Yunan Trajedisi, Perde II
20 Eylül seçimi ile birlikte Yunanistan’da eskisinden farklı karakterde yeni bir dönem açılmış bulunuyor. Bundan tam üç ay önce Syriza’nın balayı dönemi sona erdiğinde, 25 Ocak seçimlerinin beşinci ayı dolar dolmaz Yunan ekonomisi tepetaklak olup bankalar kapatıldığında, “Yunan Trajedisi, Perde I” başlıklı bir yazı yazmış, dünya ve Türkiye’deki Syriza yandaşlarının senaryosunu yazdığı komedinin bittiğini, Yunan trajedisinin başladığını belirtmiştik. O yazıda, “Selanik Programı” denen peri masalının ekonominin altüst olmasıyla sonuçlanacağını 25 Ocak seçimlerinden önce yazmış olduğumuzu hatırlatıyor, bu aşamadan sonra Yunanistan’da daha birçok altüst oluş yaşanacağını ifade ediyorduk. Yazının başlığındaki “Perde I” de bundandı. Şimdi 20 Eylül seçimleri yapıldıktan sonra oyunun İkinci Perdesi açılmış bulunuyor.
Halkın ilk büyük yenilgisi
20 Eylül seçimlerinin anlamını iyi kavramak gerekiyor. Görünürde 20 Eylül hem sandıkta, hem de seçim sonucunda oluşan hükümet bakımından sanki 25 Ocak seçiminin ikinci baskısı gibi. Ama 25 Ocak sadece Syriza ve lideri Çipras için bir siyasi zafer değildi; işçi sınıfı ve halk için AB burjuvazisi karşısında 2011’den beri vermekte olduğu sınıf mücadelesinde bir zaferdi. 20 Eylül ise Çipras ve Syriza için ikinci bir siyasi zaferdir; ama işçi sınıfı ve halk için AB emperyalist burjuvazisi karşısında muazzam bir yenilgi. Bu ayrımı yapmayan politika yapmaktan da, yazmaktan da istifa etsin!
Neden yapıyoruz bu ayrımı? Çünkü 25 Ocak’ta Yunan işçi sınıfı ve emekçileri 2011’den o ana dek 14 genel grevle, büyük sokak eylemleriyle, sosyalist kökenden gelen sola tarihte az görülen bir süratle desteğini arttırarak sonunda sandıkta AB’nin kemer sıkma programını yenilgiye uğratmıştı. Peki, 20 Eylül’de ne yaptı? AB’nin Temmuz ayında (üstelik 5 Temmuz referandumunda kemer sıkmaya karşı yüzde 62’lik bir “hayır” oyundan sadece bir hafta sonra) dayattığı, ilk iki kemer sıkma paketinden de daha ağır koşullar içeren ve bir Düyun-u Umumiye idaresi yaratan, Yunanistan’ı bir yarı-sömürge haline getiren Üçüncü Memorandum’u uygulayacağını beyan etmiş olan bir partiyi yeniden seçti! Yani “kemer sıkmaya evet” demiş oldu! 25 Ocak seçimleri ile 5 Temmuz referandumu, Yunan halkının kemer sıkmaya “hayır” demesi anlamını taşıyor, 20 Eylül ise istemese bile, ikna olmuş olmasa bile, “evet” demesi anlamını. Fark daha çarpıcı olabilir mi?
Çipras liderliğindeki Syriza, ayağa kalkmış mücadele etmekte olan bir halkı suskun ve küskün bir halk haline getirme yolunda büyük bir adım atmıştır. Syriza taraftarları bayram etsinler! “Ne etti la bu Syriza size!” diye soradursunlar. Bu soruyu bizim gibilere sormadan önce, Syriza ve Çipras’ın Yunan halkına ne ettiğini bir sorsalar ve nesnel bir cevap verseler daha iyi ederler! Bugüne kadar Yunan halkı AB’nin kemer sıkma taarruzu dolayısıyla yoksullaşan ve sefalete düşmekte olan bir halktı, ama umudu vardı. Şimdi umudu kalmamıştır. Daha ne olsun?
Daha bu aşamada belirtelim: Bizim sorunumuz, Syriza’ya başlangıçta umut bağlayanlarla değil. Hepimiz yanlış yapabiliriz. Eğer pratik yanıldığımızı gösterdiğinde doğruyu görüyor ve yanlışımızda inat etmiyorsak, bütün mesele gelecekte benzer yanlışları tekrarlamamakta düğümlenir. Bizim sorunumuz, yanlışları ortaya çıktıktan sonra inat edenlerledir. Syriza’nın ihanetini savunmakla gelecekte bu tür ihanetleri kendilerinin de yapabileceğini ortaya koyanlarladır.
Öngörülebilir bir yenilgi
20 Eylül seçimlerinde Syriza’nın oy oranının neredeyse 25 Ocak’la aynı kalması birçoklarına şaşırtıcı gelmiş olabilir. Bir parti vaatlerine bu kadar aykırı bir politika izleyince halk ondan neden yüz çevirmesin diye düşünmek mümkün çünkü. Bazıları da daha ileri gidip “siz ihanet diyorsunuz, ama bakın halk nasıl hâlâ Çipras’ı destekliyor” diye seçim sonuçlarını bizim aleyhimize kullanmaya çalışabilir. İlki iyi niyetli ama siyasetin zorluklarını kavrayamayan bir tutumdur. İkincisi, ihanete kulp bulmaya çalışanların sarılabilecekleri son ve çürük bir argüman.
Syriza’nın seçimleri kazanması en büyük olasılıktı. Bunu şimdi söylemiyoruz. Seçimden önce, Gerçek gazetesinin Eylül başında çıkan sayısında söylüyordu Devrimci İşçi Partisi:
Şimdi soru, seçimde halkın nasıl bir tutum benimseyeceğidir. Syriza’nın seçimleri kazanması ve Çipras’ın bir koalisyon hükümeti temelinde yeniden başbakan olması ciddi bir ihtimaldir. Çünkü halkın bütün politik kavrayışı paramparça olmuştur. Çipras halkın başını döndürecek kadar zikzak dolu bir hat izlemiş, bir simyacı edasıyla “hayır”ı “evet”e dönüştürmüş, en önemlisi kemer sıkmanın “kaçınılmazlığı” duygusunu kitlelere aşılamıştır. Bu yüzden halkın birdenbire Çipras’a sırt çevirmesi düşük olasılıktır (http://gercekgazetesi.net/uluslararasi/yunanistanda-secim-syrizada-bolunme, vurgu sonradan).
Seçim konusundaki bütün haberler halkın şaşkınlık, demoralizasyon ve umutsuzluk içinde olduğunu ortaya koyuyordu. Yerli ve yabancı bütün medyada ilk ifade edilen şey buydu. Bunun da ötesinde Yunan seçimlerinin hemen ertesinde Gerçek sitesinde yayınlanan yazının vurguladığı bir nokta, meselenin tam da bu olduğunu rakamlarla kanıtlıyor:
Seçimde üçüncü ve dördüncü gelen partiler ise geleceğin tehditlerle dolu olduğunu gösteriyor. Üçüncü parti, herkesin bildiği gibi, açıkça Nazi bir parti olan Altın Şafak. Oysa bu yanlış. Üçüncü parti umutsuzluğun partisi. Seçimlere katılım oranı muhtemelen tarihi bir rekor kırarak yüzde 56’ya düştü bu seçimlerde. Oysa, Yunanistan’da oy kullanmanın zorunlu olması bir yana, katılım oranları geleneksel olarak hep yüksek olmuştur. Yukarıdaki grafikte de görüldüğü gibi, Albaylar Cuntası’nın yıkıldığı 1974 yılından, yaklaşık 20. yüzyılın sonuna kadar yüzde 80 dolaylarında dolaşmış, 2009’a kadar da yüzde 70’in epeyce üzerinde olmuştur. 2015 Ocak seçimlerinde oy kullanan 1,2 milyon insan bu seçimlerde oy kullanmamıştır! (6,3 milyondan 5,1 milyona düşüş.) Altın Şafak’ın bu seçimlerde 350 bin oy aldığını göz önüne alırsak, siyasi sistemden umudunu keserek sandığa sırtını çeviren seçmenin üçüncü parti konumunda olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Bizim yukarıdaki ilk alıntıda aktardığımız teşhis, yani “halkın bütün politik kavrayışının paramparça olmuş” olması, sadece seçimlerde kullanılacak oy ile sınırlı olmamıştır. Temmuz ayında Üçüncü Memorandum kabul edildiğinde düzenlenen protesto eylemlerinin zayıflığının açıklanmasında da ifade ettiğimiz bir meseleydi. Bir bakıma bu daha da önemlidir. Çünkü seçim karmaşık hesaplarla oy kullanılan bir durumdur. Ama kemer sıkma, Memorandum’lar halkın yıllardır karşı çıktığı yalın bir konudur. Temmuz sonunda Atina’da bulunurken katıldığımız bir protesto eyleminin sönük geçmesini açıklayan çeşitli faktörlerin başında şunu yazmıştık:
… kitlelerin şaşkınlık ve moral bozukluğu içinde olması. Çipras müthiş kafa karıştıran bir yol izledi. Önce 5 Temmuz’da düzenlediği referandum, kendisi öyle öngörmüş olsa da olmasa da, yüzde 62’lik “Oxi” oyuyla kitlelerde büyük bir zafer duygusuna yol açtı. Ama ondan sadece üç gün sonra Çipras’ın teslimiyetçi bir paket açıklaması ve bir hafta sonra 12 Temmuz toplantısında avro grubu zirvesinin çok daha ağır, neredeyse ülkeyi yarı sömürge konumuna sürükleyen bir anlaşma dayatması, kitleyi şaşkına çevirdi (http://gercekgazetesi.net/uluslararasi/atina-guncesi-2-atinada-kemer-sikma-paketine-yine-protesto, vurgu sonradan.)
Peki, halkın bu duruma düşmesine şaşırmak gerekir mi? Hayır. Bakın 25 Ocak seçimlerinin öncesinde yazdığımız “Syriza tartışmasının anlamı ne?” başlıklı yazıda bu anlamı nasıl açıklamışız:
Yalın anlatalım. Syriza iktidara geçip lideri Aleksis Çipras’ta cisimleşen hâkim reformist kanadın benimsediği politikaları izlerse iki şeyden biri olur: Ya Syriza zamanla bütün vaatlerini terk ederek AB finans kapitaliyle anlaşır, halkın bütün umutlarının tuzla buz olmasına yol açar, mücadele kapasitesini yerle bir eder; ya da kendi içindeki çelişkilerin ve Yunanistan’ın ekonomik durumunun vahametinin de etkisiyle kısmi, yarım yamalak, tutarsız birtakım iyileştirmelere girişir, ekonomi altüst olur, bunun sonucunda Altın Şafak denen faşist örgütün derin devletle ilişkisi içinde güçlenmesine ve faşizmin Yunanistan’da gerçek bir tehlike haline gelmesine yol açar. Syriza tartışması biz soyut devrimci hülyalar peşinde koştuğumuz için değil, devrimci politikanın alternatiflerinin bu tür vahim sonuçlar olduğu için önemlidir. (http://gercekgazetesi.net/uluslararasi/syriza-tartismasinin-anlami-ne, vurgu sonradan.)
Peki, biz bunu nasıl öngörebiliyorduk? Tarihsel deneyimden, deneyimin Marksist analizinden. Aynı yazıda yukarıdaki iki olasılığı “Brezilya senaryosu” ve “Şili senaryosu” olarak niteleyerek açıyorduk. Şimdi üzerinde konuştuğumuz durum “Brezilya senaryosu”dur. O yazıdan okuyalım:
Bu durumun daha on yıl önce yaşanmış bir örneği var üstelik! Brezilya’da bir çeyrek yüzyıl boyunca mücadeleci bir işçi sınıfı ve halkın dinamizmi üzerinde sosyalizm vaat ederek yükselen İşçi Partisi’nin (PT) önderi Lula, 2002’de iktidara gelip ülkenin burjuvazisinin çıkarlarını kucaklayınca, bütün kitle dinamizmi duraladı, çeyrek yüzyıl boyunca inşa edilmiş bütün mücadele kanalları felç oldu. Bu yüzdendir ki, 2013’te bizim Gezi isyanından hemen sonra başlayan ve 600 kente yayılan dev halk isyanı geride en ufak bir iz bırakmaksızın eridi gitti, Lula’nın halefi Dilma Roussef yeniden seçildi. Brezilya solu ve toplumsal muhalefeti şimdi 2002 öncesindeki hareketin gölgesi bile olamaz! (http://gercekgazetesi.net/uluslararasi/syriza-tartismasinin-anlami-ne, vurgu sonradan.)
Bütün bunları neden anlatıyoruz? Çok basit bir nedeni var. Dünya solunun da Türkiye solunun da büyük bölümü gerçeklerden ders çıkarmamakta ısrar ediyor. Oysa deneyime gözünü kapatan kendini felaketlere hazırlıksız bırakıyor demektir. Yunan trajedisinin ikinci perdesi öngörülebilirdi. Ama Yunan solunun da, dünya solunun da, Türkiye solunun da büyük çoğunluğu koşa koşa gitti felakete!
Ya Şili senaryosu?
Demek ki, ikinci perdenin temel özelliği bir büyük yenilgi ile başlıyor olması, bunun arkasında halkın şaşkınlığı ve demoralizasyonunun yattığıdır. Ama bir başka özelliğin daha altını çizmek gerekiyor: Bugün ortaya çıkan durum geçici bir soluklanma anıdır. Bir bakıma krizin bir sonucu, öteki olası sonucundan soyutlanmış bir biçimde ortaya çıkmıştır. Bundan sonra muhtemeldir ki siyasi güç dengeleri değişecek ve Yunanistan daha sarsıntılı gelişme yollarına girecektir.
Bir ülkenin emekçi halkının üzerine bu kadar çok gelinirse ve o halk bu taarruza karşı yıllarca mücadele etmişse, bir ilk şaşkınlık ve umutsuzluk duygusundan sonra mutlaka başka yollar arayacaktır. Şimdi, emeklilik yaşının yükseltilmesinden tarımda küçük çiftçiye uygulanan verginin iki katına yükseltilmesine, özelleştirme dalgasından kimi işkollarında çıkarları geleneksel olarak korunmuş esnafa yapılacak taarruza, Memorandum’un öngördüğü nice uygulama başladığında, işsizlik, yoksulluk ve sefalet arttıkça halkta tepki yeniden büyüyecektir. Bu tepki bu sefer kendini Çipras liderliğindeki bir Syriza aracılığıyla ifade edemeyeceğine göre, kendine başka kanallar arayacaktır. İki kanal mümkündür: Birincisi Syriza’nın solundaki sosyalist akımlar; ikincisi ise Altın Şafak faşizmi. 20 Eylül seçimlerinde Yunanistan Komünist Partisi’nin oy oranı sabit kalırken (her ikisinde de tam tamına yüzde 5,5), Syriza’dan kopan kanadın Halk Birliği yüzde 2,9, Andarsya-EEK ittifakı ise yüzde 0,9 oy almıştır. Yüzde 3 barajı dolayısıyla ne Halk Birliği, ne Andarsya-EEK ittifakı meclise temsilci gönderememiştir. Demek ki Syriza’nın solu henüz halkın muhalefetini kanalize etme başarısını gösterememiştir. Ama bu, durum hep böyle kalacak demek değildir. Altın Şafak ise oyunu yüzde 6,3’ten yüzde 7’ye çıkarmıştır çıkarmasına, ama mutlak oy sayısı açısından oy bile yitirmiştir. Yani yerinde saymıştır. Ama bu, durum hep böyle kalacak demek değildir.
Bugün sanki siyasi gelişme donmuş gibi duruyor. Ama yukarıda sözü edilen dinamikler işlemeye başlarsa Yunanistan çok farklı bir yer haline gelebilir. Hepsi şimdiden öngörülemeyecek çeşitli koşullar bu gelişmelerin yolunu açabilir. Solda bir yeniden kümelenme, bir kıpırtı yaratabilir. Ama itiraf etmek gerekir ki bu, çok daha düşük bir olasılıktır. Esas değişim Altın Şafak’tan gelebilir. Büyük göçmen/mülteci dalgasından en çok etkilenen toplumlardan biri olan Yunanistan’da bir süre sonra şimdiki atmosfer tersine dönebilir, halk ırkçı eğilimlere yüzünü dönerse Altın Şafak bundan büyük yarar elde edebilir. Fransa’da Aralık ayında yapılacak bölge seçimlerinde Marine Le Pen önderliğindeki ön-faşist (proto-faşist) Front National (Ulusal Cephe) güçlü bir zafer elde ederse bu Yunanistan faşistlerini canlandırabilir. Bütün somut olasılıkları saymak yerine şu sonuca ulaşalım: Yunanistan toplumu gibi, yıllardır kanayan ve kaynayan bir toplumda tepkilerin, soldan fayda görmeyince faşizme doğru kayması olasılığı ciddidir. Küçük burjuvazide, işsizler arasında, lumpen burjuvazide, hatta örgütsüz işçiler arasında Altın Şafak güçlenebilir.
İşte bu, bizim yukarıda sözünü ettiğimiz Şili senaryosunun gündeme gelmesi anlamını taşır. O senaryonun tarihsel öncülünü 25 Ocak seçimlerinden önceki yazımızda şöyle özetlemiştik, tekrarlıyoruz:
Çok kısaca özetlenecek olursa, Şili’de 1970 yılında Halk Birliği adındaki sol ittifakın adayı Salvador Allende’nin devlet başkanı seçilmesinden sonra işçi sınıfı ve yoksul köylülüğün mücadelesi muazzam bir yükseliş göstermiş, doğan devrimci krizde Halk Birliği iktidarın sınıf karakterini değiştirecek devrimci adımlar atmayınca, 1973 yılında ABD’nin desteklediği Şili burjuvazisi orduyu devreye sokarak general Augusto Pinochet’in liderliğinde bir cunta aracılığıyla kitleleri ezmiş, cunta genellikle verilen sayılara göre yaklaşık 30 bin insanı öldürmüş, ülkeyi “istikrar”a kavuşturmuştur. (http://gercekgazetesi.net/uluslararasi/syriza-tartismasinin-anlami-ne.)
Doğrudur, Yunanistan’da, en azından kısa vadede, o dönem Şili’sinde olan türden bir devrimci kriz doğması olasılığı düşüktür. Ama ağır bir ekonomik kriz bazen siyasi bir krizin yerini tutabilir. Yani Lula Brezilya’sından farklı olarak, bize öyle geliyor ki Yunanistan’da Syriza’nın faturası daha yüksek olma potansiyelini hâlâ taşıyor.
Buradan nereye?
Öyle görünüyor ki, kısa vadede Yunan işçi sınıfının ve emekçilerinin siyasi alanda bir atılımdan bekleyebileceği fazla bir şey yoktur. Evet, Syriza’nın solunda bir yeniden kümelenme gerçekleşebilir. KKE’nin sekter politikası onu bir umut olmaktan zaten çıkartmıştır. Ama onun dışında ciddi bir hareketlenme dışlanamaz. Yine de bunun çok sancılı ve ağır olacağını öngörmek yanlış olmaz. Muhtemelen bir süre yeni bir genel seçim yapılmayacaktır. Dolayısıyla, parlamentonun bileşimi ancak Syriza içinde yeni krizler çıkarsa değişir. Çipras’ın muhtemelen kendi eliyle seçtiği milletvekillerinden böyle bir “kazan kaldırma” beklemek de çok gerçekçi olmasa gerek.
Demek ki Yunan işçi sınıfı ve halkının kaderi, Üçüncü Memorandum’un sınıf saldırısının somut uygulamalarında ortaya çıkabilecek toplumsal mücadelelerin varlığı veya yokluğu ile belirlenecektir. Öyleyse, şimdi devrimciler ve sosyalistler için ağırlık merkezi dar anlamda siyasi alandan fabrikaya, işyerine, okula ve mahalleye kaymış bulunuyor. Ancak Yunan işçi sınıfı ve emekçileri, şimdilik hâkim ruh durumu olan umutsuzluğa rağmen, işyerlerini, işlerini ve kazanımlarını korumak için mücadelelere atılacak cüreti gösterebilirse, kendilerini yanlış yola sevk eden nice turfa müneccime inat yeniden kendi geleceklerini kendi ellerine almış olurlar.
Ama bu, Syriza sayesinde değil, Syriza’ya rağmen ve ona karşı olacaktır.