Suriye nereye?

Suriye nereye?

Suriye’de yaşanan ve Batı Asya’nın (Ortadoğu’nun) bütününün büyük bir sarsıntı yaşamasına yol açması beklenen büyük değişimin nasıl ortaya çıktığını bu değişimin zeminini hangi güçlerin hazırladığını, Esad’ın Baas rejiminin neden çöktüğünü, çeşitli dış güçlerin HTŞ (Heyet Tahrir el Şam-Büyük Suriye Kurtuluş Örgütü) ile SMO’nun (Suriye Millî Ordusu, yani Erdoğan hükümetinin emrindeki Suriye ordusu) zaferinde nasıl bir rol oynamış olduğunu ele alan bir yazı daha önce Gerçek sitesinde yayınlanmıştı. O yazının ana ekseni Baas rejiminin, herkesi şaşırtan bir süratle çökmesinin ardındaki dinamiklerin anlaşılmasına ve bunun Batı Asya genelinde yaratacağı değişimin derinliğinin ölçülmesine yönelikti. 

Şimdi görev, 8 Aralık’tan bu yana geçen yaklaşık bir aylık süre içindeki gelişmeleri de göz önüne alarak Suriye, Türkiye ve genel olarak Batı Asya bağlamında ortaya çıkan yeni dinamikleri soğukkanlı biçimde kavramaya çalışmak ve böylece önümüzdeki dönemin olasılıklarını mümkün olduğunca berrak biçimde öngörmektir. 

Elbette olasılıklar tek bir senaryoya indirgenemez. Okur aşağıda görecektir ki, Suriye’nin geleceği en az iki ana senaryo temelinde incelenebilir: “Kravatlı tekfircilik” olarak niteleyebileceğimiz, kendini ve uzun vadeli hedeflerini gizleyen bir rejimin Suriye’yi, ön planda Türkiye olmak üzere emperyalist sisteminin himayesinde tek bir devlet olarak birleştirdiği bir gelişme biçimi. Buna alternatif olarak HTŞ’nin ve onun ardındaki Türkiye’nin Suriye’deki değişik güçleri kontrol altına alamadığı, emperyalizmle tam bir anlaşma sağlayamadığı, ülkenin farklı eğilimde savaş ağaları arasında parçalanmasına sahne olduğu Libyavari bir senaryo.

Bu iki senaryonun elbette çok farklı sonuçları olacaktır. Türkiye her iki senaryoda da HTŞ’nin “hamisi” rolünü oynamaya çalışacaktır. Ama bu iki senaryonun Suriye, Türkiye ve Batı Asya’nın tamamı açısından sonuçları çok farklı olacaktır.

Öyleyse bu iki senaryoyu ve bunların doğuracağı sonuçları soğukkanlı biçimde inceleyelim. Bu incelemeden sonra yeni durumun Kürt sorununda ne gibi sonuçlar yaratabileceğini kendi içinde inceleyelim. Son olarak, Suriye depreminin bölgede bugüne kadar faal olmuş ana güçler açısından ne anlama geleceğini öngörmeye çalışalım. 

İki farklı senaryo incelemesi esas olarak Suriye ve Türkiye’nin (ve dolayısıyla Kürt halkının ve hareketinin) önümüzdeki dönemde bu gelişmeden nasıl etkileneceğini ele alacak. Son bölüm ise İsrail’den Rusya ve İran’a, Hizbullah’tan Irak’a kadar bölgede faal diğer güçler üzerinde odaklanacak.

I. Türkiye’nin yeni Kıbrıs’ı olarak Suriye

1. Tayyip Erdoğan’ın Rabiacılık olarak adlandırdığımız siyasi stratejisinde Batı Asya ve Kuzey Afrika’da (BAKA bölgesinde) ve bunun ötesinde Afrika’nın Müslüman çoğunluklu ülkelerinde bir nüfuz bölgesi kurmak, bu sayede Türkiye burjuvazisinin petrol ve doğal gaz tedarikini, dış ticaretini ve dış yatırımlarını, bu ülkeler üzerinde hâkimiyetini geliştirmek, son tahlilde “ümmet” fikri etrafında hilafetin yeniden tesisine kadar gidebilecek bir misyonu gerçekleştirmek daima merkezî bir yer tutmuştu. Ne var ki, Gezi ile başlayan halk isyanının yarattığı büyük sarsıntı ile Mısır’da 2013 yılında yaşanan Bonapartist darbe, bu stratejik yönelişi altüst etmişti. Suriye rejiminin İran ve (2015’ten itibaren) Rusya tarafından koruma altına alınması ise ilk düşebilecek kalenin çok dirençli olmasına, uzun mu uzun bir ölüm sürecine sahne olmasına yol açmıştır. Baas rejiminin “hızla çöktüğü”, “13 günde tepetaklak olduğu” türü bir anlatı çok yaygındır ve çok şaşırtıcıdır. Baas rejimi 15 Mart 2011’den 8 Aralık 2024’e dek, yani 13 yılı aşkın bir zaman dilimi boyunca, ABD’nin, İngiltere’nin, Batı Asya’nın en güçlü ve kimi zengin devletlerinin (en başta Suud’un, Katar’ın ve Erdoğan Türkiyesi’nin) dört bir yandan saldırısına maruz kaldığı halde ayakta kalmayı başarmıştır. 13 gün ne demek, 13 yıl boyunca direnmiştir. Şaşırtıcı olan başka şeydir: Tam da bu başarı çerçevesinde “iç” savaşı kazanmış görünen rejimin bu aşamada ani çöküşüdür. “Ani çöküş” analizi bu doğru anlamında anlaşılırsa İsrail ile Türkiye’nin her birinin kendi açısından oynadığı rolün ne kadar önemli olduğu ortaya çıkar. İlki Hizbullah’ı paralize ederek, ikincisi HTŞ ve SMO kozlarını 2016’dan beri rejimin zafer görünümüne rağmen sebatla koruyarak Baas’ın çöküşünde çok önemli birer rol oynamışlardır.

2. Bu ısrar sonucunda Erdoğan Türkiye topraklarına ilk sömürgesini eklemek yolunda ilerliyor. Bu süreç başarıyla tamamlanırsa Türkiye, Kuzey Kıbrıs’tan sonra sınırları dışında ikinci bir sömürge elde etmiş olacak. Bunun 21. yüzyıl Türkiye’sinde hâkim durumdaki gerici ve milliyetçi ideolojik atmosfer bağlamında Erdoğan’a büyük halk kitleleri nezdinde yeniden büyük bir prestij kazandıracağı, gerilemekte olan itibarının bir sıçrama ile tekrar yükseleceği öngörülebilir. Erdoğan Suriye’de “king-maker” olmuştur. Koskoca bir ülkeyi ve yarım yüzyıldan uzun süren bir diktatörlüğü dize getirmiştir. İslam’ın kılıcı olmuş, laik Suriye’de Sünni İslam’ın önünü açmıştır. “Kıbrıs Fatihi” Ecevit’ten sonra “Suriye Fatihi” Erdoğan’dan söz edilecektir bundan sonra. Erdoğan “Rabiacılığın” ilk zaferini kazanmıştır. Evet, yaslandığı güç Rabiacılık düşünün temeli olarak tasarlanan İhvan-ı Müslimin değildir, “kravatlı tekfirci” bir silahlı harekettir. Ama Arap dünyasında, hem de komşusu olan bir ülkeyi büyük oranda etkisi altına almayı başarmıştır. Elbette ki Erdoğan tüm bunları kendi başına başarmamıştır. Tam tersine tüm bu başarılar büyük oranda mutfakta her şeyi pişiren ama perde gerisinde kalmayı yeğleyen, İslam dünyasındaki işlerini “Müslüman” bir vekille yürütmeyi tercih eden emperyalist hamilerinin, en başta da 15 Temmuz’dan itibaren Erdoğan ve Bahçeli’nin başında olduğu istibdad rejimiyle çok özel bir ilişki geliştirmiş olan İngiliz emperyalizminin eseridir. Emperyalistler, Erdoğan kendi çizdikleri dairenin içinde kaldığı ve Batı Asya'yı saran ateşin içinde sıcak patatesi tutan o olduğu müddetçe, onun İngiliz PR çalışması kokan şekilde Türkiye içinde “fatih”, İslam dünyasında “halife”, Arap dünyası nezdinde ise “Batı’ya ve İsrail’e kafa tutan mücahit” rolünü oynamasından rahatsız olmayacaktır. 

3. Suriye’de Arap burjuva devriminin çoktan yozlaşmış olan son kalıntıları da bu süreç içinde süpürülecek ve yok olacaktır. Türkiye kendini ancak taktik mülahazalarla (Batı emperyalizmiyle açıktan çelişkiye düşmeyecek derecede) sınırlayacak bir tekfirciliğin damga vurduğu bir ülkeyi perde arkasından yönetme göreviyle karşı karşıyadır. Erdoğan’ın ümmet ve hilafet düşlerinin ilk adımları gerçekleşmektedir. Eğer HTŞ’yi tümüyle hakimiyeti altına alabilirse, Erdoğan resmî biçimde olmasa da ümmetin bir ikinci yurdunu idare edecektir. Türkiye’nin Suriye ile uzunluğuyla ünlü 911 kilometrelik sınırı artık yalnızca resmen vardır, gerçekte yoktur. Bunun Türkiye toplumu için birçok vahim sonucu olacaktır.

4. Türkiye toplumunu dolaysız biçimde ilgilendiren ilk vahim sonuç elbette Türkiye’de Alevi, Suriye’de Nusayri olarak bilinen mezhep temelli toplumun geleceğine ilişkindir. Suriye Baas rejimi, Sünni Müslüman çoğunluğun azınlıkları ezmesine laik bir çerçevede barikat oluşturan bir Alevi katman tarafından yönetiliyordu. Bu, Sünni Müslüman ortamdan kaynaklanan, İhvan’dan tekfircilere bir yelpazeye yayılan çeşitli siyasi hareketlerde bir öfkenin birikmesine yol açmıştı. Şimdi kravatlı tekfirci yönetimin gözetimi altında çeşitli silahlı grupların başta Nusayriler olmak üzere Hıristiyanlara, Dürzilere, Ermenilere ve başka azınlık gruplarına ağır saldırılar düzenlemesi ciddi bir olasılıktır ve 8 Aralık’tan sonra “Esad’ın komutanlarını yakalama avı” kılığı altında Lazkiye ve Tartus gibi Akdeniz kıyısındaki bölgelerde yerleşik Nusayri topluluklarına karşı yapılan denemeler de bu olasılığın ne ölçüde elle tutulur olduğunu kanıtlamıştır. Bu tür olası Nusayri-Alevi katliamının Suriye’de akrabaları yaşayan Türkiye Alevilerinde infial doğuracağı, dahası burada da Alevilere karşı Sünni çoğunluğun saldırılarına yol açacağı beklenebilir. Başta 1978 Maraş ve 1980 Çorum katliamlarında ve benzeri birçok olayda büyük rol oynamış faşist çetelerin de bu gelişmelerde taraf olması hiç şaşırtıcı olmayacaktır. Alevilerin en büyük ifadesini Gezi ile bağlayan halk isyanında bulan nefis müdafaası önümüzdeki dönemde büyük önem taşıyacaktır.

5. Tarikatlar ve cemaatler Suriye’de misyoner faaliyetine girişecektir. Türkiye İslamcılığı uluslararası bir statü kazanacak, tarikatlar Osmanlı döneminde sahip oldukları statüyü yeniden elde etme fırsatını bulacaktır. Yeni müritler kazanacaklar, önce büyük ekonomik yük altına girmek zorunda kalacaklarsa da zamanla Suriye faaliyetlerinden de para kazanacaklardır. Elbette Menzil gibi Suriye’ye yakın coğrafyada (en başta Adıyaman’da) konuşlanmış tarikatlar en büyük parsaya göz dikecektir. Suriye’de yeni Arap müritler kazanılması, başka Arap ülkelerine sızmada elverişli bir ortam yaratacaktır. Tarikatların prestiji ve sosyo-ekonomik gücü kat kat büyüyecektir. Osmanlı’nın özellikle Balkanlar’da yayılmasında önemli bir rol üstlenmiş olan “dervişan” modeli Suriye’nin fethinde örnek olabilir. Ne var ki Türkiye kaynaklı bu İslamcı misyonerlik modelinin, Türkiye’deki cemaat ve tarikatların birçoğunun İslam anlayışını tekfir eden bir Selefi gelenekten gelen HTŞ tarafından nasıl karşılanacağı, HTŞ’nin hakimiyetindeki Suriye’de, Türkiye kaynaklı İslami misyonerliğin halk arasında yayılmasının siyasi sonuçlarının ne olacağı birçok belirsizlik içermektedir. Türkiye Suriye’ye kendi İslam anlayışını ihraç etmeye çalışırken, Türkiye’nin HTŞ ile yakın işbirliği içinde olmasının yaratacağı ortam sayesinde Selefi akımların Türkiye’deki etkisini arttırması da mümkündür. 

6. Türkiye bu başarılı ataktan sonra Batı Asya’da ve Afrika’da çok daha fazla ilgi odağı haline gelebilir. Afrika’da bugüne kadar kendisinden daha güçlü olmuş olan rakibi Rusya Suriye’deki üslerini koruyamazsa Afrika’ya erişim olanakları bakımından ciddi bir darbe yiyeceği için ve kendisine umut bağlayan ülkelerin sorununa merhem olamadığı ortaya çıktığı için prestij yitirecektir. Bu nedenle şimdilik emperyalist ülkelerin itibar yitiminden en önde yararlanan Rusya’nın bu gerilemesi bağlamında Türkiye’nin Afrika’da şansı daha da artacaktır. Rusya’nın Suriye’deki askeri üslenmesini Libya’nın Halife Hafter hakimiyetindeki bölgeye kaydırma çabası somutluk kazanırsa, Türkiye ve Rusya’nın bu sefer Libya cephesinde karşı karşıya gelme ihtimali vardır. Kuzey Afrika’da ve Sahraaltı Afrika’da özellikle Fransız emperyalizminin gerilediği süreçte bölgede rakip pozisyonda olan Türkiye ve Rusya bu süreçte düşmanlaşabilir.  

7. Sadat’ın Asya ile Afrika üzerinde Türk hegemonyası şeklinde yorumlanması gereken “Asrika” projesi bir ilk atılım yapmış olacak, bu örgüt gittikçe daha faal ve nüfuz sahibi hale gelme fırsatına kavuşacaktır. Sadat için uluslararası konjonktür de oldukça elverişli hale gelmektedir. İngiliz emperyalizminin terör örgütü listesindeki HTŞ’yi bir kurtuluş örgütüne dönüştürmek için resmi devlet ajansı BBC üzerinden başlattığı PR kampanyası giderek genişlemektedir. HTŞ’nin inşa ettiği yeni Suriye ordusunda üst düzey mevkilerde görev verdiği yabancı savaşçılar vesilesiyle, Türkistan İslam Partisi gibi yapılar da aklanma kampanyasından nasibini almaktadır. Suriye adım adım Batı emperyalizmin himayesinde, tekfirci-mezhepçi örgütlerin Rusya ve Çin’e karşı gerilla savaşı için militan ihraç edeceği bir platforma dönüşmektedir. ABD’nin Sovyetlere karşı kullandığı Taliban örneği ortadayken, bu örgütler emperyalizm için ne kadar kullanışlı olurlarsa olsunlar sonuçta güvenilmez yapılardır. Böyle bir ortamda bölgedeki tek NATO ordusu olan TSK’yla iç içe geçmiş bir yapı olarak Sadat’ın önünde muazzam fırsat pencerelerinin açılacağını öngörmek mümkündür.

8. Türkiye ile ABD arasında IŞİD’in bir güç haline gelişinden itibaren açılan yarık, nihayet bir yakınlaşmayla onarılabilecek olabilir. Trump’ın Beyaz Saray’a geçmesiyle bu olasılık daha da yükselecektir. “Batı Asya’da Büyük Sarsıntı” başlığını taşıyan bir önceki yazımızda HTŞ zaferinde İsrail ve Türkiye dışında ABD’nin de dahli olması olasılığından söz etmiştik. Henüz bu konuda kesinleşmiş bilgi yok. Şayet bütün plan ve hazırlıklar üçlü olarak (ABD-İsrail-Türkiye üçlüsü olarak) yapıldıysa yakınlık şimdiden kurulmuş demektir. ABD’nin HTŞ’ye yönelik tavrı, HTŞ’nin büyük taarruzunun hazırlık sürecinin çok daha içinde olduğu anlaşılan Britanya’ya göre çok daha temkinli gözükmektedir. İsrail ise her ne kadar HTŞ’nin taarruzunu kendisi için Suriye topraklarında stratejik mevzileri işgal etmek için bir fırsata dönüştürmüşse de bu örgütü vekilleştirmiş değildir. Bu yüzden İsrail, HTŞ’nin Baas rejiminden kalan askeri altyapıyı kullanmasını engellemek üzere yoğun bir bombardıman gerçekleştirmiş ve bu örgütün dişlerini sökerek, emperyalist hamilerinden özerk hareket etme ihtimalini sınırlandırmaya çalışmıştır. Tüm bu çelişkilere rağmen Suriye’de HTŞ’nin merkezinde olduğu yeni yapı ABD ve İsrail için bölgedeki baş düşman, Türkiye’nin Rabiacı dış siyaseti için ise baş rakip olan İran’ın geriletilmesinde buluşturmuştur. Trump, selefinden farklı olarak Suriye’de müttefiklerine alan açarak daha uzak mesafeden Amerikan çıkarlarını gözeten bir politika izleme eğilimindedir. Trump, Suriye’nin Kuzeyi’nin TSK ve onun uzantısı SMO’dan müteşekkil güçlerle bir NATO koridoru halinde tutulduğu, güneyde İsrail’in gözetiminde, Golan’dan Irak sınırına uzanan ABD’nin El Tanf üssünde doğrudan eğitip donattığı vekil ÖSO güçleriyle kontrol edilen bir koridor kurulduğu, Fırat’ın doğusunda PYD/YPG’nin petrol kuyularında jandarmalık ve DAİŞ militanlarının bulunduğu hapishanelerde gardiyanlık yaptığı, Suriye’nin geri kalanının da dişleri sökülmüş kravatlı tekfirciliğe bırakıldığı bir senaryoyu arzuluyor gözükmektedir. Bu senaryoya giden süreç bir yandan Türkiye ile Amerika arasında ilişkilerin ısınmasını ve ciddi bir yakınlaşmayı beraberinde getirirken, Türkiye’nin Rusya ve Çin’le ilişkilerde izlediği denge politikasının da Batı lehine zayıflayacağı öngörülebilir.

9. Türkiye’deki Suriyeliler konusu iki ucu keskin bıçak gibidir. Erdoğan açısından Suriyelilerin zorlama yoluyla buradaki ortamlarından koparılarak def edilmesi kabul edilemez bir şeydir. Suriyeliler artık onun doğrudan seçmeni gibidir. Erdoğan bu kitle Türkiye’de kaldığında onu muhaliflerine karşı bir oy deposu, Suriye’ye döndüklerinde de Suriye üzerinde kendi nüfuzunun potansiyel ajanı olarak görmektedir. Erdoğan için büyük mali ve siyasi yükleri ve riskleri göze alarak yürüttüğü göçmen politikasının meyvelerini toplama vakti gelmiştir. Buna karşılık Zafer Partisi Suriyelileri kovmak için daha da fazla argüman elde etmiştir. “İşte savaş bitti, Esad gitti” gerekçesiyle eskisinden daha sert yüklenecektir. CHP’nin de bu kozu oynamaya çalışması yüksek olasılıktır. Yani “Suriyeliler” daha da güncel bir konu haline gelecektir.

10. Gayrimenkul yatırım ortaklıkları ve daha genel olarak müteahhit sermayesi Suriye’nin “yeniden inşa” sürecinde pay kapma bakımından bütün dünyanın en yüksek şansa sahip olan adaylarıdır. Şayet ABD Birleşmiş Milletler’den veya zengin ülke konsorsiyumlarından mebzul miktarda finansman çıkarabilirse, Türkiye sermayesi ve ekonomisi ciddi bir büyüme atağına geçebilir. Havalimanı işletme şirketi TAV’ın bir numaralı yöneticisi Sani Şener, geçtiğimiz günlerde Bloomberg televizyonunun kendisi ile yaptığı röportajda kendisine bu konuda soru sorulmadığı halde durup dururken “Şimdi bakın bir Suriye olayı var. Deli gibi Suriye okuyoruz, deli gibi Suriye takip ediyoruz” diyerek bu tespiti doğrulamıştır. Bankalar, Suriye’yi yağmalamak amacıyla bu yeniden inşa faaliyetine finansman yaratma konusunda yoğun bir çaba içine girecektir. İhracatçılar Suriye’ye ülke ekonomisi düzeldiği ölçüde mal satmak için hazırda beklemektedir. Erdoğan Irak Kürdistan Bölgesel Hükümeti sınırları içinde Türk lirasının esas para birimi haline geleceği umudunu yıllar önce belirtmişti ama bu geçekleşmedi. Buna karşılık, bugünden sonra “Suriye lira”sının (bir diğer adı “Suriye poundu”dur) yerini kısa süre sonra (elbette gayri resmî düzeyde) Türk lirası alırsa şaşırmamak gerekir.

11. Erdoğan’ın ve Türkiye burjuvazisinin tamamının Akdeniz’in altında yatan doğal gaz yataklarının gelirinden Türkiye’nin de pay alması için giriştiği çabaların önü açılmıştır. Suriye’de Kürt sorunu konusunda yeni bir ortam yaratılması halinde Irak’ın kuzeyinde Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nde de Türkiye’ye yakınlaşma yolunda bir eğilim doğduğu takdirde buna Kerkük petrolü de eklenebilir. Suriye, Türkiye kapitalizmine kendi getireceği ekonomik avantajlar dışında bölgesel olarak da önemli olanaklar yaratma potansiyeline sahiptir.

12. TSK ve Emniyet teşkilatı yeni “Emirliğin” güvenlik güçlerini eğitim, donatım, operasyon rehberliği gibi alanlarda himayesine alarak sömürge ilişkisinin sağlamlaşmasına katkıda bulunacaktır.

13. SMO bir ikinci ordu olarak Erdoğan’a yararlılığını kanıtlamış bulunuyor. Bundan sonra Erdoğan nihayet İran Devrim Muhafızları gibi kendisine SMO’dan çok daha bağlı bir ikinci ordu kurma yoluna gidebilir. HTŞ’nin SMO’nun yeni Suriye ordusunun belkemiğini oluşturmasına razı olmasını beklemek hayalcilik olur. Kendisi bir ordu hareketidir. Bu yüzden SMO hem Suriye’de hem Türkiye’de bir “Erdoğan ordusu” olarak iş görebilir. SMO’nun Suriye’nin Kuzey’indeki NATO koridoru dışında Türkiye sınırları içinde bazı TSK kışlalarındaki eğitim faaliyetleri haricinde göz önünde olması elbette ki beklenmemelidir. Ancak herhangi bir büyük siyasi krizde muhtemelen (bir iç savaş olasılığında ise mutlak surette) bu ordunun, Hürriyet Devrimi’nin gerici 31 Mart ayaklanmasını bastıran hareket ordusu gibi ama bu sefer karşı-devrimci karakterde bir “hareket ordusu” olarak Erdoğan’ın muhaliflerini tepelemek üzere ülkenin merkezine yürümesi asla olasılık dışı görülmemelidir. 

II. Başarıdan kâbusa: Savaş ağaları rejimi, ufalanma, sürekli savaş hali ihtimali

14. Yeni Suriye üstesinden kolay gelinemeyecek çelişkiler taşıyor. Bunların başında HTŞ’nin ideolojik karakteri ile onun başa geçmesini olanaklı kılan ittifakın arasındaki derin çelişki gelmektedir.

15. İsrail açısından HTŞ seküler bir rakibe karşı oynadığı ilk koyu İslamcı örgüt değildir. İsrail’in FKÖ’yü bölmek ve zayıflatmak için Hamas’ı desteklediği ama sonra bundan pişman olduğu sır değildir. Aynı şey kısmen seküler Baas rejimine karşı HTŞ oynandığında da gündeme gelecektir. HTŞ’nin İslamcılığı Siyonistleri rahatsız etmez. Ama İslamcılık dolayısıyla Siyonizm karşıtlığı ya da daha ileri düzeyde Yahudi düşmanlığı (anti-Semitizm) veya jeostratejik çelişkiler İsrail’in bu yeni tehlikeye karşı acımasız olmasına yol açabilir.

16. Daha genel olarak Ahmet el-Şera (kod adıyla el Colani) ve HTŞ’ye bugün bütün emperyalist dünyada yapılmakta olan makyaj çok kısa süre içinde akabilir. Bu, Erdoğan’ı HTŞ ile baş başa bırakabilir, yeniden yalnızlaştırabilir. 

17. Böyle bir durumda yeniden inşa faaliyeti, Suriye’nin yeniden silahlandırılması (İsrail, birkaç gün içinde 350 askerî hedefi tahrip ederek Suriye’yi dişsiz ve pençesiz bırakmış bulunuyor), insani yardım ihtiyacı vb. tam anlamıyla çıkmaza girecektir, Suriye Türkiye burjuvazisine bir kazanç getirmek bir yana ağır bir yük haline gelecektir. Aynen bugün Taliban’ın ideolojik yönelişi dolayısıyla emperyalist düzen nezdinde “parya” durumuna düşmesi ve insani yardım bile alamaması durumunda olduğu gibi yeni Suriye de ağır bir yalıtılma olasılığı ile karşı karşıya kalacaktır. Bu tür bir basınç altında kaldığı takdirde yeni Suriye zaten şimdiden var olan çatlaklarının zayıf teyellerinin atmasıyla parçalanma yoluna girecektir.

18. Kürt sorununda bir pürüz yaşaması, yani Demokratik Suriye Güçleri (DSG), Suriye Kürtlerinin partisi PYD ve Halk Koruma Güçleri (YPG) bileşiminin temsil ettiği Kürt hareketinin Türkiye’ye bağlı güçler ile çatışmaya girmesi halinde, bu, Erdoğan’ın yeni sömürgesinin daha da ciddi çatlaklara maruz kalması demektir.

19. Bu ufalanma Suriye’yi aynen Libya gibi yönetilemez bir savaş ağaları ülkesi haline getirebilir. Üstelik bunların bir kısmı ağır tekfirciler olabilir. Bugün HTŞ’ye eşlik eden küçük ordular arasında Çeçenler, Uygurlar ve benzeri başka radikal İslamcı güçler vardır.

20. Böyle bir durumda IŞİD’in yeniden güçlenmesi mümkündür. IŞİD, HTŞ’nin, onunla aynı kulvarda koşan ama çok daha tutarlı rakibi olarak onun başarısının meyvelerini toplayabilir. HTŞ’nin Batı emperyalizmi ile kurduğu utanç verici ilişkilerin zaman içinde bu hareketin tabanında tepki yaratmaması mümkün değildir. Emperyalistlerin HTŞ’nin iktidarına verdikleri kredinin karşılığını faiziyle isteyeceklerinden de şüphe duyulmamalıdır. DAİŞ ya da yeni türde radikal İslamcı, tekfirci-mezhepçi karakterdeki hareketlerin bu çelişkilerin içinden yükselişe geçmesi mümkündür. Bu iki senaryo arasında Erdoğan açısından büyük fark vardır ama Türkiye’nin işçi, emekçi ve ezilenleri (en başta Alevileri) açısından kırk katır ile kırk satır arasında bir seçim söz konusu olacaktır.

III. Suriye’de depremin Kürt sorunu üzerindeki güncel ve olası etkileri

21. Bahçeli-Öcalan iletişimi temelinde Türkiye politikasında yaşanan depremin Suriye’de yaşanan büyük sarsıntı ile organik bir ilişki içinde olduğu artık tamamen anlaşılmıştır. “Batı Asya’da Büyük Sarsıntı” yazısında iki gelişmenin zamansal akışının nasıl uyum içinde olduğu izah edilmişti. O yazıda değinilmeyen bir konuyu da burada ele alacak olursak, Erdoğan’ın İsrail’in “Vadedilmiş Topraklar” ideolojik saplantısı yüzünden Filistin ve Lübnan’dan sonra “vatan topraklarımıza” gözünü dikeceğine dair açıklamasının zamanı 1 Ekim’dir, mekânı Meclis’tir. Bahçeli DEM Parti grubunun ileri gelenlerinin elini işte bu açıklamanın yapıldığı oturumun sonunda sıkmış, ondan bir süre sonra da Öcalan’ın DEM Parti grubuna gelerek örgütü dağıttığını açıklamasını önermiştir. Erdoğan’ın İsrail’in Türkiye toprakları için bir tehdit haline geldiğine ilişkin çıkışı elbette demagojidir. Ama çok büyük ihtimalle Erdoğan artık İsrail ile HTŞ işbirliği içinde Hizbullah’ın felç edilmesine ve Esad’ın böylelikle devrilmesine ilişkin plandan haberdardır. Dolayısıyla, bu bilgiye sahip olmayanların bilemeyeceği bir şeyi bilmektedir: Türkiye HTŞ/SMO işbirliği temelinde Suriye’yi hâkimiyeti altına aldığında Türkiye ile İsrail komşu olacaklardır. Bugün İsrail, Golan Tepeleri’ne yakın bölgeyi de hâkimiyetine aldığından Şam’ın çok yakınına kadar gelmiş bulunuyor. 

22. Erdoğan, ayrıca, Esad’ın düşüşünden bir hafta sonra yaptığı bir konuşmada Suriye konusunda “bölünmeye katiyen izin vermeyiz” fikrini çok kesin ifadelerle vurgulamıştır. Burada hem yukarıda sözü edilen savaş ağaları rejimine hem de Rojava’nın varlığına tahammül edilmeyeceği söylenmektedir. İkincisi nasıl engellenecektir? Bunun askerî yolu YPG’nin yenilgiye uğratılmasıdır. Bu TSK/HTŞ/SMO işbirliğiyle yapılabilir ama YPG’nin ardında şimdilik ABD vardır. ABD, HTŞ’nin Fırat nehrine kadar ilerlemesine ses çıkarmamış, dahası PYD/YPG’nin güçlerini herhangi bir çatışmaya girmeden Fırat’ın doğusuna çekmesi için muhtemelen belirli güvenceler de sunmuştur. Nitekim ABD, HTŞ’yi Fırat’ın doğusuna yönelmesi halinde hem ekonomik ve siyasi yaptırımlarla tehdit etmekte hem de sıcak anlarda DAİŞ karşıtı koalisyona ait savaş uçaklarını devreye sokarak bu tür bir genişlemeye izin vermeyeceğini göstermektedir. İşte Bahçeli’den başlayan atak bu sorunu aşmak üzere gündeme gelmiştir. Girişimin Bahçeli’den gelmesi, MHP’nin Erdoğan’ın girişimine tutsak olmadığını, “vatanın selameti” için Kürt-Türk işbirliğini öne sürmenin onun fikri olduğunu vurgulamak içindir muhtemelen. Aksi, Bahçeli’nin faşist camiada terörizmle yeniden işbirliği yapmaya başlayan bir Erdoğan’ın stepnesi olmakla suçlanmaya karşı kırılgan durumda bırakırdı.

23. “Batı Asya’da Büyük Sarsıntı” yazısı şöyle bir öngörüde bulunuyordu: “Suriye’nin yeni durumunda Rojava’nın kaderi orada askerî olarak belirlenmekten ziyade Türkiye’de Kürt hareketinin Cumhur İttifakı’nın kendisine yapmış olduğu teklife nasıl cevap vereceğine bağlı olacaktır.” Bu öngörü şimdilik doğrulanıyor. Esad’ın düşüşünün ertesinde SMO ile YPG arasında doğan ciddi gerilimin ancak Suriye’deki ABD kuvvetlerinin ültimatomuyla durdurulabildiği hatırlardadır. Ama aradan neredeyse bir ay geçtiği halde, çok kısmi kontrol dışı olayların ötesinde iki taraf cephe cepheye gelmekten kaçınmaktadır. Bunun nedeni, her iki tarafın da Türkiye’de başlamış olan görüşmeler silsilesinin sonuçlarını bekliyor olmasıdır. Elbette uzun bir geçmişi olan bir siyasi gerilimin sonucunda karşı karşıya gelmiş iki silahlı güç arasında bazen ikincil faktörlerde beklenmedik anlarda bile çatışma patlak verebilir. Ama esas rüzgâr Ankara-İmralı arasındaki diyalog tarafından esmektedir.

24. “Batı Asya’da Büyük Sarsıntı” yazısı aynı zamanda Kürt hareketi içinde var olan anlaşmazlık bağlamında “Yeni doğan durumun Kürt hareketi içinde ‘Sünni İslam dava birliği’ görüşünü savunanların elini güçlendireceği açıktır” yargısına ulaşıyordu. Bu mesele ilk kez ortaya çıktığında Kandil’in İmralı’nın planlarına karşı çıktığına, hatta Öcalan’ın bir aşamada Kandil’le telefon görüşmesi yaparken telefonu karşı tarafın suratına kapatmış olduğuna dair güvenilir haberler uluslararası basında (Al-Monitor Turkey) yer almıştı. Bu yüzden yazımız “görüşmelerin şimdilik çıkmaza saplanmış olduğu anlaşılıyor” dedikten sonra ekliyordu: “Bu çıkmaz Suriye’de ortaya çıkan yeni toplu durumun ışığında aşılabilecek midir, bunu zaman gösterecek.” Zaman en azından şunu göstermiştir: Suriye’deki yeni toplu durum Kandil’in susmasına ve/veya şimdilik bekleyişe geçmesine ya da önemsenmemesine yol açmıştır. Yani bir kez daha Suriye meselesi ile Kürt sorununun kısa dönemli kaderi birbirine bütünüyle bağlanmıştır. Ancak bir anlaşma sağlansa bile belirli yol kazaları yaşanabileceği ve başta çözülmüş gibi duran pürüzlerin hiç beklenmedik anlarda birer engel olarak yükselebileceği hiç unutulmamalıdır.

25. Gerçekleşip gerçekleşmeyeceği belirsiz olmakla birlikte bugün Erdoğan-Bahçeli-Öcalan üçlü iletişimi ile (Öcalan’ın ifadesiyle Bahçeli-Erdoğan paradigması) gündemin merkezine oturmuş olan yeni yönelişin yalnızca Erdoğan’ın yeniden seçilme arzusuna ya da yalnızca yeni anayasaya destek arayışına bağlanması sığ bir bakışın ifadesidir. Erdoğan, “kişisel ikbalini ulusal çıkarların üzerinde tutuyor” eleştirisi doğru olsa bile bu, yaşanan sürecin esasında Türkiye’nin çok derin bir değişim sürecine girdiği gerçeğini gözlerden saklayacak biçimde ortaya atılmamalıdır. Kaldı ki, Erdoğan’ın kişisel ikbali Rabiacılık yönelişinden, yayılmacılıktan, ümmete dayanan siyasi anlayıştan, hilafet özleminden bağımsız olarak anlaşılamaz. Yani ikisi iç içe geçmiştir. Sırf kısa vadeli kaygılarla Erdoğan’ı yıpratmak hevesiyle üçlü anlaşmayı yeni bir seçimde seçilme kaygısına bağlamak tarihî önemdeki süreçleri perdeleyecektir. Aynı şey neredeyse tıpatıp anayasa meselesi ile de ilgilidir. Her üç konu da birbirine derinden bağlıdır.

26. Bugünkü üçlü anlaşma girişimi doğrudan doğruya Turgut Özal’ın 1993’te ortaya attığı İkinci Cumhuriyet yönelişinin bugünün değişik koşullarında uygulanması yolunda bir atılımdır. İkinci Cumhuriyet programının özü olan, Türkiye Kürtleriyle kurulacak bir ittifakla diğer üç parçadaki Kürtleri Türkiye’nin nüfuzu altına sokma stratejisi bugünkü yönelişin ana hedefini oluşturuyor. Yukarıda da belirttik: Bugün YPG’nin Türkiye’nin yönelişinin bir parçası haline getirilmesi için yürütülen pazarlıklar, yarın önce Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin de adım adım Irak’tan koparılarak Türkiye’nin etki alanına massedilmesi için kullanılacaktır. Bundan da önemlisi, öbür gün İran Kürtlerinin de o ülkeden kopartılması ve Türkiye nüfuzu altına sokulması yolunda bir plan da bu genel yönelişin bir parçasıdır. Bu son noktaya ilişkin olarak İran’ın Azeri azınlığı üzerinde Türkiye-Azerbaycan işbirliği aracılığıyla benzer bir etki yaratılması da bu planın ikizidir. Bütün bunların ardında Amerika ve İsrail’in parmak izini görmeyen ne Özal’ı anlamıştır, ne Siyonizmin Ortadoğu (Batı Asya) konusundaki emellerini.

27. Kısa vadede Türkiye devleti Kürt halkıyla ilişkisinin esas ekseninde Kürt hareketinin çeşitli bileşenleriyle (Öcalan, Demirtaş, DEM Parti ve daha uzak bir ihtimal olarak Kandil) işbirliğini merkeze alacaktır. Ama Suriye’de doğan yeni durum, yarın kuzey Irak’ta yaşanabilecek gelişmeler içinde Hüda-Par Suriye Kürdistan’ına misyoner olarak yollanacaktır. Kürt halkı yeniden koyu bir İslam’ın hâkimiyetine çekilmeye çalışılacaktır. Bu yöneliş başarı kazandığı ölçüde Türkiye tarafında da çok önemli bir etki yaratacaktır.

28. Türkiye’nin PYD/YPG’nin nispeten korunaklı alanına boylu boyunca giriyor olması bir ürküntü yaratacak, Erdoğan-Bahçeli paradigmasına karşı direnme seçeneğinde kaybın büyük olacağına dair korku, Kürt hareketi içinde “Sünni İslam dava birliği” kanadını (İmralı, Edirne, DEM vb.) bu politikanın karşıtlarına göre güçlendirecektir.

IV. Batı Asya’da kum fırtınası 

İsrail savaşa devam

29. İsrail, Hamas ve müttefiklerinin 7 Ekim 2023 El Aksa Tufanı taarruzunun ardından Batı Asya’daki düşmanlarına karşı topyekûn bir savaşa girdi. Birkaç defa denediği provokasyona İran toptan savaş ile cevap vermeyince metodik ve planlı bir biçimde Direniş Ekseni’nin kanatlarını teker teker kesmeye girişti. Esas hedefi olan Hamas’ı en az üç merkezî liderini öldürerek (Haniye, Deyf ve Sinvar) ve sivil kitleleri de katlederek sarsıyor. Hizbullah’ı efsanevi liderini ve bir dizi başka ileri gelen kadrosunu katlederek ve topraklarını iki aya yakın bombalayarak hareket edemez hâle getirdi. Bu sayede elde ettiği avantajlı durumu kullanarak Suriye’yi yalıttı ve HTŞ/SMO aracılığıyla son darbeyi vurdurdu. Bu büyük bir başarıdır. Bu durumda İsrail’i daha da büyük kazanımlar yolunda savaşmaktan kimse alıkoyamaz. Hele Trump zaten durdurmaz. Çünkü Netanyahu ile Trump’ın İran nefreti ortaktır.

30. Esad’ın düşmesinin ardından Trump’ın İran’a karşı “maximum pressure 2.0” (azami basınç 2.0) olarak anılan bir basınç uygulama kararı aldığı Amerikan Wall Street Journal’da çıkan bir haberle duyuruldu. Trump veya Netanyahu’nun İran’ın nükleer çalışmalarını yürütmekte olduğu santrallere hava bombardımanı yapmaya niyeti olduğu yaygın olarak konuşuluyor. 

31. Bu durumda İran’ın da hareketsiz kalacağı düşünülemez. Tam boy bir savaş yaşanabilir. Ancak İran bu karşılaşmada eskisine nazaran çok daha zayıftır. İsrail’in İran’ın hava savunma mekanizmalarını yerle bir ettiği iddiası emperyalist basında sık sık çıkıyor. Öte yandan İsrail’in İran’a karşı teknolojik üstünlüğü son dönem suikastlarında (hatta Cumhurbaşkanı Reisi’nin helikopter “kazası”nda dahi) çarpıcı biçimde ortaya çıkmıştır. Son aylarda ise Direniş Ekseni güçlerinde art arda sarsıntılar yaşanmış, böylece İran’ın asimetrik savaş yürütme olanakları da sınırlanmıştır.

32. Ne var ki İsrail-İran savaşı hemen gerçekleşmeyebilir. Siyonist devletin son dönemde İran’ı yalıtmak bakımından elde ettiği başarılar, onu sinsi biçimde Direniş Ekseni’nin öteki kanatları üzerine oyunlar planlamaya sevk diyor olabilir. Yakın gelecek Irak veya Yemen üzerinde bir operasyona sahne olabilir. Yemen’e ilk füzeler fırlatılmıştır bile. Irak’a gelince, İsrail’in Irak’taki müttefiki Barzani ve serseri mayın Mukteda es Sadr’ın dikkatle incelenmesi gerekiyor.

Şimdi Putin Erdoğan’a muhtaç

33. Rusya’nın önümüzdeki dönemde Suriye’de esas hedefi deniz üssü Tartus’u ve hava üssü Hmeymim’i muhafaza etmek olacaktır. Burada Rusya’nın en çok güvenebileceği destek Erdoğan’dan gelebilir. Erdoğan Putin’in kendisine gelecekte lazım olabileceğinin gayet iyi farkındadır. 15 Temmuz’u “eniştesi”nden duymuştur ne de olsa. Putin ise, Amerikan ve İngiliz emperyalizmi ile birlikte çevirdiği dolaplarla Astana sürecini boşa çıkartan Erdoğan ve Fidan’dan ciddi bir kazık yemişse de bunu sineye çekip Türkiye ile diyalog içinde hareket etmekten daha iyi bir seçeneğe sahip gözükmemektedir.  Dolayısıyla, Erdoğan, Rusya’nın üslerini muhafaza etmesi için HTŞ nezdindeki prestijini kullanabilir. Ne var ki, artık bir bakıma Türkiye’nin elinde rehine gibi olacaktır Suriye’de. Afrika rekabetinde Türkiye için kabul edilemez bir operasyon yapar veya başka bir yanlış adım atarsa, üslerini kaybedebileceğini de bilecektir. 

Hizbullah; Sonun başlangıcı mı?

34. Hizbullah için hayat artık iki kat daha zor: Bir yandan, Suriye denen büyük müttefik bir düşman haline geldi; öte yandan, İran yardımının kısa yolu kesildi. Öyle görünüyor ki bundan sonra ancak deniz yolu kullanılabilecektir. Bu da yardımı hem daha pahalı hem de daha gecikmeli kılacaktır. Hizbullah’ın koskoca bir topluma hizmet sağlıyor olması, onun kolay kolay dağılmasına izin vermez. Ama HTŞ’nin adındaki Şam “Büyük Suriye” demektir. Yani Suriye’nin yeni güçlü adamlarının hedefi Lübnan’a da “kurtuluş” getirmektir. Lübnan devletinin koruyucu kafesini yitirirse Hizbullah’ın bu toplumsal desteği de bugünle karşılaştırılamayacak derecede gerileyebilir. 

İran iki tehlike arasında: savaş ve çözülme

35. İran’ın Direniş Ekseni güçlerini teker teker kaybedip zayıf düşmesi, aynı zamanda on yıla yakın süredir birikmekte olan sosyal hareketlenmenin patlamasıyla rejimin çökmesine kapıyı açabilir. “Ilımlı” denen kanat o aşama yaklaştığında (Esad’ın generalleri ya da Sovyet bürokrasisinin bir kanadı gibi) emperyalizmle işbirliğine ve pazarlığa yanaşacaktır. Özellikle “jin, jiyan, azadi” isyanında İran diasporasının emperyalizm yanlısı çevreleri, sözüm ona “Şah”ı da yanlarına alarak kendi açılarından başarılı, safları sıklaştıran bir atak yapmıştır. İsyanın kadının özgürleşmesini esas olarak kılık kıyafet sorunu ekseninde savunması Batı’nın otomatik bir avantaj kazanmasına yol açmıştır. İran rejiminin çöküşü Suriye’ninkini bir-iki yıl ara ile izleyebilir.

Çin kendi derdinde

36. Çin’i Suriye’nin düşürülmesi olayında en çok ilgilendiren nokta, yakın müttefiki olan İran’ın zayıflamasının ötesinde Türkistan İslam Partisi’nin (TİP) askerlerinin bu süreçte elle tutulur bir rol üstlenmiş olmasıdır. Çünkü 2 bin ile 5 bin savaşçısı olduğu tahmin edilen bu gücün Suriye’de başarı kazanması halinde yarın gücünü Çin’in Doğu Türkistan ya da Uygur bölgesine aktarabileceği açıktır. Bundan dolayı Çin’in HTŞ ile iyi geçinerek TİP’i yalıtılmış halde bırakma politikası izlemeye çalışabilir. Ancak HTŞ’nin bu ayrılıkçı örgütün önde gelen komutanlarını yeni dönemin askeri yapılanmasında önemli mevkilere atadığı düşünüldüğünde Çin için gelişmelerin hiç de olumlu seyretmediği söylenebilir. Türkistan İslam Partisi, ABD’nin 2020’de terör örgütü listesinden çıkardığı bu parti halen Türkiye’nin terör listesinde. Aynı HTŞ’nin olduğu gibi. Ve HTŞ henüz terör örgütü listesinden çıkartılmadan sadece Türkiye değil İngiltere, Fransa, Almanya gibi devletler de bu örgütle diplomatik ilişkiler kurmaya başladı. Bu gelişmeler hiç şüphesiz Türkistan İslam Partisi için de manevra alanını genişletmekte ve Çin için bu örgütü yalıtma stratejisini güçleştirmektedir.        

Sonuç

Hamas ve müttefiklerinin 7 Ekim 2023 hamlesi, Arap dünyasında hem devletlerin gerici yöneticileri hem de, çok daha önemlisi, en azından şimdilik büyük halk kitleleri tarafından (istisnai bazı çıkışlar dışında) pasif bir sessizlikle karşılandığı için amaçladığı sonucun tersini yaratmış gibi görünüyor. İsrail’in yürütmekte olduğu “ağır çekim soykırım”, emperyalist kampın “demokrat”ları, hatta sosyal demokratları ve Yeşil ilericileri sayesinde aralıksız devam ediyor. Dünya içine girdiğimiz 2025’te bitişinin 80. yıldönümü dolayısıyla anacağımız İkinci Dünya Savaşı’ndan ders almak ne kelime, ellerini kollarını bağlamış, ağzı açılmaksızın bir yeni soykırımı seyrediyor. 

Son üç aydır yeni bir evreye girmiş olduğumuz söylenebilir: Ekim 2024 başından itibaren soykırıma bir “taksitli Batı Asya savaşı” eşlik etmeye başladı. İsrail İran’ın etrafında kümelenmiş olan Direniş Ekseni’nin unsurlarını teker teker darbeler altında bırakıyor. Artık bir yıl üç aydır Gazze’de katledilen halkıyla birlikte gerileyen Hamas ve Batı Şeria’da kurulmuş olan Olağanüstü Hâl rejimine karşı parmağını kıpırdatmayan Filistin Yönetimiyle bu bahtsız halkın önderlikleri gücünü yitiriyor. Hizbullah, İsrail’i 2000’de Lübnan’dan kovan, 2006’da ise savaş alanında dağıtan eski gücünden çok şey yitirmiş bulunuyor, Suriye’nin çöküşüyle birlikte geleceği de parlak görünmüyor. Baas Suriye’si muhtemelen sonsuza kadar ortadan kalkmış bulunuyor. İran’ın karşısında bir başka güç daha yükseliyor: Suriye’nin yönetimi İran’ın nüfuzundan çıkıyor, NATO üyesi Erdoğan Türkiye’sinin hakimiyetine geçiyor. Direniş Ekseni’nde İran dışında sadece Yemen Enserullah’ı ve Irak’ın Haşdi Şabisi içindeki Kataip Hizbullah gibi gruplar kaldı. İran ise askerî bakımdan bile bir ölçüde gerilemiş görünüyor, ayrıca halkının desteğini her geçen gün daha fazla yitiriyor.

Yalnız kalmış bir İran’ın işini Siyonizm ile Trump bitiremezse görev Türkiye’nin üzerinde kalacaktır. Türkiye’de istibdad medyasında, sadece siyasal İslamcılık kökenli gazeteciler tarafından değil asker kökenli “güvenlik uzmanları” tarafından da yaygın ve sistematik olarak işlenen İran karşıtlığı, istihbarat koridorlarında imal edildiği belli olan “siyasal Alevicilik” gibi kavramlarla Alevi ve Şii aleyhtarı Sünni mezhepçi bir politikanın meşrulaştırılması çabaları, Türkiye’nin bu tür bir hesaplaşma için hazırlanmakta olduğuna işaret ediyor. Geçmişte Fethullah Gülen cemaatinin sistematik olarak işlediği bu temanın farklı aktörlerle yeniden hâkim duruma geçmiş olması dikkat çekicidir. 15 Temmuz’dan sonra istibdad cephesinde kendine yer edinen, Rusya ve İran’la ittifakı savunan ulusalcı-Avrasyacı vb. sesleri kısılmaktadır. Bu gidişat son derece tehlikelidir. İran ne kadar büyük iç sorunlarla boğuşursa boğuşsun, direniş ekseni ne denli zayıflamış olursa olsun Türkiye’nin kendisine karşı sert ve düşmanca bir rekabeti kolay kolay sineye çekmez. Tahmin edilenden çok daha hızlı şekilde rekabet, düşmanlığa, düşmanlık çatışmaya dönüşebilir. Ortadoğu’nun üç büyük gücünden ikisinin savaşa tutuşması sekiz yılda (1980-1988) 1 milyon asker ve sivilin ölümüyle sonuçlanan İran-Irak savaşından da daha yüksek kayıplarla sonuçlanacaktır. 

Bugün Erdoğan-Bahçeli-Öcalan tarafından pişirilen yeni yöneliş işte Türkiye’ye yüz binlerce, belki bir milyondan fazla ölüm, ekonominin tankların paletlerine, dronların yapay zekâlarına yapılacak devasa harcamalar dolayısıyla çöküşe geçmesi, zincirlerinden boşanmış bir militarizm gibi kazanımlar (!) getirecektir.

Türkiye’de Erdoğan-Bahçeli koalisyonunun durdurulamaz gibi görünen agresif yayılmacılığı ve bunun ülke içinde yarattığı histerik heyecan karşısında durabilecek tek güç proletarya sosyalizmidir. CHP Erdoğan-Bahçeli-Öcalan hattına şimdiden teslim olmuştur. Bu teslimiyetin ilk işaretleri yerel seçimlerin hemen ardından Özgür Özel’in dillendirdiği “içeride muhalefetiz dışarıda Türkiye’nin partisiyiz” söylemiyle verilmiştir. Gelinen aşamada CHP’nin “Şehitlerimizin anısına saygı” fırsatçılığı ve “Suriyeliler artık geri dönsün” teranesi dışında bir şey söyleyebilecek durumu yoktur çünkü yıllardır “çözüm süreci” olarak anılan “petrol açılımı”na tek itirazı olan “bu işi çözecek merci meclistir” kozu da bu defa elinden alınmıştır. İşin esası şudur: Burjuvazi Suriye üzerinde elde edilen nüfuzdan ve arkasından gelecek yayılmacı olanaklardan memnundur, dolayısıyla CHP’nin de bu sürece karşı ciddi muhalefet yapması mümkün değildir. Üstelik son seçimlerde müttefiki olmuş olan DEM Parti de aynı sürecin aktif unsuru haline gelmiştir.

DEM Parti’nin inisiyatifi sürecin gelişmesinde çok önemsizdir. Öcalan dışında ne Demirtaş’ın ne de DEM Parti’nin geleceği belirlemede inisiyatif alması mümkün değildir, alsalar da etkisi olmaz. Tek etkili aktör Kandil olabilir. O da şimdilik susmaktadır.

Düzenin yanında yer alan bütün güçler İkinci Cumhuriyet yanlısı olmuştur! Bu Özal’ın 30 yıl önceki yalnızlığı ile karşılaştırıldığında Türkiye’nin ne kadar değiştiğini açıkça gösteriyor. En önemlisi, TSK’dan en ufak bir çatlak ses duyulmuyor. 

Düzen siyaseti içinde herhangi bir çıkış yolu aramak boşunadır. Tek çıkış yolu sınıf siyaseti ile bulunabilir. Bu bağlamda, 2024 yılının sonlarına doğru işçi sınıfının değişik kesimlerinde başlamış olan hareketlenme, 2025 yılının Perfetti Van Melle ve Polonez’deki ilk kazanımlarla yeni bir noktaya ulaşmış bulunuyor. Birleşik Metal-İş Sendikası’na bağlı çeşitli metalürji fabrikalarında grev yasağına rağmen sürdürülen grevler bunun arka planını oluşturuyor. Birçok başka fabrikada grev ve direnişler devam ediyor.

Yüklenilecek yer budur. Diğer yollar kapalıdır. Şayet işçi sınıfı mücadelelerinde nitel bir sıçrama yaşanırsa, milyonlarıyla sıraya dizilmiş, kendilerine uygun görülen koşullara diş bileyen asgari ücretli işçiler, yüz kızartıcı maaş zamlarıyla karşı karşıya bırakılan kamu görevlileri ve emekliler, maliyetleri ayakta durmalarını olanaksızlaştıran çiftçiler, bütün bir yoksullar dünyası onun arkasına dizilecektir. Aleviler, kadınlar, gençler bir çıkış aramaktadır. Yol bellidir. Önemli olan bu yolu örebilmektir.

Türkiye’yi Batı Asya’da gericiliğin değil sömürülen ve ezilenlerin mücadelesinin odağı haline getirme mücadelesi böyle güç ama böyle sağlam bir yoldan yürümek zorundadır.