31 Ocak-1 Şubat direnişi ve asistanların emek mücadelesi
1 Şubat sabahı üniversite asistanları Türkiye mücadeleler tarihine geçmişti bile. İlk defa YÖK’ün önü tüm bir gece boyunca zaptedilmişti. Üstelik yaptığımız eylem alışıldık bir protesto değil işten atılan asistanların geri dönüşünü amaçlayan, hak almaya odaklanmış bir eylemdi. Bu önemli eylem hedefine kısmi de olsa ulaştı. YÖK, atılan asistanların çoğunluğunun geri dönüşüne imkân sağlayan bir düzenleme yapılacağını açıklamak zorunda kaldı. Bir kez daha hak almada birliğin, mücadelenin, örgütlülüğün ve dayanışmanın tek yol olduğu kanıtlandı.
Evet, ilk defa böyle bir eylem yapılıyordu YÖK’ün önünde ama aslında işçi sınıfının iki yüz elli yıldır yaptığı şeyleri tekrarlıyorduk sadece. Ortak menfaatlerimiz etrafında birleştik. Örgütlüydük, sendikamız Eğitim-Sen beslenmeden ısınmaya kadar tüm lojistik sorunları halleden adresti. Taleplerimizi ortaya koyduk, arkasında durduk. Gerektiğinde sert yaptık. Güvendiğimiz tek şey birlikteliğimizdi ve tabii ki haklılığımız. Bir şey olsa kol kola girip direnecektik. Ama bunun daha büyük bir direnişi tetikleyeceğini de biliyorduk. En önemlisi bunu onlar da biliyordu. Çadır kurma kararımızı duyurduğumuzda süresiz nöbet için İstanbul’dan asistanlar arasında girişimler başlamıştı bile.
Tüm gün hep birlikte haykırdık: “zafer direnen emekçinin olacak”tı. Her şeyi ile emekçiler olarak bir emek mücadelesi verdik. Kimse gocunmasın ama biz bunları profesörlerden, doçentlerden, akademiden öğrenmedik.
Biz daha eylemin ilk açıklamasında açıkça söylemiştik: “bize burslu öğrenci diyenler yanılıyor, biz üniversitenin emekçileriyiz, öğrenci olacaksak Sinter işgalcilerinin, Daiyang grevcilerinin, Şişecam ve THY direnişçilerinin, nihayet Tekel işçilerinin öğrencisi olmaktan gurur duyarız” demiştik. Bu bir gerçektir. 2008-2009’da kriz günlerinde fabrikasını işgal eden Sinter işçilerinden esinlenmiş, üniversitemizi terk etmeme eylemi yapmıştık. Arkadaşlarımızın atılma kararını rektörlük binasının içinde karşılamış arkadaşlarımızı geri alıp çıkmıştık. Ankara’nın sabahında da valilik bize “Tekel işçilerinden sonra çadır bizim kırmızı çizgimiz izin vermeyiz” diyerek aynı gerçeği hatırlatıyordu. Sonra dışarıda sabahlanan karlı gecenin ardından YÖK sizle görüşmüyoruz deyince “biz de o zaman çadırları kuruyoruz” deyip kendi kırmızı çizgilerimizi ortaya koyuyorduk. Bu kararımızı iletmemizin hemen ardından YÖK’ten görüşme yapılacağı açıklamasının gelmesi Tekel işçilerinin direnişinin hatırasının bile ne kadar etkili olduğunu gösteriyordu.
Üniversitenin profesöryasını kafa kola almaya alışmış YÖK, üniversitenin proletaryasını karşısında gördüğünde geri adım atıyor ve atılan asistanlar geri alınacak diyordu. Zafer değil elbette. Sadece kazanım hatta kısmi (yüksek lisanlar bu kararın dışında bırakıldı ve nispeten güvenceli 33a kadrolarına geçiş tehlikeli bir belirsizlik içine sokuldu) bir kazanım. Ama yine de kazanım. YÖK çalıştaylarındaki masalarda, Zaman gazetesinin “ortak akıl toplantıları”nda, salonlarda kesilen ahkamlarla asla elde edilemeyecek bir kazanım.
Kazanım kısmi, bunu ifade ettik. Hatta eylemi bitirirken YÖK kaşıkla verdiğini kepçeyle almaya çalışırsa karşısında yine bizi bulacaktır dedik. Çünkü biliyoruz ki bunu yapmaya çalışacaklar. Çünkü sadece geri adım attılar, programlarını değiştirmediler. Üniversite A.Ş. istiyorlar ve en büyük engel olarak iş güvencesini görüyorlar ve iş güvencesi adına ne varsa yok etmek niyetindeler. Arkadaşlarınızı şimdi geri alıyoruz ama sonra hepinizi atacağız diyecekler. Asistanları atarak, öğretim üyelerini yüksek ücret vaadiyle satın alarak sözleşmeli statüyü üniversiteye hakim kılacaklar. Hazırladıkları taslakta bu niyetlerini açıkça gösterdiler.
Biz de onlara hodri meydan dedik çoktan. Kayıtsız ve şartsız iş güvencesini savunacağız. “Ama üniversite farklı bir yer öyle her giren hep kalacak diye bir şey yok, akademik bir tavırla yaklaşmak gerek” diyenler üniversiteyi kurtaracak parlak fikirlerini kendilerine saklasınlar. Güvenceli kadrolarda olup da YÖK’ün, rektörün, patronun, hükümetin karşısında el pençe divan duranları (sağcısıyla-solcusuyla) gördükten sonra iş güvencesine daha da sıkı sarılırız biz. Sadece ekmeğimiz için değil en önemlisi de özgürlüğümüz için. Ne de olsa tarihi azıcık bilen herkes özgürlüklerin profesöryanın ahkamlarıyla değil proletaryanın mücadelesiyle kazanıldığını bilir. Bu yüzden üniversitede hakkını mücadeleyle almaya yönelmiş olanlar tek ses olup “iş güvencesi olmadan akademik özgürlük olmaz” diyecektir.
Bu yazı Gerçek Gazetesi'nin Şubat 2013 tarihli 40. sayısında yayınlanmıştır.