Soğukkanlı canavarın çaresiz sömürgeciliği: Kıbrıs’ta atmış dikişler ve patlamış bir yama. İşgalin 39. ve AKP iktidarının 11. yılında TC’nin güney mevzisinde “temmuz seçimi”

bayraklarla bağlanmıştır

basiretimiz, mazeretimiz gül.

doğumuz, yok, batımız yok, hep

kuzey, hep güney… mezar değil

ev olsun diye inşa edilen kerpiç

metinler ey… ey torbalarda

denizini özleyen kum, ey telde

gerilen sınır, sınırda donan kan.

geçip gidiyoruz ölü bölgeden

hantalca, biraz toz ardımızda,

biraz duman…  

-Faize Özdemirciler / Kıbrıslı şair

TC devletinin müdahaleleri sonucu kurultaylar mezarlığına dönen Ulusal Birlik Partisi’nde AKP şike yapıp kazanmış görüntüsü verdi.  Kurultaylarda aldığı yenilgiyi kendinden bile gizledi sömürgeci hükümet… KKTC’de erken seçimin Mehmet Ali Talat’ın devreye sokulmasına ve tüm müdahalelere rağmen engellenememesi, Haziran ayaklanmasında alınan yenilgiden sonra sömürgeci burjuvazi için Kıbrıs’ta da bir yenilgi daha demekti: TC sömürgeciliği tarihinin en kör ve sadık hizmetkârı İrsen Küçük ve yardımcısı UBP genel sekreteri sandıktan çıkamadı. Sandığa gömüldü… Şehrin hendekleri yamanırken birer mezar çukuruna dönüştüler.  Küçük’ü kurtarmak için yorgan yakan AKP, KKTC’de hizmetkârsız kalmamış olsa da bu iki hizmetkârının seçilememesi bilinen Kıbrıs’ın sonudur. Kıbrıslılar sahte sandık demokrasisinde bile bir ders vermeyi başardılar! Sıra sokağa da gelecektir, çünkü kurulu denge çok sahtedir! Kıbrıslılar nefret besledikleri politikacıları kusmayı başarırken TC sömürgeciliğinin yedek kulübesinde bekleyen hizmetkârlarını sahaya sürmeden de edemediler: Yeni yüzler, yeni ve tertemiz hizmetkârlar. Onlar ki İslamcı burjuvazi izin vermediğinde reformist bile olamayan liberaller! Onlar: ’90 sonrasında emperyalizmin en iyi et mamulü olan Mehmet Ali Talat’ı taklit ederek çıkış yolu arayan ana cadde siyasetçileri… Sol entelektüelinden Talat’ın çözümcülüğüne kefil olan “ince” sosyal şovenistine, Talat’ın ve KKTC’nin ilelebet yaşaması için entelektüel gündemden sonra siyasi gündemi “yeni anayasa-başkanlık rejimi”ne kilitleyen sol liberallerine… Murat Belge-Cengiz Çandar çizgisinde İslamcı burjuvazinin “organik aydın”ı olmaya çabalarken nar gibi dağılan ve bir türlü toparlanamayan çürüme hali! KKTC siyasetinin yeni yüzü budur işte… Yeni vekilimiz, sol liberal entelektüelimiz, CTP’nin ideolojik şefliğinin aday adayı, anayasacılığı KKTC’de hortlatan zat-ı muhterem Tufan Erhürman’ın büyük teorik katkısı ile söylersek: “tabanı sol felsefenin değerlerine sahip ideolojisiz kitle partisi”dir Kıbrıs’ın yeni siyasi yüzü. “Yeni” çok vakamız vardır bu kadim sömürgede. Önümüzdeki dönemde maske takmış bu eski yenileri bir bir tanıtacağız. Onların “yeni” dediklerine, girecek mezar çukuru bulamadığı için omuzlarda dolaşa dolaşa tabutunda çürüyen ceset diyoruz. Otopsi mecburidir!       

Denktaşgiller’in partisi Demokrat Parti’nin seçimlerdeki yükselişi, UBP kurultaylarında temsiliyet olanakları zorla ortadan kaldırılan burjuva ve küçük burjuva ara katman ve fraksiyonların İslamcı burjuvaziye karşı verdikleri varoluş mücadelesinin bir mevzi kazanmasıdır. Köylülerin UBP’den DP’ye yönelişi, “30 yıllık partilerini” AKP’nin Kıbrıs’ın sınıf dinamiklerini ve sosyolojisini hesaba katmadan, kurultayları ezerek kazandırdığı İrsen Küçük ve adamlarına karşı terk eden “öfkeliler”in hareketidir. Onlar, 30 küsur yıldır sosyal şovenizm zehri ile her türlü sınıf taarruzunu “ulusal çıkar” adına hazmeden, savaş sonrası ganimetten aldıkları “sus payı” bittiği yerde dar-korporatist grup (dar-sınıf) çıkarlarını hatırlayan sınıf fraksiyonları: Küçük burjuvazi ile tefeciler arasına sıkışmış, köylülük ile küçük burjuva olmak arasında, yarı-proleter karakterini hep koruyan, maaşa tâbi kitlelerden bahsediyoruz. Olabildiğince kaypak, ama gözü döndüğünde Güney Kıbrıs’ta olduğu gibi dozerle bankaya giren ya da kuzeyde olduğu gibi ürettiği sütü, patatesi, portakalı meclisin önüne dökecek kadar “gözü dönen” kitlelerden bahsediyoruz. “Bileğini kesseniz UBP akacak” nice aile, partisine küsüp ya sandığa gitmedi ya da gruplar halinde UBP’den DP’ye geçti. Olağan üstü geçiş koşullarının sınıf halleri!

Trotskiy’in anlattığı gibi: “Burjuvazi ile başlıca toplumsal tabanı arasındaki ilişkiler asla karşılıklı bir güvene ve barışçı işbirliğine dayanmamaktadır. Küçük burjuvazi, kitlesi ile sömürülen ve aşağılanan bir sınıftır. Büyük burjuvaziyi kıskanır ve çoğu kez de ondan nefret eder. Öte yandan büyük burjuvazi de küçük burjuvazinin desteğine ihtiyaç duymakla birlikte ona güvenmez, zira haklı olarak onun, kendisi için konulan sınırların dışına taşma eğiliminden endişe duyar.” Tam da bu yüzden defile yapar gibi gruplar halinde intikam aldıklarını göstererek UBP’den DP’ye geçtiler. “Ne fark eder ki, iki parti arasında ne fark var” noktasında ısrarcı olabilirsiniz. İlk anda yaslandıkları sınıf fraksiyonları, yani siyaseten beslendikleri damar aynı değil; ne kadar zorlarsanız zorlayın iki parti birbirinin aynısı olamaz. Aynı olsalardı birinin tarihten silinmesi gerekirdi!

Serdar Denktaş’ın seçimlerden hemen önce AKP’ye meydan okur gibi “Elektriği özelleştirme, tekelleştirme; telekomünikasyonu özelleştirme, devletin telekomünikasyondan elini çekmesi; Ercan’ı özelleştirme; egemenliğin en önemli açılımlarından birini elden çıkarması”dır demesi “KKTC’de özelleştirilebilecek kurumun olmadığını” vurgulaması, “KTHY batmadı, kapatıldı” açıklamaları popülist de olsa, lafta da olsa, UBP ile yaslandığı sınıf fraksiyonlarının farkını ortaya koyar. Serdar Denktaş’ın AKP’ye bu meydan okuyan tavrı, UBP kurultaylarında işin içine giren AKP’li bakanlar, MİT yetkilileri ve TC elçisinin daha sonra da UBP’den kopan 8 milletvekilinin DP’ye katılımından sonra DP’ye karşı operasyon yürütmesinden kaynaklanmaktadır. Taraf’ın polis yazarı Emre Uslu bu ibret verici hikâyeyi “daha 250.000’lik nüfusa hükmedemiyorlar” küstahlığında yazdı! Dönen pis işler değil mesele, hükmedememeleri.[1] Cumhurbaşkanı Eroğlu, Serdar Denktaş, Ahmet Kaşif kişilikler değil “siyasi kurum”lardır. Bu yazıda ısrarla vurguladık, politikayı ideolojisizleştirmeye çalışanlara, “partiler üstü” balonunu şişirenlere karşı: Siyasette bireyler yoktu. En geçersiz-saçma sözün bile dayandığı bir sınıf temeli vardır. MİT’in operasyon yürüttüğü bu siyasilerin de Kıbrıs siyasetinde bir karşılıkları vardır. Temsil ettikler sınıf fraksiyonları ve gelenekleri vardır. Kaypak olabilirler ama birey değildirler!

AKP, UBP Kurultaylarında MİT’i devreye soktu ve kazandırdığı lider İrsen Küçük Kıbrıslılar tarafından sandığa gömüldü: Bu, AKP için hazmedilebilir bir yenilgi değildir! Serdar Denktaş’ın bu hodri meydan diyen tavrının altında da “AKP’nin yakın zamanda devrileceği” ve TC ile ilişkilerin eskiden olduğu gibi daha “saman altı” bir hal alacağı beklentisinden kaynaklıdır. Denktaş’ın bu tavrı, 90’larda sınırda yaşanan olaylarda bayrak direğine tırmanırken vurulan Solomou’nun katili eski bakan Kenan Akın’ı UBP’den ayrılan 8 milletvekili ile birlikte partiye üye yaparken de vardı! MHP’ye selam gönderiyordu bu hareketiyle. Emre Uslu, 5 ismi sıralayıp “iktidar oyunları” var diyor: “Olayın arka planında KKTC Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu, Başbakan İrsen Küçük, Türkiye’nin Kıbrıs İşlerinden Sorumlu Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay, UBP Genel Başkan adayı Ahmet Kaşif ve TC Lefkoşa MİT Temsilcisi Ender Önkol’un oynadığı iktidar oyunları var.” Sizin iktidar oyunu dediğiniz şey burjuvazinin kendi arasındaki sınıf mücadelesidir!

Büyük burjuvazinin hiçbir zaman tek bir partisi olmamıştır. Onlar için önemli olan uzlaşma ve dengedir, hangi partinin yönettiğinden çok nasıl yönettiği onları ilgilendirir. Partileri “dünya görüşü farklılığı” ile açıklayan, partileri/ideolojileri “farklı düşünme”nin bir sonucu olarak görenler için “dünya görüşü” dedikleri şeyin toplumdaki sınıfların siyasal alandaki bedenleri olan ideolojiler/partiler olduğunu kavramak imkânsızdır. Sınıfların da bireylerden oluştuğunu, bireylerin farklı düşünebileceğini ve bunun bir zenginlik olduğunu söylemeye başladıklarında ise kendine solcu diyen bir liberalin sınıf mücadelelerinin ne olduğunu anlamakta çektiği kabızlıkla sıkıştığı cendereyi görürsünüz. “Sınıflarla partiler arasındaki ilişki –toplumsal anatomi ile siyasi fizyoloji arasındaki ilişki- belki de hiçbir zaman çağdaş Almanya’da olduğu kadar açığa çıkmamıştır.” diye yazarken 30’ların ta başında Trotskiy, bugün sınıflarla partiler arasındaki ilişkiyi, gerçekleri gizlemek dışında işi olmayan burjuva politikacılar ve burjuvazinin organik aydınları reddeder ancak. Kıbrıs’ta hem Toparlanıyoruz Hareketi’nin “partiler üstü” politika anlayışının, CTP’li Tufan Erhürman’ın “ideolojisiz kitle partisi” tahayyülünün ve Baraka’nın “Kıbrıslı Türk halkının en genel toplumsal çıkarlarının”[2] savunulması yönündeki, itinayla işçi sınıfı ve sınıf kategorilerinden kaçan, sivil toplumcu bir halk kategorisine sığınması, tam da bu dönemde tesadüf değildir. Sınıflarla partilerin ilişkisi daha net görünmeye başladıkça inkârın dozu artmaktadır.  

Burjuva partiler de bu gibi durumları iyi kullanır. Bir sendikacı veya kafası karışık bir sol entelektüel ile partinin imajını düzelttiklerini sanırlar. İmaj düzelmez, sadece dışarıda kalan “ince muhalefet” massedilmiş olur, ortadan kaldırılır. Büyük burjuvazi olağan üstü koşullarda köylülüğün partisine yaslanır. DP’nin yükselişi budur. Kıbrıs’taki sömürge rejimindeki iktidar bloğu tüm “çeşitliliği”ne ve uzlaşmış görüntüsüne rağmen farklı sınıf fraksiyonlarını ve onların partilerini massetmiş, hazmetmiş, hepsini birbirine benzetmiş olmasına rağmen çatlak bir türlü yamanamamaktadır, sömürgeci burjuvazinin dikişleri her geçen gün biraz daha atmaktadır.

UBP, 90’ların ortasına kadar tek başına “büyük burjuvazi”nin ve iktidar bloğunun partisiydi. Yavaş yavaş DP, daha sonra CTP bu alana girdi. “Sosyal demokrat” olduğu iddia edilen TKP-BDH-TDP geleneği ise bu alana girmeye çalıştıkça sağa çekti ve parti yok oldu.[3] TDP her çöküş ve çürüme döneminde olduğu gibi önümüzdeki günlerde de yeniden isim değiştirirse şaşmayın. İsim değiştirdikçe parti daha çok çürüdü, çürüdükçe daha çok isim değiştirdi, “solcu” İzcan’ından sağcı Kaşif’ine kadar her türlü ittifakta daha da savruldu. En nihayetinde AKP’cileri listesine alacak kadar kendini kaybetti! Son kertede AKP’ye göz kırpmanın cezasını ödüyor. Az kaldı barajın altında kalacaklardı! Bu seçimlerde “en AKP’ci benim” diyen partiler seçmen tarafından cezalandırıldı.

Tabii Kıbrıs’ta “büyük burjuvazi”den bahsederken birçok sorun ortaya çıkar. Daha ilerde yazacağımız yazılarda değineceğiz bu “teknik” meseleye. Ama ilk etapta kavranması gereken şudur: Kıbrıs’ta birçok mülksüzleşme/proleterleşme dalgası yaşandı. Mülksüzleşme kampı genişlerken mülksüzleştirenlerin sayısı azaldı, sermaye merkezileşti. Küçük burjuvazi geniş bir kategoridir. Köylülükten kendine çalışan mühendise-doktora, esnafa kadar geniş bir kampı içerir. Bu kamp esasen büyük burjuvazinin kuyrukçusu olarak UBP’nin tabanıydı, bir kısmı zaman içinde CTP’ye kaydı, UBP’deki kurultay mücadelesi ile DP’ye mevzilenmeye başladı.

UBP’den DP’ye kayış AKP’nin de müdahil olduğu kurultay savaşlarının bir sonucu. AKP’nin ne pahasına olursa olsun kurultaylarda kazandırdığı İrsen Küçük tayfasının bir kısmının seçimlerde meclis dışında kalması, yıllardır kamplaşma sebebi olan faiz yasası, tefeci meselesi, bankalar reformu, ve hatta ihalelere Ankara’da değil Lefkoşa’da çıkılması, Lefkoşa’da çıkıldığında da TC elçiliğinde çıkılmaması gibi TC sermayesi ile yerli burjuvazi arasındaki mücadeleleri ortadan kaldırmıyor, tam aksine keskinleştiriyor. Sınıf mücadelesi olarak “parlamenter seçimler” o kadar dengesiz bir durum yarattı ki “uzlaşma” da “ittifaklar” da sürekli bozulup yeniden kurulacak gibi görünüyor. Hem ezilenler açısından hem iktidar bloğu açısından ortaya bir seri eskiz çıkmış durumda. Şu anda herkes herkesle dar-korporatist sınıf (dar sınıf çıkarcılığı) ittifaklarına yönelmiş durumda. Bu da yamada dikiş tutmasına engel olacak.      

Bir tarihsel ironi de şudur: AKP’nin UBP kurultaylarında, Kıbrıs’ın yerli burjuvası-köylüsü karşısında kazandırdığı “Lefkoşa aristokrasisi”nden Küçük & Co, “Anadolu kaplanları”nın “İstanbul sermayesi”ne karşı verdiği mücadeleye -çok olmasa da- benzer bir hikâye yarattı bu süreçte: Mağdurların AKP’ye karşı “zaferi”! “Mağdurlar”ın ya da “yeni kazananlar”ın TC burjuvazisinin altında kalıp ezilen burjuvaziye ve köylülüğe yakın temsilciler olması bizi şaşırtmadı. Ama bu kesimler de temsil ettikleri gruplara ihanete meyilli olduğu için yeni bölünmeler ve yeni liderler önümüzdeki dönemde sahneye çıkacaktır. Bir yılda 3. Kurultayını yapmaya hazırlanan UBP ile partileşmese bile “partiler üstü” ve emperyalist siyasetin “temiz” temsilcisi olarak Toparlanıyoruz Hareketi başta olmak üzere sınıf mücadelesinin parodisi sürecek! Buradaki esas mesele siyaseti ısrarla birkaç kaypak politikacının maceralarına indirgeyen sol ve sağ okuma biçimleridir. “İyi-kötü niyet” beyanları ve göstergeleri ile siyaseti algılama konusunda solcusu-sağcısı ile Kıbrıslı liberaller ısrarcı. En ileri giden siyasilerin “kişisel çıkarı”na vurgu yapıyor. Kişisel çıkarlar da partiler üstü, sınıflar üstü, ideolojiler üstü oluyor!  

CTP’nin Annan Planı döneminde patronları lüks bir otele toplayarak onlardan “bağış” topladığı ve onlara nasıl hizmet edeceğinin garantisi verdiği “toplantı”nın tarihteki varlığı bile kolayca unutuluyor. “İdeolojisiz”, “sol felsefeye bağlı taban”ı ile “kitle partisi”nin patronların “komitesi”ne dönüşüm süreci gözlerimiz önünden geçen bir tarihtir. Birkaç sol entelektüel, feminist ya da sendikacı adaylarının/vekillerinin partide yer alması yukarıda da belirttiğimiz gibi iki şey için yapılıyor: “imaj” yaratılıyor ve aynı zamanda dışarıda kalan muhalefeti de massederek ortadan kaldırıyor bu manevra! 28 Temmuz’daki seçimlerden hemen 3-4 gün önce CTP’lilerle Talat’ın arasında geçen, bir önceki seçimlerin mevzubahis olduğu, seçimleri CTP’nin kazanması için AKP’nin yardım etmesinin gerektiğini ve sendikaları nasıl ezeceklerini konuştukları ses kaydının ortaya çıkması da, bir kez daha tam da seçimden hemen önce seçimin iklimini ve coğrafyasını, anlamını ve anlamsızlığını gösterdi![4] CTP demişken ideolojisizlik ve sınıflar üstülük meselesine bir CTP’linin altın değerindeki katkısı ve itirafı ile devam edelim: 16 Mayıs’ta Hürrem Tulga parti başkanı Yorgancıoğlu’nun geçmiş hükümet döneminde CTP’nin çalışma saatlerini düzenlemesinden dolayı seçimi kaybettiğini söylemesi üzerine köpürmüştü: “ Yorgancıoğlu, üç beş tekelci sermaye grubunun sözcülüğünü yapmıyorsa, toplumun neredeyse tamamını ilgilendiren bir konuda tezini, tavrını, alternatifini derhal ortaya koymalıdır.” Bu adamlar kolay kolay bu kadar sınıfsal itiraflarda bulunmazlar! 

Burjuvazi bugün hala genel oy hakkından korktuğunu zaman zaman farklı coğrafyalarda belli ediyor. IG Metall’in sitesinde bu konuda bir karikatür yayınlanmıştı. Patronla işçi konuşuyorlar: Patron diyor ki “Oy kullanacak mısın?”, işçi “Evet!”diyor, patron cevap veriyor: “Ya yanlış partiye oy verirsen!” TC’nin sömürgesi KKTC’de ise oy kullanılmamasından korkuyor egemenler! Bu her seçimde böyle… Bunun tek bir nedeni var: Hali hazırda meşru olmayan rejimin boykot edilerek hem meşruiyetini daha fazla yitirmesi hem de bu meşruiyet kaybına bir de protestonun eklenmesi. Bu seçimlerde ise bir neden daha vardı. Daha seçimler yapılmadan belli olan “dengesizlik” boykot oranı arttıkça artacaktı. Öyle de oldu. Şimdi kur kurabilirsen koalisyonu. Hadi kurdun, yürüt yürütebilirsen! Aşağıdan sınıf mücadelesinin baskısı, yukarıdan AKP’nin baskısı, yönet yönetebilirsen! Boykotun adı geçmeden “sol ittifak”tan rejim partilerine kadar herkes tek tek nefretini kustu, seçimden sonra da bir furya devam etti bu durum. Bütün partiler boykotu kendi hesaplarına yazma eğiliminde. Boykot olmasa “tek başımıza iktidar olurduk”, “barajı geçerdik”, “2 vekil fazla çıkarırdık”. Oysa boykotun 3-4 farklı tipte boykotçusu mevcut: Mevcut partilerin kendini temsil etmediğini düşünenler, konjonktürel olarak partilerine küsenler, apolitikler, bir de “ne kadar boykot o kadar kriz” ve/veya “seçimlere katılmanın asgari demokratik koşulları yok” diyenler. Bu seçimlerde partilerine küsenler kategorisinde UBP’liler vardı. 2009’daki seçimlere oranla %170 artışla %35 sandığa gidilmedi. CTP dışındaki üç partinin (TDP, UBP, DP) aldığı destekten fazla! Boykota öfkelenmeleri gayet doğal…

Boykot meselesine ve “sol ittifak”a başka bir yazıda değineceğiz. Zira devlet-devrim, emperyalizm, proleter hegemonyası, enternasyonalizm gibi onca meselede Lenin’den öcü gibi korkan KKTC solu, her seçim döneminde Lenin’in boykot yazılarıyla “bir günlüğüne Leninist” oluyor!  Lenin’in itibarsızlaştırılmasına ve teorinin içinin boşaltılmasına karşı çıkmak boynumuzun borcu. Eklektikler anlık ve bütünden koparılmış düşüncelerle pratiğe teoriyi uydurma ve gündemin zorlamasıyla oynan legolarla yaşarlar. Biraz anarşizm, biraz soyut demokrasi, biraz Lenin, biraz KKTC tarihi yetiyor boykota karşı çıkmaya veya savunmaya. İşte tam da bu noktada bir boykotçu olarak boykotu eleştireceğiz. Bu konuda da yalnız olmadığımızı biliyoruz: “Boykotu tamam ettik de yöntemde bir yanlışlık var…” diyen ablalarım da var. Onlar için, Kıbrıs işçi sınıfının en ileri kanadı için, Kıbrıs’ta “birleşik işçi cephesi” taktiğinin imkânlarını tartışacağız.

Seçimleri merkeze koymadan esas can alıcı soru şudur: Bugün boykot tamam! Ama yarın birleşik işçi cephesi ne kadar mümkün? Hali hazırda var olan “sol ittifak”a bakarsanız: İttifakın lideri geçmişte KKTC’yi savunmuş, izolasyonlara karşı çıkmış, “bizim evetimiz, Rum’un hayırı” demiş, AB emperyalizmini ısrarla savunmayı seçim propagandası çerçevesinde sürdürüyor. İttifakın bileşenleri[5] arasında halkla dalga geçer gibi kayda değer bir program birliği yok: Herkes bir telden çalıyor… İttifak denilen şey yan yana durmak mı? Sıkıştıkları zaman “zaten iktidar olamayacağız” diyorlar. “Biz propaganda için girdik seçimlere”. Ama propaganda malzemesi olan programın birinci maddesi İzzet İzcan’ın deyişi ile “AB uygarlığı içerisinde yaşamak”! Birleşik işçi cephesi devrimci Marksist ilkelerle savunulabilir ancak. Sosyal şovenizm ile AB emperyalizminin arasına sıkıştırılarak değil!

Evet, “Temmuz seçimi”. Bu mimlemeyi İslamcı burjuvazinin Kıbrıs’taki organik aydını, eski solcu Mehmet Hasgüler sıkça kullandığı için tercih ettik. İroniyi vurgulayan bir mimlemedir bu. Temmuz askeri harekât-işgal zamanıdır Kıbrıs’ta, delirmenin zamanıdır. Hasgüler de bunu bilerek seçti! 20 Temmuz’da sosyal şovenizm, törenler, nutuklar vitrindedir, 28 Temmuz’da demokrasi sirki kurulmuştur! Tam da bu yüzden “Temmuz seçimi” tutmaz. Daha fazla dikiş atar, yama sökülür, kriz büyütür sadece! Son 11 yılı AKP iktidarı ile geçen Türk işgalinin 39 yılı biraz toz biraz duman bırakmış olsa da ardımızda, Kıbrıs’ın en kerpiç ve veranda kokan şairi Faize ablam kadar umutsuz değilim. 31 Mayıs gecesi dillerinin nasıl tutulduğunu gördük şarlatanların. Şanslıyız! Aklın kötümserliği ilk kez uzun zaman sonra iradenin iyimserliğiyle birleşti. Dikişler atıyor, yama patladı. Hiç yoktan kirli kan akacak. Soğuk kanlı canavar ilk kez bu kadar çaresiz…  



[3] Sosyal demokrasinin ne olduğu-ne olmadığı başka bir yazıda ele alınacak. KKTC’de var mı yok mu o zaman sorabiliriz ancak. Ama ideolojisiz-kitle partisi martavallarına paralel bir de reformist parti olsun-nasıl olursa olsun saçmalığı da yeni türeyen “yeni” liberal akımlarda mevcut. Sosyal demokrasinin idealize edilmesi ile karşılaşıyoruz KKTC’de son dönemlerde. İşçi sınıfının radikalleşmesinden korkan liberallerin sağa sola yalpalamalarıdır bu “ideolojisiz” haller!

[5] Bileşenler: Baraka, Stalinist DKB, AKEL’in “kardeş örgütü” BKP