, içinden kolay çıkılamayacak, bütün dünyayı kavrayan ve etkileri ekonomik alanla sınırlı olmayan bir depresyon idi. Altı yıl sonra bu iddia tartışılamayacak bir açıklıkla doğrulanmış bulunuyor. ABD ekonomisi dışındaki emperyalist ülke ekonomileri altı yıldır yerlerinde saymaktadır. ABD ise para arzını beş katına çıkarma pahasına son derecede alçakgönüllü bir ekonomik büyüme çizgisi tutturabilmiştir. Şimdi ise bu gevşek para politikasından, yeni bir balon patlaması, yani finansal çöküş korkusu ile çark ediyor. Buna karşılık, durgunluk içinde kıvranan AB, Mayıs seçimlerinde proto-faşist partiler büyük başarı gösterdiğinde faizleri sıfırın altına indiriyor (yani tasarrufu cezalandırıyor). Ama AB hâlâ sıfır büyüme düzeyindedir. Bir bütün olarak Avro bölgesi ekonomisi altı yıldır hiç büyümemiştir! Japonya ise gevşek para politikası ve kamu harcamalarında büyük artışla ekonomisini canlandırmaya çabalıyor. Ama Başbakan Abe’nin adıyla anılan bu politika, ekonominin 2014’ün ikinci çeyreğinde yüzde 7, üçüncü çeyreğinde ise yüzde 1,5 daralmasını engelleyememiştir! Üçüncü Büyük Depresyon’un 1930’lu yılların krizinin ölçeğine ulaşmamasında en önemli faktör olan “yükselen ekonomiler”deki çok yüksek büyüme oranları ise, daha önce öngörmüş olduğumuz biçimde, ciddi düşüşler gösteriyor. Bir başka deyişle, bu ülkeler (Çin, Hindistan, Brezilya, Rusya vb.) ve onların arkasından gelenler (Türkiye bunların arasındadır) parlaklıklarını yitirmiş durumdalar, hızla kriz bölgesine doğru ilerliyorlar. Çin burada tek istisnadır, ama onun da büyüme hızı iki haneli oranlardan yüzde 7 düzeyine gerilemiştir. Daha önemlisi, onun da ani finansal krizlerle (banka sistemi ya da gayrimenkul sektöründe) karşılaşabileceğine dair bazı belirtiler mevcuttur. Petrol fiyatlarında yaşanan yüzde 40’a yakın düşüş, şayet kalıcı olursa, dünya ekonomisinin büyümesini olumlu yönde etkileyebilir. Ama bir yandan da gerek verimlilik bakımından alt sıralarda bulunan bir dizi şirketin, gerekse petrol rantıyla ayakta duran bir dizi ülkenin iflasına yol açarak dünya ekonomisini sarsması olasılığı vardır. Daha genel olarak bakıldığında, dünya ekonomisi iki belanın arasına sıkışmıştır. Bir yanda ucuz para ve karşılıksız parasal genişleme sonucunda enflasyon ya da menkul kıymetlerin değerinde aşırı şişkinlik yani yeni balon patlamaları tehdidi; bir yanda parasal destek de geri çekilirse açık bir depresyon (deflasyon) tehdidi. Yani iki bela arasında bir sıkışma hali. Dünya ekonomisi uzun süre belini tam doğrultamayacaktır. Bunun sonucu gelişkin kapitalist toplumlarda faşizmin yükselişi, daha geri sosyo-ekonomik yapılarda ise Ali kıran baş kesen örgütlerdir. (Meksika ve daha genel olarak Orta Amerika ülkelerinde görülen çeteleşme/mafyalaşma olgusu da aynı sürecin bir üçüncü ifadesi olarak okunabilir.)
6. Dünya durumunun bütününe baktığımızda, bir konuda, barbarlığın yükselişinin nedenlerinden biri hakkında bir ölçüde erken bir yargıya varmış olduğumuzu görüyoruz. Geleneğimiz 11 Eylül’den itibaren El Kaide hareketinin gerici karakterini saptamıştı. 2011’e kadar devam eden dönemde emperyalizm ile bu gerici hareket arasındaki çatışmada doğru bir tutum takınmıştı. Ama 2011 Arap devriminin şahlanışı ile Usame bin Ladin’in ABD özel kuvvetleri tarafından infaz edilmesi (Mayıs 2011) aynı döneme rastlayınca, tarihsel olarak önü açık olanın devrimci yol olduğu, El Kaide’nin temsil ettiği yolun çıkmaz sokak olduğunun bin Ladin’in infazıyla ortaya çıktığı sonucuna fazla aceleci bir tarzda ulaştık. Uzun vadeli bir tarihsel bakışla bu elbette doğrudur. Ama somut dünya durumu tartışması açısından önemli olan kısa ve orta vade eğilimleridir. Bu bakımdan bu teşhis erken bir yargı olmuştur. Şayet somut gelişmeler sonucunda Arap devrimi duralamış, hatta bazı ülkelerde yenilgiye uğramış olmasa, El Kaide ve benzeri örgütler yeniden önem kazanmayacaktı. Yargımızın erken olması bundandır. Arap devrimi sarsıntıya uğrayınca El Kaide ve benzeri hareketler geri gelmiştir. II. Kongremizden bu yana iki yıldır El Kaide ve onunla şu ya da bu biçimde ilişkili hareketler (biz hepsine birden “tekfirci akımlar” diyelim) sadece Afganistan-Pakistan’da ve Ortadoğu’da (Yemen, Irak, Suriye) değil, Doğu Afrika (Somali), Mağrib ve Batı Afrika’nın (Mali) yanı sıra ve belki de en önemlisi Afrika’nın yükselen yıldızı Nijerya’da da (Boko Haram örgütü) gündemin merkezinde yer almaktadır. Mesele bununla da sınırlı değildir. Dünyanın Müslüman bir nüfusun yaşadığı hemen her yanında bu hareketler Müslüman gençler için bir hülyalı geleceğin vaadi olarak kutup yıldızı haline gelmeye başlamıştır. Bunun hem Türkiye, hem de genel olarak Ortadoğu bölgesi açısından çok ciddi sonuçlar doğurabileceği de açıktır. Öyleyse tekfirci hareketleri daha iyi incelemeli, daha yakından kavramalı, onlarla mücadele konusunda daha donanımlı olmalıyız.
7. Tekfirci hareketin dikkat çekici gücünün yanı sıra içsel çelişkisine de değinmemiz gerekiyor. Çünkü bu çelişki hareketin Ortadoğu’da ve daha genel olarak İslam ağırlıklı coğrafyalarda doğuracağı en önemli sonuçlardan biri konusunda doğru tavır almayı gerektiriyor. Tekfirci hareket İslamcılığın bayrağını yükseltmektedir: İddiası, DAİŞ örneğinde görüldüğü gibi, bütün İslam dünyasını Hilafet bayrağının altında toplamaktır. Ne var ki, bunu kendi Sünni akidesi doğrultusunda yaptığı için İslam dünyasını kaçınılmaz biçimde orta yerinden yarmaktadır. Tekfirci hareket en azından bugün Sünni-Şii mücadelesinin, yani Suudi-İran çelişkisinin aracı konumundadır. Ortadoğu çapında büyük, kanlı ve vahşi bir iç savaşı kışkırtma riskini kendi içinde barındırmaktadır. Bu, İslamcı hareketin kendi kendini içeriden çökertmesi dinamiğini taşıdığını gösteriyor. İslamcı hareketin mezhepçi yapısı, bazı riskler de doğuruyor. Bir bütün olarak, emperyalizm destekli gayrimeşru Siyonist İsrail Devleti’ne karşı savaşmakta olan direniş örgütleri arasında halihazırda var olan mezhepsel farklılıkları derinleştiriyor, bu şekilde anti Siyonist direnişi zayıflatıyor ve emperyalistlere arayıp da bulamayacakları bir hizmet sunmuş oluyor. İslamcı örgütlerin mezhepçi politikaları, Ortadoğu’nun işçi sınıfı ve ezilenlerinin değil, bütün kan emicilerinin çıkarına hizmet ediyorlar.
Bu yüzdendir ki, devrimci Marksistler, partimizin bir süredir yaptığı gibi, propaganda ve ajitasyonlarında mezhepçiliği ısrarla öne çıkartmalıdırlar. Müslümanlara İslamcılığın dine hizmet etmek anlamına gelmediğini, maddi çıkarların cisimleşmesi olduğunu ve İslam ağırlıklı dünyaya kan ve gözyaşı getireceğini anlatmak doğru bir çizgidir. Bunun, her türlü İslamcılığın proletaryanın ve insanlığın bütününün kardeşliğini torpillediğini anlatma çabasıyla el ele yürümesi elbette gereklidir.
8. “Ya sürekli devrim, ya barbarlık!” sloganının altyapısının iyi kavranması gerekir. Gerek tekfircilik, gerek has faşizm (Ukrayna ve Avrupa) hiç kuşkusuz birer barbarlık kaynağıdır, ama barbarlığın ana dinamikleri değil, o ana dinamiklerin büründükleri siyasi-ideolojik biçimlerdir, sonuçlardır. Barbarlığın esas büyük kaynağı bugün onlardan uzak durur görünen, bazen onlarla siyasi, hatta (ABD’nin DAİŞ’e karşı açtığı savaş örneğinde görüldüğü gibi) askeri olarak mücadeleye bile girişen “uygar dünya”dır, “uluslararası topluluk”tur, yani emperyalist kapitalizmdir. Emperyalist kapitalizmin yarattığı üç dinamik insanlığa barbarlığın yönünü işaret eder: (1) Üretici güçlerin toplumsallaşması (yani planlama ihtiyacı) ile üretimin özel mülkiyete dayalı karakteri arasındaki çelişkinin ifadesi olan derin ekonomik kriz. (2) Bunun özel bir tezahürü olarak üretimin ve yaşamın doğal çevresinin yani yeryüzünün ve atmosferin tahribi (ekoloji sorunu). (3) Sovyetler Birliği’nin dağılması ve Çin’in bir süpergüç olarak yükselmesi karşısında emperyalizmin dünyanın yeniden paylaşımına dayanan dünya savaşı eğilimlerini yeniden canlandırması. Bütün bu eğilimler Üçüncü Büyük Depresyon ortamında keskinleşmiştir. Hıristiyan ağırlıklı dünyada faşizmin, İslam ağırlıklı dünyada tekfirciliğin yükselmesi, her türlü ülke ve bölgeye özgü somut faktörlerin önemini görmezlikten gelmeksizin, genel olarak bir büyük depresyon döneminin her şeyin çivisini çıkartma yönündeki dinamiklerine bağlanmalıdır. Barbarlığın kaynağını “uygar dünya”da görmeyen, düşünsel planda burjuva aydınlanma ideolojisinin, siyasi planda “demokratik” emperyalizmin ve laik burjuva akımların, Türkiye özgülünde Kemalizmin dümen suyuna girmekten kaçınamaz.
9. 2012 Kongremizin içinde yer aldığı döneme devrimin yükseliş dalgası damga vurduysa, bugünün ana özelliği dünya sisteminin çeşitli köşelerinde ortaya çıkan dağılma ve parçalanma dinamiğidir. Bilindiği gibi, 1989-91 aralığından itibaren başta Sovyetler Birliği ve Yugoslavya olmak üzere çöken bürokratik işçi devletleri sisteminin içinden sayısız yeni ulus devlet doğmuştu. Bugün yaşanan dağılma dalgası ondan farklı dinamiklere sahiptir. Dünya çapında bir kriz belirtisidir. Bu dağılma eğiliminin sadece bir bileşeni eski dağılmanın izlerini taşır: 2008’de Gürcistan’ın başlattığı bir eğilim, 2014’te Ukrayna’nın bir ülke olarak paramparça olma potansiyeline varmıştır. Moldova üzerinde de benzer bir basınç vardır. Mesele Gürcistan, Ukrayna ve Moldova ile sınırlı olsaydı, bunlara Sovyet devletinin dağılmasından sonra emperyalizmin Rusya’yı kuşatmasının bir ürünü olarak bakabilirdik. Oysa Ukrayna’dan daha büyük sarsıntı, Ortadoğu çapındaki savaş içinde görülmektedir. DAİŞ’in kurduğu ve kendine “İslam Devleti” adını veren siyasi birim henüz bir devlet değildir. Modern tarihte dünyanın çeşitli yerlerinde, en önemlisi Birinci Çin Devrimi’nden (1911’deki burjuva devrimi) sonra 1936’ya kadar devam eden dönemde o ülkede görülen türden bir “savaş ağalığı” sisteminin ürünüdür bu birim. Ama bir devlet potansiyeli taşıdığı kuşku götürmez. Bu niteliğiyle İslam devleti Ortadoğu’nun bugünkü düzeninin (İkinci Dünya Savaşı sonrasında İsrail faktörünün eklenmesiyle kısmi tadilata uğramıştır bu düzen) temeli olan 1916 Sykes-Picot Anlaşması’nı (yani Britanya-Fransa emperyalizmleri arasında yapılan paylaşımın düzenlediği sınırları) orta yerinden yarmış, Irak ve Suriye’yi parçalamıştır. Dağılma eğiliminin üçüncü keskin ifadesi, Üçüncü Büyük Depresyon’un zayıf halkası AB sisteminde ortaya çıkan parçalanma dinamikleridir. İskoçya referandumu yenilgiye uğramıştır, ama yaşlı nüfusun ezici biçimde birlik yönünde oy kullanması dolayısıyla. Genç nüfus içinde ayrılma eğilimi çoğunluktur. Referandum yenilgisinin etkisi hiç de demoralizasyon olmamıştır. O günden bu yana SNP (yani bağımsızlık yanlısı en büyük burjuva partisi) müthiş bir hızla büyümektedir. Dolayısıyla, sorun muhtemelen birkaç yıl sonra yeniden gündeme gelecektir. Katalonya’da ise İskoçya tipi bir bağlayıcı referandum yapılsa sonucun ayrılma olacağı az çok bellidir. Bu ortamda İspanya devletinin yasakçı tavrının ispanya’da daha sert çatışmalara yol açması belenebilir. Avrasya anakarasında bir fetret devri başlamış gibi görünüyor. Biz bu dağılma ve parçalanma eğiliminin tekil örneklerine elbette bunların taşıdığı ilerici ya da gerici eğilimler ışığında farklı farklı yaklaşırız. Ama başka her şey eşitken tavrımız şudur: gerici dünya statükosunu altüst eden eğilimlerin, halkların karşı karşıya gelmesi doğrultusunda etki bırakmasına izin vermeyerek parçalanacak bütünlüğü yeni bir bütünlük zemininde kurmak. Bunun en iyi örneği AB’dir. İskoçya ve Katalonya’da partimiz ayrılma yanlısıdır. Tek tek ulusların kendi ulusal duygularını yaşamalarını sağlamak için değil, çok daha stratejik önem taşıyan bir nedenle. AB’nin dağılması, en azından zayıflaması, geleceğin Avrupa Birleşik Sosyalist Devletleri’nin kurulması bakımından elzemdir.
10. ABD-Çin rekabeti ve ABD’nin hem bu ülkeyi, hem de Rusya’yı kuşatma politikası dünya jeopolitik durumuna damgasını vuran faktörlerdir. Çin ve Rusya’nın emperyalist ülkeler haline gelmesi bütünüyle mümkündür. Bu konuda dogmatik bir tavır almak Marksistler açısından bütünüyle anlamsızdır. Ama bugünkü somut koşullarda bu henüz gerçekleşmiş bir şey değildir. Kapitalist bir ülkenin emperyalist olması, emperyalizmin bütün özelliklerine sahip olmanın yanı sıra, dünyanın bütünü ölçeğinde iddiası olması anlamına gelir. Aksi takdirde “yükselmekte olan ülkeler” diye anılan bütün ülkeler (bu arada Türkiye) de emperyalist kategorisine dâhil edilecektir. Kendi coğrafi çevrelerinde (ve Çin’in durumunda Afrika’da) nüfuz sahibi olma yönünde attıkları büyük adımlara rağmen, dünya çapında bir paylaşım iddiasına girecek duruma gelmemiş olmaları, başka her şey bir yana bırakılsa bile, bu iki ülkenin henüz emperyalist olarak anılamayacağını gösterir. Bu, ABD-Çin ve ABD-Rusya gerilimleri söz konusu olduğunda devrimci Marksistlerin simetrik bir tavır takınmaktan ve, nihai olarak, bir savaş çıktığı takdirde her iki tarafta da “devrimci bozgunculuk” savunmaktan kaçınması, emperyalizmin yenilgisi için mücadele etmesi anlamına gelir. Ukrayna olayları karşısında Batı’nın sol akımlarının ve özgül olarak devrimci Marksist akımlarının NATO solculuğuna dönüşen yüz kızartıcı bir politika izlemiş olması, bu meselelerde berraklığın ne kadar önemli olduğunu ortaya koymuştur. Bugün ABD’nin AB ve Japonya’yı (ayrıca Asya’da Hindistan gibi dev güçleri) yanına alarak Rusya ve Çin’i kuşatma politikasına “Rus emperyalizmi” veya “Çin emperyalizmi” gibi bulanık kavramlardan söz ederek karşı çıkmaktan kaçınmak, günün belirleyici anti-emperyalist görevini yerine getirmekten kaçınmak demektir.
11. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, II. Kongremizin içinde yer aldığı dünya durumuna Arap devrimi başta olmak üzere dünya çapındaki kitle mücadeleleri dalgasının yükselişi damga vuruyordu. Dünya devrimi dalgası 2013 Haziran ayında doruğuna çıkmış, sonra Mısır devriminin Bonapartizme yenik düşmesi ertesinde gerilemeye başlamıştır. Mısır ve Tunus devrimlerinin bugün geldiği yer farklıdır. Mısır devrimi yenilgiye uğramıştır. Karşı devrim büyük ölçüde kazanmıştır. Üstelik bu yenilgide devrimin küçük burjuva önderliği (Ulusal Selamet Cephesi) aktif rol oynamış, 30 milyonun ayaklanmasını kendi yönetmeye çalışmak yerine Bonapart el Sisi’ye iktidarı altın tepsi içinde sunmuştur. Tunus’ta ise devrimin siyasi ayağı kurtarılmıştır: yani baskıcı bir kişisel diktatörlük (otokrasi) yerine işçi sınıfı için önem taşıyan burjuva demokratik hakları içeren bir rejim kurulmuştur. Ama bunun maliyeti AB’nin Tunus’u yeniden avucunun içine alması olmuştur. Aslında Mısır ile Tunus arasındaki fark neredeyse karşı devrimin ardındaki gücün karakterinin farkından ibarettir. Mısır’da Suudi Arabistan ancak kendisi gibi despot bir rejime izin verebilirdi. Tunus’ta ise AB parlamenter demokrasi kurulmasına razı olmak zorunda idi. Biz bu devrimleri bekleyen bu tehlikeleri (ve bugün tasfiye edilmiş görünen, devrimin İslamcıların hegemonyası altına girmesi tehlikesini) daha ilk günden öngörmüştük. Ayrıca, Türk solunun TKP ya da ÖDP gibi odakları 30 Haziran ayaklanması İslamcı bir yönetime karşı olduğu için Mısır’ın bir devrim yaşadığını yeni keşfedip bu kargaşada (İşçi Partisi ve Yalçın Küçük’le paralel biçimde) Bonapartist rejimi ve giderek karşı devrimi alkışlar duruma düşmüşken, biz yine ilk günden rejimin Bonapartist karakterini ve karşı devrim potansiyelini teşhir etmeye başlamıştık. Mısır ve Tunus deneyimleri, farklı biçimler altında, devrimci Marksizmin devrimler konusundaki temel önermesini doğruluyor: Proletaryanın devrimci bir partisi olmaksızın devrimler ne denli güçlü bir toplumsal dinamiğin ürünü olsa da zafere ulaşamaz. Mısır ve Tunus devrimlerinin soluklarını yitirmesi, öteki ülkelerde de hareketin başına geçmeyi başarabilecek kapasitede bir önderliğin henüz mevcut olmaması, zaten yalpalamakta olan kitle mücadelelerinin moral bozukluğuna uğrayarak şimdilik geri çekilmesinde önemli bir etki yaratmıştır. “Şimdilik” dememizin nedeni, her iki devrimin de kendi önüne koymuş olduğu sosyal sorunun, sınıf sorununun çözümü için hiçbir adım atmamış olmasıdır. Buna karşılık, devrim sonrası burjuva hükümetleri de devrim korkusu dolayısıyla burjuvazi açısından gerekli olan kemer sıkma politikalarını dayatmaktan bugüne kadar kaçınmıştır. Gelecek, bu bakımdan, Arap devriminin tıkanmış olan ilk evresinden daha proleter, daha emekçi bir karaktere doğru açılacaktır.
12. 2011-13 devrimci dalgasının geri çekilişini iyi kavramak gerekiyor. Trotskiy’in Lenin’den Sonra Üçüncü Enternasyonal’de ve başka yerlerde geliştirdiği “gelgitli gelişme” (Trotskiy “spazmodik” kelimesini kullanıyor, bunun Türkçe karşılığı “ihtilaçlı” ya da “kasınçlı” gibi ağdalı kelimelerle ifade ediliyor) kavramı burada anahtardır. Trotskiy tam da büyük kriz dönemlerinde kapitalist toplumun genel hareketinin her gelişmenin kısa süre içinde tersine dönüşmesi biçiminde şaşkınlık verecek bir seyir izlediğini belirtir. (Borsa dilinde buna “volatilite” deniyor.) Dikkat edilecek olursa bugün devrimci dalgadaki gerileme (örneğin 1933 sonrasında Avrupa’da olduğu gibi) dünya çapında bir yenilgi anlamını taşımıyor. Üçüncü Dünya Devrimi teşhisinin yanlış olduğunu düşünmek için hiçbir neden yoktur. Bu yükselişin ardındaki dinamikler güçlenerek sürüyor. Yükselişin kendisi ise kendini şimdilik esas olarak parlamenter politika düzeyinde ifade etmeye devam ediyor. Yunanistan’da Syriza’nın yükselişi sürerken İspanya’da Meydanlar Hareketi’nin parlamenter ifadesi olan Podemos patlayıcı bir gelişme gösteriyor. Arjantin’de ise FIT’in ve en başta kardeş partimiz PO’nun her geçen gün güç kazanması doğrudan devrimci bir potansiyele işaret ediyor. Ama Üçüncü Dünya Devrimi’nin 2011-13 evresi kapanmıştır. Şimdi yeni atılımın nerede nasıl ortaya çıkacağını dikkatle izlemek gerekiyor. Türkiye-Kürdistan coğrafyası bu yeni evrede önemli bir rol üstlenmeye adaydır.