Syriza tartışmasının anlamı ne?

Türkiye solu, konunun hak ettiğinden çok daha sınırlı biçimde de olsa, Yunanistan’da bu Pazar günü yapılacak seçimle bir ölçüde ilgilendi. Bu seçimden en yüksek oyu toplayan parti olarak çıkması hemen hemen kesinleşmiş olan, çok küçük bir ihtimalle de olsa koalisyona bile gerek kalmadan hükümet edecek olan solcu Syriza (Radikal Sol Koalisyon) ve önderi Aleksis Çipras hakkında çeşitli fikirler belirtildi. Ama hak ettiğinden az diyoruz, çünkü Yunanistan seçimleri birkaç bakımdan, 12 milyon nüfuslu komşumuzun kendi sınırlarını aşan bir öneme sahip. Bu konuda sitemizde yayınlanan bir önceki yazımızda (“Syriza Tuzağı”) belirttiğimiz gibi, Yunanistan kapitalist sistemin zayıf halkanın zayıf halkası! Dünya ekonomik krizinin en çok vurduğu Avrupa Birliği’nde (AB) ekonominin en kötü durumda olduğu, politikanın ise toplumsal mücadelelerle sarsıldığı ülke! Dolayısıyla, bu seçimlerden çıkacak sonuç ve ardından yaşanacak gelişmeler bütün Avrupa’yı ilgilendiriyor. AB ise toplu halde alındığında dünyanın en büyük ekonomisi olduğuna göre, 12 milyonun kaderi bütün dünyayı ilgilendiriyor. O zaman demek ki, Yunanistan seçimlerinde neyin belirleneceğini çok iyi anlamak gerekiyor.

Geçiş talepleri ve devrimci parti

Geçen sayımızda Syriza konusunda solda yazanları eleştirmiş ve kendi görüşümüz doğrultusunda daha doğru bir perspektifi ortaya koymaya çalışmıştık. Syriza’nın neredeyse koşulsuz savunucuları (örneğin Hayri Kozanoğlu ve Selami İnce) görebildiğimiz kadarıyla o zamandan bugüne Syriza konusuna dönmüş değiller. Syriza’nın stratejisini çok ciddi bir kuşkuyla karşılayan (ama bizden farklı olarak çözüm yolunu eski Yunan para birimi drahmi’ye dönmekte bulan) Korkut Boratav keza. Eleştirdiğimiz yazarlardan biri, politik ve örgütsel konularda değil ama ideolojik ve teorik konularda yakın çalışma arkadaşımız E. Ahmet Tonak ise Syriza hakkında bir yazı daha yazdı: Hepimize 23-27 Ocak arasında Yunanistan’da bulunup seçimleri izleyeceği müjdesini verdi, aynı zamanda bizim kendisinin bu konudaki ilk yazısına yönelttiğimiz eleştiriye bir cevap verdi. Tonak, Syriza’nın gözü kapalı savunucularından değil. Hem bakış açısını kısmi bir eleştiriye tâbi tuttuğumuz ilk yazısında, hem de bize cevap verdiği ikinci yazısında esas çabası Syriza ve Yunan seçimleri konusunda okurunu bilgilendirmek. Bir de özellikle ilk yazısına Syriza’nın Selanik Programı diye bilinen ekonomik programında ayrıntılı birtakım analiz ve öneriler yapmış olmasının olumlu izlenimi damga vurmuş durumda.

Tonak Syriza’yı övmüyor, sadece anlamaya çalışıyor, analiz ediyor. Biz de onu Syriza’yı övdüğü için değil, eleştirmediği için eleştiriyoruz. Bir önceki yazımızda eleştirimizi şöyle dile getirmiştik:

Bu bağlamda yakın çalışma arkadaşımız E. Ahmet Tonak’ın Syriza programını dikkatli bir incelemeye tâbi tuttuğu yazısında ulaştığı sonuca hiç katılmıyoruz. Tonak, Syriza’nın ekonomik büyüme ve sosyal hizmetlerin yeniden güçlendirilmesi çabasına destek olarak “en gerçekçi ve piyasanın gidişatına en az bağımlı gözüken kaynak” (vurgu bizim) olarak dış borç faiz ödemelerinin askıya alınmasını gösteriyor. Bu ekonomik bakımdan “gerçekçi” olabilir ama politik bakımdan Syriza hükümetini derhal AB ile karşı karşıya getirecektir. Bu da Syriza iktidarının yol açacağı düşünülen bütün piyasa dinamiklerinin hareket geçmesi için yeterli olacaktır: devlet tahvili faizlerinin yükselmesi; spekülatörlerin CDS’ler (bir ülkenin iflası üzerine spekülasyon türev araçları) yoluyla Yunanistan’ın iflasına oynaması; her tür yabancı sermaye akışının durması; iflas eşiğinde Yunanistan’ın avrodan ayrılmak zorunda kalması. Kısacası, bugün bir sol hükümetin Yunanistan veya bir başka Avrupa ülkesinde sermayenin mantığına meydan okumasını gerçekçi kılacak olan ekonomik değil politik koşullardır. (vurgular orijinal metinde)

Tonak bu eleştiriye üç tür cevap veriyor. Birinci yanıtı, mantıkta ad hominem denen sakatlıkla malûldür. Bu kavram, fikre değil fikrin ardındaki özneye yönelik argümanlar için kullanılır. Biz Syriza’dan başka bir parti gerekir diyoruz. Tonak bizim “kardeş partimiz” olarak andığımız EEK’in kamuoyu yoklamalarında oy oranının yüzde 0,1 olduğunu hatırlatıyor. Öylesine, geçerken. Açık bir şey söylemiyor, ama okur mesajı alıyor.

Buna cevaben önce Türkiye solunun seçimlerdeki gücünü hatırlatmakla başlayalım. Partilerin katıldığı en son seçimler baz alınacak olursa, 2014 yerel seçimlerinde TKP’nin oyu yüzde 0,1, ÖDP’ninki ise yüzde 0,11’di. Yani her ikisi de kabaca EEK’le aynı. EMEP’in ise 2011 genel seçimlerinde oy oranı yüzde 0,07 idi. Yani EEK’inkinin altında. Şimdi biz nasıl ÖDP, TKP, EMEP konuştuğunda onların karşısına oy oranlarını çıkartmıyorsak, EEK’in oyunun şimdilik düşük olmasını da bir argüman olarak kullanamayız.

“Şimdilik” diyoruz, çünkü geçen yazımızda da belirttik: Böyle kriz dönemlerinde partilerin desteği çok hızlı değişebilir. Bugün Syriza’ya olan yarın başka partilere olabilir. Kaldı ki, akşamdan sabaha EEK’in tek başına yüzde 0,1’den yüzde 30’a çıkacağını ümit ederek konuşmuyoruz. EEK Yunanistan’ın üçüncü büyük ve en devrimci sol ittifakı olan Antarsya ile her zaman yoldaşça ilişkilere sahip olmuştur. Bugün bu iki odak anlaşamamış olabilir. (Bu konuda EEK’in açıklaması için bkz. http://gercekgazetesi.net/uluslararasi/eekin-sesi-toplumsal-devrimin-sesi-olmalidir.) Ama yarın kitlelerin basıncı altında neler olacağını bilmek zordur. Ya Antarsya iki-üç yıl içinde bugün yüzde 3’ün altında olan oy oranından yüzde 10-15’e çıkarsa, EEK de onunla yürümeye karar verirse, üstüne üstlük halen Syriza’nın içinde olup da onun reformist, sınıf işbirlikçi hattından memnuniyetsiz olan parti ve gruplar yeni devrimci odağa doğru bir kopuş yaşarlarsa, bugün EEK’in oyunun yüzde 0,1 olmasının ne önemi kalacaktır? Daha da önemlisi, bu tür kriz ve sarsıntı dönemlerinde partilerin gücü sadece sandık gücüyle ölçülmez. Kısacası, ad hominem argümanı bir kenara bırakmak gerekir.

İkinci yanıt şu: Tonak kendisinin bizim ele aldığımız “ekonomik büyüme ve sosyal hizmetlerin yeniden güçlendirilmesi” meselesine değil, çok daha dar hedeflere, düşük asgari ücret ve işsizlik sorunlarına cevaben dış borç faiz ödemelerinin askıya alınmasından söz ettiğini söylüyor. Bu konuda söyleyeceğimiz şudur: Tonak haklıdır, ama bunun yaptığımız tartışma açısından hiçbir önemi yoktur. Biz onun dar alanda ele aldığı kaynak sorununu daha geniş alanda ele aldık, hepsi bu. Hedef ister dar tutulsun, ister geniş, bizim söylediğimiz şu: Kaynak sorununu dış borçla oynayarak, sadece bir bölümünü (burada faizini) ödememe yoluyla çözmeye çalışırsanız, ortaya devasa bir siyasi kriz çıkacaktır. Bizim esas söylediğimiz bu.

Bu da bizi üçüncü yanıta getiriyor. Tonak işin siyasi yanına ortak dostumuz Nail Satlıgan’dan bir alıntıyla yanıt veriyor:

Solun … krizde yapması gereken, elbette soyut bir kapitalizm reddiyesi ve soyut bir sosyalizm propagandası değil, sistemin sınırlarını zorlayan, sistemin içinde tamamıyla yerine getirilmesi mümkün olmayan ve dolayısıyla sistem sorununu gündeme getiren bir ‘geçiş önlemleri’ paketiyle ortaya çıkmaktır.

Burada Satlıgan ile ortak metodolojimiz dile getirilmiş olduğu için bütünüyle hemfikiriz. Tonak da zaten bu konuda aynı fikirde olacağımızı bildiği için diyor ki:

Sungur, nedense önerdiğim kaynak alternatifini ekonomik bakımdan gerçekçi bulmakla birlikte “Syriza hükümetini derhal AB ile karşı karşıya getirece(ği)” için politik bakımdan sorunlu buluyor.  Oysa, Syriza hükümetinin AB ile karşı karşıya gelmesi tam da Nail’in dediği türde “sistemin içinde tamamıyla yerine getirilmesi mümkün olmayan bir politikanın tercih edildiğini göstermez mi? Bence gösterir ve de göstermekle kalmaz, bizzat bu yüzden “sistem sorununu gündeme getir(me)” potansiyelini de taşır. Bir başka deyişle, soyut bir kapitalizm reddiyesi” değildir, yaşandığında kavranabilecek kapitalizmin sınırlarını somut bir biçimde idrak imkânıdır.

Tonak’ın argümanında eksik halka devrimci öznenin, bu durumda partinin niyetiyle, hedefiyle, nihai amacıyla ilgilidir. Nail cümlesine “solun krizde yapması gereken” diye başladığında kapitalizmin ötesine geçmeye hazır ve istekli bir soldan bahsediyor. Bizim yazımızda altını çizdiğimiz esas nokta ise Syriza’nın kapitalizmi ortadan kaldırıp sosyalist temellerde bir toplum yaratma hedefinden çok uzak olduğu. Syriza “geçiş önlemleri” ile kapitalizmi zorlayacaksa, ardından doğacak krizde iktidarı sadece parlamento çoğunluğu anlamında değil, sınıf iktidarı değişikliği anlamında almayı hedefleyen, buna hazır bir parti haline gelmeli. Gelirse, sadece biz değil, hiç kimsenin kuşkusu olmasın “kardeş partimiz” EEK de Syriza’nın yanında, hatta belki içinde olacaktır. Ancak, siz devletin sınıf iktidarının karakterini değiştirmeyi hedeflemiyorsanız, ama devrimci bir kriz doğuracak politikalar izliyorsanız, bu felaket reçetesidir! Sınıfların gerçek hesaplaşma anlarında ürkek politika her zaman felaket doğurur. Nail’in anlattığı “geçiş önlemleri” taktiği devrimci bir özneyi varsayar.

Öyleyse, tam da geçen yazımızda altını çizerek söylediğimiz gibi, Syriza konusunda yapılacak tartışma ekonomik değil politik bir tartışmadır.

Ölüm kalım sorunları

Dostumuz Tonak’la tartışmayı bu noktada bırakıyoruz. Şimdi yapmak istediğimiz Syriza tartışmasının neden sol açısından hayati sonuçları olan bir tartışma olduğunu izah etmek. Kimse böyle bir şey yazmadı, ama biz biliyoruz: Post-Leninist fikirlerin iğvasına kapılmış birçok solcu, bizim Syriza konusunda yazdıklarımızı, EEK’in ve Savas Mihail yoldaşımızın sitemizde yayınlanmış metinlerini gördülerse şayet, bizi kolaylıkla “sekter” ve “dogmatik” olarak niteleyeceklerdir. “Halk için böylesi daha iyi değil mi, ille de sosyalizm mi olması gerekir? İlle kendi davanızı mı savunacaksınız?” Daha kim bilir ne tür argümanlar.

Onları bir an bize kulak vermeye çağırıyoruz. Kriz dönemlerinin mantığını anlamaya çağırıyoruz. Tartışma şu değil: Acaba yoksul halkın durumunun birazcık da olsa iyileşmesine razı mı olalım, yoksa ille işçi sınıfı iktidarını mı isteyelim? Tartışma şu: Syriza’nın ekonomik bakımdan “gerçekçi” gibi görünen politikalar izlemesi, yoksul halkın bugünkünden de daha kötü bir duruma düşmesine yol açabilir mi? Açmaması için ne yapmak gerekir?

Yalın anlatalım. Syriza iktidara geçip lideri Aleksis Çipras’ta cisimleşen hâkim reformist kanadın benimsediği politikaları izlerse iki şeyden biri olur: Ya Syriza zamanla bütün vaatlerini terk ederek AB finans kapitaliyle anlaşır, halkın bütün umutlarının tuzla buz olmasına yol açar, mücadele kapasitesini yerle bir eder; ya da kendi içindeki çelişkilerin ve Yunanistan’ın ekonomik durumunun vahametinin de etkisiyle kısmi, yarım yamalak, tutarsız birtakım iyileştirmelere girişir, ekonomi altüst olur, bunun sonucunda Altın Şafak denen faşist örgütün derin devletle ilişkisi içinde güçlenmesine ve faşizmin Yunanistan’da gerçek bir tehlike haline gelmesine yol açar. Syriza tartışması biz soyut devrimci hülyalar peşinde koştuğumuz için değil, devrimci politikanın alternatiflerinin bu tür vahim sonuçlar olduğu için önemlidir.

Brezilya senaryosu

Bu olasılıkları uyduruyor muyuz? Teker teker ele alalım. İlk olasılık, Yunan işçi sınıfı ve halkının mücadele kapasitesinde bir çözülme olarak özetlenebilir. Yunan halkı sınıf mücadeleciliği ve isyankârlığı bakımından AB ülkeleri içinde parmakla gösterilecek bir dinamizm sergilemiştir son yıllarda. 2008 Aralık ayında bir ay boyunca, Yunan Berkin’i olarak anılabilecek Aleksis Grigoropulos’un polis tarafından öldürülmesinin tetiklediği, bizim Gezi isyanına çok benzeyen bir halk isyanı ile başlayan mücadeleler dalgası, 2010-2014 arasında yaşanan tam 15 genel grevle devam etmiştir. Klasik proleter yöntemlerin yanına 2011 yaz başında bir de “meydanlar hareketi” eklenmiş, Atina’nın merkezi olan Sindagma meydanı haftalarca işgal edilmiştir. Bir bakıma Yunanistan son altı yılda iki Gezi isyanı yaşamıştır! İki Gezi isyanı, ama aynı zamanda 15 genel grev! Yani bu Pazar günü Troyka yanlısı partiler, açık söyleyelim işçi sınıfının ve yoksul halkın düşmanı partiler seçimleri yitirirlerse, bu, durgun bir toplumda iyi halkla ilişkiler oyunları sayesinde kitleleri kandıran bir Syriza’nın marifeti olmayacaktır. Genç Aleksis’in arkadaşlarının, genel grevlere katılan milyonlarca proleterin, Sindagma meydanını haftalarca işgal eden genç işsizlerin mücadelesinin hak edilmiş zaferi olacaktır!

Biz Marksistler olarak halka bu zaferle yetinmemelerini, sandıkta pek az şeyin çözülebileceğini, mücadelenin derhal yükseltilmesi gerektiğini söylemek zorundayız. EEK’in seçim bildirgesinde söylendiği gibi:

Eğer, çok muhtemel olduğu gibi, çatırdayan sağ devrilirse tek bir günlük, tek bir saatlik soluk alma, ihmal, pasiflik, bekleyiş ya da yeni hükümete verilecek bir “avans dönemi” olmamalıdır. Halkın iktidarı mahallelerde, kamu mekânlarında, çalışma alanlarında ve okullarda her türlü seferberlik ve öz örgütlenme biçimleriyle harekete geçirilmelidir.

Çünkü böylesine dinamik mücadelelerden gelen bir halk her şeyi Syriza’nın önderliğine bırakır, bu önderlik de AB finans kapitali ile uzlaşır ve vaatlerini büyük ölçüde terk ederse, dinamizm dağılır. Peki, Syriza önderliğinin böylesine uzlaşma tehlikesi var mı? Bir bakıma bu sorunun kendisi yanlış. Syriza’nın bütün stratejisi böyle bir uzlaşmayı sağlamak. Çipras’ın bütün açıklamaları ve bütün temasları, AB organlarını ve üye ülkelerin devletlerini genişlemeci, bir bakıma yeni Keynesçi bir politikanın AB sermayesinin çıkarlarına da uygun olduğuna ikna etmek. Yani Syriza bugüne kadar burjuva partilerinin akıl edemediği (!) mucizeyi gerçekleştirecek, sermaye ile işçi sınıfının ve yoksul halkın çıkarlarını aynı anda koruyacak! Bütün stratejisi bu uzlaşmaya dayanıyor. O zaman belirli bir aşamada burjuvazinin kurumlarıyla bütünüyle anlaşma içine girerse şaşırmak ne demek? Bunu ancak gözlerini gerçeğe kapatanlar yapabilir.

Bu durumun daha on yıl önce yaşanmış bir örneği var üstelik! Brezilya’da bir çeyrek yüzyıl boyunca mücadeleci bir işçi sınıfı ve halkın dinamizmi üzerinde sosyalizm vaat ederek yükselen İşçi Partisi’nin (PT) önderi Lula, 2002’de iktidara gelip ülkenin burjuvazisinin çıkarlarını kucaklayınca, bütün kitle dinamizmi duraladı, çeyrek yüzyıl boyunca inşa edilmiş bütün mücadele kanalları felç oldu. Bu yüzdendir ki, 2013’te bizim Gezi isyanından hemen sonra başlayan ve 600 kente yayılan dev halk isyanı geride en ufak bir iz bırakmaksızın eridi gitti, Lula’nın halefi Dilma Roussef yeniden seçildi. Brezilya solu ve toplumsal muhalefeti şimdi 2002 öncesindeki hareketin gölgesi bile olamaz!

2000’li yılların başında uluslararası solda Tarık Ali’den Noam Chomsky’ye, Daniel Bensaïd’den Arundhati Roy’a dünya solu imza kampanyalarıyla Lula’ya kayıtsız koşulsuz destek veriyor, bizim gibi “sekter” ve “dogmatik” Marksistlere burun kıvırıyorlardı. Birinin bile gözümüzün önünde yaşanan ihanet karşısında en ufak bir özeleştiri yaptığını duymuş değiliz! Şimdi bugün Syriza konusunda benzeri eleştirileri yaptığımızda, gerçek hayattan dersini almayan kim oluyor?

Yunanistan Brezilya’ya değil Şili’ye benzer!

2012-2014 arasında Brezilya nispeten hızlı bir büyüme yaşadı, BRICS denen “yükselen ülkeler” topluluğunun başındaki B harfine adını verdi. Bu yüzden Lula’nın ihanetinin sonuçları faşizm tipi bir rejim değil, Brezilya işçi sınıfının, topraksız köylülerinin, kent yoksulları hareketinin, kadınların, siyahların, kilise taban gruplarının uyuşturulması oldu. Ortada mutlaka nihai bir hesaplaşmaya yol açacak bir sıkışma, kriz, ekonomik felaket yoktu.

Şayet önümüzdeki bir-iki yıl içinde AB’nin ekonomik krizi sona erecek olursa, Syriza yönetimindeki Yunanistan Brezilya (Lula) senaryosunu yaşayabilir. Ama her şey tersine işaret ediyor:  AB ekonomik kriz bataklığı içinde daha yıllarca sürünecektir. O zaman Yunanistan’da muhtemel politik senaryo Lula Brezilya’sına değil Allende Şili’sine benzeyecektir.

Çok kısaca özetlenecek olursa, Şili’de 1970 yılında Halk Birliği adındaki sol ittifakın adayı Salvador Allende’nin devlet başkanı seçilmesinden sonra işçi sınıfı ve yoksul köylülüğün mücadelesi muazzam bir yükseliş göstermiş, doğan devrimci krizde Halk Birliği iktidarın sınıf karakterini değiştirecek devrimci adımlar atmayınca, 1973 yılında ABD’nin desteklediği Şili burjuvazisi orduyu devreye sokarak general Augusto Pinochet’in liderliğinde bir cunta aracılığıyla kitleleri ezmiş, cunta genellikle verilen sayılara göre yaklaşık 30 bin insanı öldürmüş, ülkeyi “istikrar”a kavuşturmuştur.

Yunanistan neden Brezilya senaryosuna değil de Şili senaryosuna daha yakındır. Buna neden olabilecek birkaç olasılık mevcut. Biri Yunanistan’daki ekonomik krizin Syriza hükümetine Brezilya’da Lula yönetimine hızlı büyüme döneminin yarattığı türden manevra alanlarını olanaksız kılması. İkincisi, son altı yılın birikmiş öfkesi dolayısıyla Yunan işçi sınıfının ve yoksul halkının muhtemelen Şili’dekine benzer biçimde (ve Brezilya’dan bir ölçüde farklı biçimde) taleplerini gerçekleştirmek için harekete geçmesi dolayısıyla ülkenin daha kaotik bir ortama sürüklenmesi. Üçüncüsü, bu yüzden ve Syriza’nın içinde Çipras işbirlikçiliği ile hemfikir olmayan daha sol bir kanadın bastırması dolayısıyla Syriza hükümetinin bazı yarım yamalak önlemler almasının ekonomik krizi azdırması. Dördüncüsü, tam da kriz döneminin çelişkileri dolayısıyla, bu deneyimin sadece Yunanistan’da değil Avrupa’nın neredeyse bütününde faşizmin ya da (ülkelere göre değişen ölçekte) proto-faşist hareketin yükseldiği bir döneme denk gelmesi.

Bütün bunların sonucu olarak ortaya çıkabilecek tehlikeyi EEK’in seçim bildirgesi şöyle özetliyor:

AB açısından uzlaşma yapmak için manevra alanı yoktur, çünkü AB ekonomik daralma, aşırı borçluluk, deflasyon bataklığında ve sistemin doğasından kaynaklanan kriz şimdi çeperden esas merkeze, yani İtalya’ya, Fransa’ya ve ta Almanya’ya doğru yayılıyor, onu da tehdit ediyor. Öte yandan, sağın Troyka’ya ve sermayeye itaati artık halkın hayatta kalma sınırlarının ötesine taşmış bulunuyor. Syriza’nın, kemer sıkma politikasını AB, İMF, uluslararası sermaye ve Yunan sermayesi ile müzakere ve uzlaşma yoluyla geriletme politikası, kapitalizmin kötüleşen krizinin sınırlarını zorluyor.

Gericilik bu çatışmaya hazırlanıyor, devlet, derin devlet, baskı aygıtları, yargı, ideolojik aygıtlar ve faşist çeteler içinde konumunu güçlendiriyor; böylece Syriza hükümetinin aşırı sağın toplumsal bir karşı devrim yoluyla intikamını almasını mümkün kılacak bir “sol parantez” haline gelmesini sağlamaya çalışıyor.

Ve başka bir noktada seçim bildirgesi ekliyor:

Ve Syriza’nın “devletin devamlılığı”na sadakati, Şili’de 1973’te yaşanan tipten bir trajedinin yolunu döşüyor.

Bizim bildiğimiz kadarıyla bu tehlikeye işaret eden başka odak yoktur. Oysa esas gerçekçi değerlendirme burada yatıyor!

Geçiş talepleri ama devrimci parti

Şöyle bağlayalım. Yunanistan’da Pazar günü yapılacak seçimler, sadece bu ülkede değil Avrupa çapında da sınıf mücadelelerinde bir yükselişe ivme vermek açısından büyük bir potansiyele sahip. Troyka uşağı partilerin yenilgiye uğratılması, Yunan işçi sınıfı ve yoksul halkı için büyük bir zafer, Avrupa çapında muazzam bir umut ışığı olacak. Ama Marksizmin bize sunduğu metotlarla bakıldığında görülebilen olasılıkları ortaya koymak, geçmişten ders almak, yüzünü Syriza’ya çevirmiş kitleleri uyarmak, Troyka ve Yunan burjuvazisine karşı onlarla omuz omuza yürümek, en küçük kazanım için birlikte mücadele etmek, ama onları hep AB burjuvazisinden tam bir kopuşa çağırmak, yapılması gereken bu. Hiçbir biçimde soyut sosyalizm çağrılarıyla yetinmemek, kitleleri mücadelenin içinde ileriye çekmek işin ABC’si. İyisi mi son bir kez EEK’in seçim bildirgesine kulak verelim:

EEK bir Syriza zaferi karşısında kayıtsız olmadığı gibi, kemer sıkmanın boğuculuğuna karşı azıcık soluk alabilme amacıyla bu zaferi özleyen kitlelere de burun kıvırmaz. Biz, Stalinist Yunanistan Komünist Partisi’nin [KKE] yaptığı gibi, sağ partiler ile Syriza’ya eşit mesafede durmuyoruz, aralarındaki farkları yok saymıyoruz. Halkın öfkesini paylaşıyoruz, mücadelesine katılıyoruz. Troyka’ya, Memorandum savunucusu bloka, kara-mavi-yeşil sağ partilere ve ortak sınıf düşmanına karşı ortak eylemlere hazırız.

            (…)

İşçi sınıfının, gençliğin, aydınların bağrında, Syriza’yı destekleyen veya umutlarını ona bağlayanları, önderliklerine, burjuvaziden, onun siyasi hizmetkârlarından, her türlü oportünistten ve sermaye iktidarının yardakçılarından kopma talebini yöneltmeye çağırıyoruz. “Devletin devamlılığı” politikasını ve emperyalizmle, müflis kapitalizmle, AB, İMF ve NATO ile anlaşmaları reddetmeye çağırıyoruz.

Halk tabanının bu yönde atacağı her adımda, siyasi bağımsızlığımızı, eleştirilerimizi, reformist önderlerin bu tür gerekli kopuşlara hiç hazır olmadıkları konusundaki uyarılarımızı muhafaza etmekle birlikte, halkın yanında olacağız. Bu önderler daha şimdiden sermayeyi ve AB’yi, eylemleriyle, ama daha da özel olarak programlarıyla rahatlatmaya çalışarak kölece tavırlarını ortaya koymuş bulunuyorlar.

Borcun tek taraflı olarak ve istisnasız reddedilmesi ve AB, Avrupa Merkez Bankası ve İMF’nin kurduğu hapishaneden çıkılması olmaksızın kemer sıkma önlemlerinin ortadan kaldırılması mümkün değildir. Kemer sıkma, borç ve Troyka, aynı canavarın farklı başlarıdır; birini keserken ötekileri bırakmak mümkün değildir. [Syriza’nın öne sürdüğü] bütünüyle yetersiz “Selanik Programı” halkın ıstırabından oluşan okyanusu çay kaşığıyla boşaltmayı öneriyor. Ve Syriza’nın “devletin devamlılığı”na sadakati, Şili’de 1973’te yaşanan tipten bir trajedinin yolunu döşüyor.

İşte geçiş taleplerinin bizi günün somut ihtiyaçlarından hareketle proletarya iktidarının eşiğine getirmesi için aynı zamanda böyle bir devrimci partiye ihtiyaç var!