Syriza tuzağı

Komşumuz Yunanistan’da yaklaşık iki hafta sonra, 25 Ocak Pazar günü yapılacak genel seçimler sadece Yunanistan’ın değil, bütün Avrupa Birliği’nin kaderini belirleyecek bir karakter taşıyor. Seçimi halen iktidarda olan başbakan Antonis Samaras’ın Yeni Demokrasi partisinin mi yoksa Aleksis Çipras önderliğindeki solcu Syriza’nın mı kazanacağını bütün Avrupa nefesini tutmuş bekliyor. Yeni Demokrasi kazanırsa işler eskisi gibi gitmeye devam eder: Avrupa Birliği kriz bataklığında çırpınmaya devam eder, ama büyük siyasi çalkantılar ertelenmiş olur. Syriza kazanırsa müthiş sarsıntılı bir siyasi dönem açılır. İşte o dönemdir ki sadece 12 milyon nüfuslu Yunanistan’ın değil, 500 milyon küsur nüfuslu Avrupa Birliği’nin geleceğini tayin edecektir.

Neden? Yalın olarak söyleyelim: Syriza Yunanistan’ın dış borcunu ödemek için 2010’dan beri bütün hükümetlerin sürdürmekte olduğu ağır kemer sıkma programına son vereceğini, halka yitirdiği haklarını ve olanaklarını iade ederken ekonomiyi son yıllarda yığılımlı olarak yüzde 25’e ulaşan küçülmeden kurtararak yeniden büyüme yoluna sokacağını iddia ediyor. Beş yıldır Yunanistan’a kemer sıkma programını dayatmakta olan Troyka (yani Avrupa Komisyonu, Avrupa Merkez Bankası ve İMF üçlüsü) ise Syriza’nın bu yönelişinin bugüne kadar atılmış bütün adımları boşa çıkararak Yunan ekonomisini yeniden darboğaza sokacağını iddia ediyor. “Piyasalar”, yani finans kapital ise Syriza’nın bu yönelişinden fena halde rahatsız.

Yani karşı karşıya gelen aslında AB burjuvazisinin toplam çıkarları ile Yunan işçi, emekçi ve yoksullarının çıkarları. Bu çatışmadan iki önemli sonuç çıkabilir. Bunlardan biri ekonomik nitelikte: Şayet Syriza seçimi kazanır ve programının küçük bir kısmını dahi uygulamaya koyarsa muhtemelen Yunan devlet tahvillerinin faizi göğe yükselecek, ülke ekonomisi iflas tehlikesiyle karşı karşıya kalacak, sonunda Yunanistan ortak para avrodan kopma yoluna itilecektir. Bunun avro sistemini bir bütün olarak çöküşe bile götürmesi mümkün. Yunan krizinin avro krizine dönüşmesi ihtimali 2012’de çok daha yüksekti ve Gerçek gazetesi bunu ısrarla işliyordu. Ancak o zamandan bu yana AB avro krizinin ülkeden ülkeye bulaşması olasılığına karşı bir dizi önlem geliştirmiş bulunuyor: Yeni bir kurtarma fonu oluşturuldu, Avrupa Merkez Bankası’nın son kredi mercii olarak rolü arttırıldı, bankacılık alanında (büyük bankaları kapsayan) kısmi bir birlik oluşturuldu. Bu yüzden Yunanistan’ın avrodan çıkışı (“Grexit” olarak anılıyor) avro sistemi için 2015’te, 2012’de olduğu kadar büyük bir risk taşımıyor. Ama riskin ortadan kalktığını söylemek de safdillik olur. 2008 Eylül’ünde Lehman Brothers battığında “tek bir yatırım bankasının batmasından ne çıkar?” diyenler çoktu. Bu batış az kaldı bütün sistemi kendisiyle birlikte uçurumdan aşağıya sürüklüyordu. Bugün de aynı tehdit avro bölgesinde, ama bu sefer bankalar değil ülkeler düzeyinde mevcut.

Ama deyin ki avronun ayakta kalması için alınmış olan tedbirler sayesinde bu tehdit atlatıldı. İşin bir de siyasi boyutu var. Syriza’nın Yunanistan’da yarattığı zafer atmosferi derhal başka ülkelere sıçrayabilir. Burada da ilk akla gelecek olan 2011’de, bütün Akdeniz bir devrim havzası haline gelmişken, 15 Mayıs’ta ülkenin bütün büyük kentlerinde ana meydanları haftalarca işgal eden Öfkeliler (Indignados) hareketinin İspanyası. Gençlik işsizliğinin aynen Yunanistan’da olduğu gibi yüzde 60’a yaklaştığı bu ülkede Öfkeliler hareketi siyasi meyvesini vermiş durumda. Podemos (“Yapabiliriz” anlamına geliyor) adını taşıyan bir hareket, 2014 yılı içinde kurulur kurulmaz yükselişe geçti, Mayıs’taki Avrupa Parlamentosu seçimlerinde büyük başarı elde etti, şimdi kamuoyu yoklamalarında aynen Syriza gibi başa oynuyor! AB burjuvazisi talihsiz yılına girdi anlaşılan, çünkü Mayıs ayında İspanya’da bölge ve belediye seçimleri var. İktidardaki sağcı parti Partido Popular ve başbakan Mariano Rajoy, bu seçimde kendini üçüncü sırada bulabilir (Podemos’la birlikte geleneksel sosyal demokrat PSOE’nin de gerisinde kalabilir). Aralık ayında da genel seçimlerde iktidarı teslim etmek zorunda kalabilir. Bu sadece parlamenter politikadaki en sivri olasılık. Yunanistan’da doğacak yeni güçler dengesinin AB’nin özellikle yıllardır kemer sıkmaya maruz bırakılan ülkelerinde (Portekiz, İrlanda, İtalya, hatta yarın Fransa) büyük grevlere ve sokak eylemlerine esin kaynağı olmayacağını kim garanti edebilir? Yani ekonomik alanda “bulaşıcılık” avronun yeni “mimarisi” sayesinde engellenebilir, ama sınıf mücadelesine nasıl bir “mimari” ile engel olacaksınız?

Öyleyse, durum açıktır: Üçüncü Büyük Depresyon’un zayıf halkası Avrupa Birliği krizin yükünü yıllardır işçi sınıfının ve geniş emekçi kesimlerin sırtına yüklemiştir; şimdi siyasi alanda Yunanistan işçi sınıfı ve emekçileri bunun faturasını burjuvaziye uzatmaya hazırlanıyor. Avrupa’da sınıf mücadelesinin muhtemelen yeniden yükseleceği bir döneme giriyoruz. Bu bakımdan Yunan halkının Syriza’ya da, solun diğer bileşenlerine de vereceği oylar toplam olarak bizim sınıfımızın oylarıdır. Buna kuşku yok. Çünkü Yunanistan meselesi salt ekonomik düzeyde tartışılacak bir mesele değildir. Esas olarak siyasi bir meseledir, özünde bir sınıf mücadelesi meselesidir. İki kamp çarpışıyor. Burjuvazi kampının başında Yeni Demokrasi vardır, ama aynı zamanda sosyal demokrat Pasok, Pasok’un eski lideri Yorgos Papandreu’nun şimdi kurmakta olduğu yeni parti, bir dizi milliyetçi parti ve en önemlisi açıkça faşist bir parti olan Altın Şafak burjuvazinin kampını temsil ediyor. Syriza’nın başında olduğu işçi sınıfı ve emekçiler kampında ise Yunanistan Komünist Partisi KKE, devrimci çizgi ile reformizm arasında salınan Antarsya adlı cephe ve kardeş partimiz EEK (Devrimci İşçi Partisi) vardır. İkinci kamp 25 Ocak’ta seçimden ne kadar güçlü çıkarsa o kadar sevineceğiz.

Ama Syriza’ya karşı büyük bir kuşkuculukla. İşçi sınıfının saflarında dengelerin değiştirilmesi için mücadele edilmesi gerektiği inancıyla. Syriza’nın önderliğinin ilk fırsatta karşı kampa geçmesi olasılığını hiç unutmadan.

Syriza ne yapmak istiyor?

Syriza’nın iktidara geldiği takdirde izleyeceği politika son günlerde doğal olarak Türkiye’de de tartışılıyor. Tartışmanın odak noktası ekonomi politikası. Bu açıdan Syriza’nın geçen yıl sonbaharda kabul ettiği “Selanik Programı” olarak anılan ayrıntılı ekonomi politikası belgesi temel kabul ediliyor. Syriza’nın izlemeyi planladığı politika demeti, üç temel unsurdan oluşuyor. Birincisi, Syriza Yunanistan’ın mutlaka avro sisteminde kalmasını hedefliyor. İkincisi, bunun mantıksal sonucu: Başta dış borcun miktarı olmak üzere AB ile ekonomik ilişkiler yeniden müzakere edilecek. Üçüncüsü, bu müzakereler sürerken Syriza ekonomiyi canlandırmak ve kemer sıkmayı sona erdirmek üzere bir kamu harcamaları programı başlatacak. Bu konuda gerek Korkut Boratav, gerekse E. Ahmet Tonak Syriza konusunda kaleme aldıkları yazılarda yeterli bilgi sağlıyor (her iki yazı da sendika.org’da yayınlanmıştır. Boratav’ınki ayrıca 4 Ocak 2015 tarihli BirGün Pazar Eki’nde yayınlanmıştır.)

Syriza’nın AB düzeni içinde kalma hevesi, rengi konusunda derhal bir fikir veriyor. Bu hareket, kendine Radikal Sol Koalisyon adını verse de aslında politikasında radikal bir şey yok. Yunanistan’ın uluslararası düzenle ilişkilerini sorgulamıyor: ne NATO’ya, ne İMF’ye, ne de AB’ye karşı. Bunun da ötesinde, kitlelerin önüne koyduğu programda hemen olmasa bile zamana yayılan biçimde bir sosyalizm hedefi de yok. Olsa olsa “radikal reformist” bir hareket olduğunu iddia edebilirdi. Ama reformizminin bile çok radikal olmadığı hareketin tartışmasız önderi Aleksis Çipras’ın 2012 seçimlerinden beri sürdürdüğü politikadan hemen görülebiliyor. 2012 Mayıs ve Haziran aylarında üst üste yapılan iki genel seçimde Syriza birinci parti olamamış, ama sağlam bir şekilde ikinciliğe yerleşerek gelecekte iktidara aday olduğunu ortaya koymuştu. O zamandan bugüne Çipras Brüksel’de ve Avrupa başkentlerinde dolaşarak kapitalist hükümetlere Syriza iktidarının AB ile çatışmaya girmeyeceğine ve ona zarar vermeyeceğine yemin ediyor.

Bu tablo karşısında, Syriza’nın iktidara geçtiği takdirde düzene gönüllü biçimde adapte olacağından kuşku duymak için hiçbir neden yok. Zaten Syriza seçimi kazansa da çok muhtemeldir ki bir koalisyon hükümeti kurmak zorunda kalacaktır. Koalisyon hükümeti Syriza’nın AB karşısında yelkenleri suya indirmesinin mazereti olarak işlev görecektir.

2002 yılında Brezilya’da devlet başkanı seçilen Brezilya İşçi Partisi (PT) önderi Lula’nın neredeyse çeyrek yüzyıllık bir radikal sosyalizm söyleminden sonra düzene nasıl adapte olduğunu başka yerlerde ayrıntısıyla ortaya koymuştuk. Aslında tarihte buna benzer örnek çoktur. Ama Lula deneyimi, şimdiki kuşakların gözü önünde cereyan etmiştir. O deneyim gözlerimizin önünde yaşanmışken, şimdi Çipras ve Syriza’dan düzeni zorlayacak bir politika beklemek ciddi bir politik yanlış olur.

Bu bağlamda yakın çalışma arkadaşımız E. Ahmet Tonak’ın Syriza programını dikkatli bir incelemeye tâbi tuttuğu yazısında ulaştığı sonuca hiç katılmıyoruz. Tonak, Syriza’nın ekonomik büyüme ve sosyal hizmetlerin yeniden güçlendirilmesi çabasına destek olarak “en gerçekçi ve piyasanın gidişatına en az bağımlı gözüken kaynak” (vurgu bizim) olarak dış borç faiz ödemelerinin askıya alınmasını gösteriyor. Bu ekonomik bakımdan “gerçekçi” olabilir ama politik bakımdan Syriza hükümetini derhal AB ile karşı karşıya getirecektir. Bu da Syriza iktidarının yol açacağı düşünülen bütün piyasa dinamiklerinin hareket geçmesi için yeterli olacaktır: devlet tahvili faizlerinin yükselmesi; spekülatörlerin CDS’ler (bir ülkenin iflası üzerine spekülasyon türev araçları) yoluyla Yunanistan’ın iflasına oynaması; her tür yabancı sermaye akışının durması; iflas eşiğinde Yunanistan’ın avrodan ayrılmak zorunda kalması. Kısacası, bugün bir sol hükümetin Yunanistan veya bir başka Avrupa ülkesinde sermayenin mantığına meydan okumasını gerçekçi kılacak olan ekonomik değil politik koşullardır.

İşte bu politik koşullardır ki, gerçekçi bir ekonomi politikasının tek yanlı biçimde dış borçların ödenmesinin reddine ve başta banka sistemi olmak üzere bir dizi kilit sektörde karşılıksız (ve işçi denetiminde) kamulaştırmaya dayanmasını gerektiriyor. Bunun dışında başka her şey Yunanistan ekonomisini kaosa sürükleyerek işçi sınıfını ve emekçileri bir felaketin eşiğine getirebilir. Siyasete dinamik olarak bakmak gerekir. Bugün Syriza seçildi diye Yunanistan’da güç dengeleri hep aynı kalacak diye bir şey yoktur. Kriz dönemlerinde güç dengeleri tam tersine çok hızlı değişir. Bu değişiklik olasılıkları arasında Yunanistan’da Altın Şafak adıyla anılan faktörü asla akıldan çıkarmamak gerekir. Yunanistan sadece bir sol iktidarın ekonomiyle sınavı olmayacaktır. Derin bir kriz koşullarında faşizmle mücadelenin de sınav alanı olacaktır. Bu yüzden Syriza sorunu derinlemesine politik bir sorundur.

Öyleyse, Syriza’nın Türkiye’deki kardeş partisi ÖDP’den Hayri Kozanoğlu dostumuzun söylediği şu sözler bütünüyle yanıltıcıdır: “SYRIZA’ya kapitalizmi doğrudan karşısına almadığı, mülkiyet ilişkilerini sorgulamadığı için eleştiriler yöneltilebilir. Ama solduyuyu ve çözümü temsil ettikleri açıktır. Aynı zamanda tüm Avrupa için umudu da…” (S”YRIZA’nın zamanı Geldi”, BirGün, 7 Ocak 2015). Syriza ne çözümü, ne de umudu temsil ediyor. Syriza kitleler için ancak yaklaşan sert sınıf mücadelelerine açılan bir köprü işlevi görebilir.

Aynı şeyi Selami İnce dostumuzun “Yunanistan’da Haziran Hareketi” (BirGün Pazar Eki, 4 Ocak 2015) yazısı için de söyleyebiliriz: İnce, aynen Syriza gibi, onun şimdi yönetiminde olduğu Avrupa Sol Partisi’nin “ajandasının” (buna “gündem” demek daha doğru) “sosyal bir Avrupa’nın mümkün olduğu” iddiasını çok önemsiyor. Oysa “sosyal bir Avrupa” mümkün değildir. Yıllarca “AB, İMF’nin Avrupa kıtasında kod adıdır” dedik. Çoğu arkadaşımız buna dudak büktü. Son beş yıldır Troyka’nın faaliyetlerinde İMF, Avrupa Komisyonu’nun ve AB’nin merkez bankasının solunda kaldı! Şimdi bu Avrupa Komisyonu ile mi “sosyal Avrupa”ya yöneleceksiniz?

Selami İnce, Avrupa’yı iyi tanır. Çevresine iyi baksın: “Sosyalist Enternasyonal” denen sosyal kapitalist enternasyonal ve eski Stalinist partilerden bozma Avrupa Sol Partisi denen post-Leninist akıma mensup partiler AB’den ve liberalizmden kopamadığı içindir ki, Avrupa’nın beyaz işçi sınıfı adım adım ırkçı, neo-faşist, aşırı sağ, yani ön-faşist akımlara kayıyor!

Sosyal değil, sosyalist Avrupa!

Peki, durum umutsuz mudur? Tabii ki hayır! Syriza’nın ve onun Avrupa Sol Partisi’ndeki ortaklarının işçi sınıfı için umut olmadığını söylemek, işçi sınıfı için hiçbir umut olmadığını söylemek değildir. Yukarıda, kriz dönemlerinde güç dengelerinin hızla değişebildiğini söyledik. Bunun sağdaki örneği, bizim toplu halde “ön-faşist” ya da “proto-faşist” olarak andığımız partilerdir. Britanya’da UKIP veya İsveç Demokratları veya Almanya İçin Alternatif gibi yepyeni partiler aniden büyük başarıya ulaşmışlardır. (Şimdi de Almanya’daki ırkçı PEGIDA hareketi meteorik bir yükseliş yaşıyor.) Yunanistan için buna yukarıda Altın Şafak’ın potansiyel bir tehlike olduğunu belirterek işaret ettik.

Aynı şey solda da geçerlidir. Aslında Syriza ve onun İspanya’da izdüşümü gibi olan Podemos kendileri bu önermenin doğruluğuna delildir. Uzun süre boyunca yüzde 2-3’lerde dolaşan Syriza, son üç yılda aniden bir patlama yaşamış ve yüzde 30’a yakın bir oy potansiyeline ulaşmıştır. Podemos’a gelince, o, Syriza’dan da farklı olarak, kurulduğu andan itibaren bir patlama yaşamıştır. Peki, bu partiler bu başarıyı gösterdiğine göre, başka, daha devrimci partiler neden, koşullar uygun olduğunda benzer bir patlama yaşamasın?

Syriza’nın seçimi kazanması son beş yılda 15 genel grev yaşayan, 2008 Aralık ayında Türkiye’de Gezi ile başlayan halk isyanına benzer bir halk başkaldırısı deneyimi de olan Yunanistan’da, muhtemeldir ki, önemli bir mücadele patlaması yaratacaktır. İşçi sınıfının mücadelesine köylülerin, gençliğin, göçmenlerin, aydınların, hatta son yıllarda ağır ekonomik kayıplar yaşayan kent küçük burjuvazisinin mücadelesi eşlik edecektir. Bu ülkede yepyeni koşullar doğuracaktır. Bu mücadele içinde çok daha ileri talepler gündemde somut olarak yerini alacak, iş muhtemelen Syriza’nın boyunu aşacaktır. İşte bu koşullarda kitlelerin nabzını iyi tutan, birleşik cephe taktikleriyle devrimci geçiş taleplerini doğru biçimde birleştiren, işçi sınıfı içinde örgütlenme becerisini gösteren, faşizme karşı mücadelede gözünü budaktan savunmayan siyasi akımlar güç kazanacaktır.

Yunanistan’da gelişmeler bu yönde olursa Syriza’nın solunda yer alan devrimci partiler, Antarsya’da yer alan partiler ama daha da önemlisi kardeş partimiz EEK güç kazanacaktır. Bu da bize bir şey gösteriyor. Son günlerde Syriza üzerine yazan arkadaşlarımızdan bu partiye en eleştirel biçimde yaklaşan ve böylece bizimle en yakın görüşleri ifade eden Korkut Boratav dostumuz da Syriza’nın seçimleri yitirmesinin belki de en iyi olasılık olacağını, çünkü bu gelişmenin bu partinin sosyal demokratlaşmasını frenleyeceğini söylerken yanılıyor. Bir yandan, Syriza’nın bugün ya da yarın sosyal demokratlaşmamasının koşulu muhalefette kalması ise, bu parti ne işe yarar? İktidarı sosyalistçe kullanamayacak bir parti işçi sınıfı ve ezilenler açısından işlevsizdir. Ama öte yandan ve daha da önemlisi, bu bakış açısı Syriza’yı mücadelenin ihtiyaçları açısından mutlaklaştırmış oluyor. Boratav sınırlarını gördüğü Syriza’yı nedense gözden çıkaramıyor, çünkü en güçlü o. Ama Marksistler her şeyi olduğu gibi siyasi güç dengelerini de diyalektik olarak, değişkenliği içinde düşünmeliler. Yunan işçi sınıfına Syriza’nın bugünkü haliyle dondurulması değil, bir devrimci parti gerekiyor. Öyleyse, başka örgüt veya örgütler cephesi aramak gerekir. İçinde belki de bugünkü Syriza’dan unsurların da yer alacağı. Kardeş partimiz EEK bu siyasi konuma adaylardan biridir!

Syriza’nın sınırları emperyalist Avrupa Birliği’ne taraftarlığından geliyor. İhtiyaç olan bu değildir. İhtiyaç olan Yunanistan’ın kurtuluşunu tüm Avrupa’nın kurtuluşuna bağlayacak bir partidir. Enternasyonalist bir parti. Çünkü ihtiyaç olan Avrupa Birliği’nden ulusal sınırlara geri dönmek değildir. Emperyalist kapitalist Avrupa Birliği’nin yerine Avrupa Sosyalist Birleşik Devletleri’ni inşa edecek bir parti ve bir Enternasyonal’dir.