Yaklaşan tehlike

2008 yılındaki küresel finansal krizden bu yana dünya kapitalizminin büyük bir depresyonun etkisinde aşağı doğru ilerlemekte olduğunu bu köşede sıkça vurguladık. Bu tespitimizin önemli bir sonucu, uluslararası burjuvazinin kârlı üretim koşullarını sağlayamadığı ve ekonomik krizi çözemediği ölçüde daha saldırgan politikalara yöneleceğiydi. Aradan geçen bunca yıla rağmen ortada sermaye birikimini canlandırmaya dönük bir çözümün olmadığı anlaşılıyor. Daha doğrusu çözüm yolu olarak izlenen - bir yandan kamu kaynaklarından patronlara bolca para akıtma, diğer yandan “kemer sıkma” önlemleri ile emekçileri daha fazla sömürme - politikaların sorunu ortadan kaldırmaktan çok, daha da derinleştirdiği görülüyor. Dünya ekonomisi ve ticareti her yıl daha yavaş büyüyor, Avrupa ekonomilerinin çoğu krizden çıkabilmiş değil, Japonya zaten uzunca bir süredir durgunluk içinde, umut olarak görülen gelişmekte olan ülkelerde büyüme hızla yavaşlıyor, Çin ise birçok sektördeki aşırı kapasite nedeniyle bir aşırı birikim krizine doğru hızla ilerliyor. 

Dünya ekonomisinde dağılmayan bu kara bulutlar bir yandan uluslararası burjuvaziyi tedirgin ediyor, bir yandan da  “gemisini kurtaran kaptan” yaklaşımı izlenen politikalara damgasını vuruyor. Bu yaklaşımın en önde gelen temsilcisi hiç kuşku yok Trump. Geçtiğimiz günlerdeki IMF toplantısından G-7 zirvesine kadar emperyalist devletlerin en kritik toplantılarında Trump’ın sergilediği ayrıştırıcı (Karadağ devlet başkanını iteleyerek öne geçmesinde çarpıcı bir şekilde ifadesini bulan) tutumun elbette onun kendini bilmez kişiliğiyle, kendi çevresine topladığı politik kesimlerle ilişkisi vardır. Ancak bizim özellikle vurgulamak istediğimiz, Trump’ın esas yönelişinin “Önce Amerika” sloganı etrafında ABD burjuvazisinin uzun dönemli çıkarlarını savunma çabası olduğudur. Kendisinin NATO ve G-7 toplantılarında gösterdiği “her koyun kendi bacağından asılır” tavrının arkasında yatan gerçek kaygıları anlamak bakımından twitter hesabından yazdığı (“Almanya'yla çok büyük bir ticaret açığımız var. Ayrıca NATO ve orduya harcamaları gerekenden çok daha azını harcıyorlar. ABD için çok kötü. Bu değişecek”) ya da Avrupalı politikacılarla yaptığı toplantıda Almanya için söylediği (“ABD’de sattıkları şu milyonlarca otomobile bakın. Korkunç. Bunu durduracağız”)  ifadeleri oldukça anlamlı. 

Bu tavrın başta Alman olmak üzere Avrupa burjuvazisi ile arasının daha da açılmasına yol açmakla kalmayıp, korumacılığa ve ticaret savaşlarına yönelme eğilimini güçlendiren sonuçlar doğurduğu ise açık. G-7 zirvesinden hemen sonra Almanya başbakanı Merkel’in Avrupa’nın artık tam anlamıyla ABD ve İngiltere’ye güvenemeyeceği vurgusundan sonra kullandığı, “diğerlerine tam bağımlı olduğumuz zamanlar, belirli bir oranda sona erdi. Son birkaç günde bunu deneyimledim. Ama Avrupalılar olarak kaderimizi gerçekten de kendi elimize almak zorunda olduğumuzu da biliyoruz” ifadesi, bu zirvenin emperyalistler arası gerilim ve çelişkilerin keskinleşmesi ve Batı ittifakında kolay kolay onarılamayacak bir çatlak yaratması bakımından adeta bir dönüm noktası olduğu anlamına geliyor. New York Times gazetesine açıklama yapan ABD'nin eski NATO Büyükelçisi’nin “ABD'nin öncülük ettiği ve Avrupa'nın bunu takip ettiği dönemin sonuna gelinmiş gibi görünüyor” şeklindeki görüşü bu bakımdan önemli.  

Kapitalist üretim ilişkilerinin krize girdiği dönemlerde burjuva dünyasının “demokrasi” makyajı akar, gerçek bencil ve barbar yüzü bütün çıplaklığıyla ortaya çıkar, burjuvaziden “ortaklaşa” bir çözüm beklemek tümüyle imkânsız hale gelir. Kimse dünya kapitalizminin içine girmiş olduğu yeni “soğuk savaş dönemi” için yaptığımız bu tespitlerin Türkiye kapitalizmi için geçerli olmadığını sanmasın. Türkiye işçi hareketi ve emekçileri hem dünya ölçeğinde dolaylı olarak, hem de ülkede yaşanan istibdat rejiminin baskısı altında doğrudan, bu yaşanan gerilimlerin bedelini en ağır şekilde ödeme tehdidi ile karşı karşıyadır. Bu tehdidi iyi kavrayalım ki bizler de emekçiler olarak “kaderimizi kendi elimize almak” bakımından bir an evvel nasıl birlikte mücadele edeceğimizi bilelim. 

Bu vesileyle merak ettiğimiz bir soruyu da sormuş olalım: Sahi sol basınımızın çoğunda, bir üçüncü dünya savaşı olasılığının her geçen gün artmakta olduğuna ve işçi hareketinin dikkate alması gereken ciddi bir tehdit olduğuna dair kaç yazı okudunuz son yıllarda, son aylarda? Tabii AB’ye “insan hakları ve demokrasi” timsali bir çekim merkezi olarak bakan yazılardan fırsat kalmıyor. Ben çoğu sol çevrelerdeki bu “ilgisizliğin” de ayrı bir mesele olarak ele alınması gerektiğini düşünüyorum. Bilindik bir sözdür: Bir şeyin adın(ı koymak)dan duyulan endişe sadece o şeyin kendisinden duyulan endişeyi artırır.

Bu yazı Gerçek gazetesinin Haziran 2017 tarihli 93. sayısında yayınlanmıştır.