Kıbrıs’ta işgalin 40. yılı… (2. yazı) Genç yoldaşlara mektup: Bir enternasyonalist nasıl düşünür?
“Burjuvazisi sömürge sahibi olan ve başka ulusları ezen ülkelerde, partilerin sömürgeler ve ezilen uluslar sorununda özellikle belirgin ve açık tavır almaları zorunludur… Kendi emperyalistlerinin sömürgelerde giriştiği oyunları teşhir etmek, sömürgelerdeki her kurtuluş hareketini sırf sözlerle değil, eylemlerle de desteklemek, kendi ülkesinin emperyalistlerinin bu sömürgelerden defolmasını teşvik etmek, ülkesinin işçilerinin yüreklerinde sömürgelerin ve ezilen ulusların çalışan nüfuslarına karşı gerçekten kardeşçe duygular yaratmaya yönelik bir eğitim çabası sürdürmek… yükümlülüklerini taşır.”
Üçüncü Enternasyonal’in katılım koşulları (8.Madde)
Komünist Enternasyonal’e katılmayı arzulayan her parti, sadece açık sosyal-yurtseverliği değil, sosyal-pasifizmin sahtekârlığını ve ikiyüzlülüğünü de teşhir etmekle yükümlüdür: Kapitalizm devrimci yoldan yıkılmadığı sürece ne uluslararası tahkim mahkemelerinin, ne silahlanmanın azaltılmasına ilişkin lafların, ne de Milletler Cemiyeti’nin ‘demokratik’ tarzda yeniden örgütlenmesinin hiçbir zaman yeni emperyalist savaşları önleyemeyeceği işçilere sistemli biçimde anlatmalıdır.
Üçüncü Enternasyonal’in katılım koşulları (6. Madde)
Bizler için gerçekle yalan birbirinin ters çevrilmesinden ibaret değildir. Tabular ve tarihsel gerçekler tüm gerçeklikten soyutlanarak ele alınabilecek meseleler değildir. Resmi tarih ve ezilenlerin tarihi de aynı şekilde “tek meselemiz” değildir. Tarihi tarihçilere bırakmayacak kadar işimizin ehliyizdir ama mesele tarihte kalmış tarih değil, ileriye sıçramaktır. Tarih sadece hikâyenin başlangıcıdır. Bütün toplumsal olaylar inkâr ve manipüle edilseler de kendilerinden sonraki tarihi bütün olarak etkilerler. Tarihte yaşanmış bir moment ne kendinden ibarettir ne de tek başına belirleyicidir.
Tarihi nasıl kavradığımız bugünü nasıl kavradığımızın basit bir anlatısıdır sadece. Ulusal sorun ve sömürge sorunlarıyla, sınıf mücadeleleriyle, karşı-devrimler, devrimler ve savaşlarla, bir bütün olarak konjonktürün (uluslararası durum) içerisinde yaşarken devrimci politika yapmak bu koca bütünü nasıl kavradığımızla ilgilidir. Buna biz Leninist politika diyoruz. Yeryüzünde başka hiçbir politika biçimi meselelerin bu karmaşasını somut durumun içerisinde kavrayamaz. Buna kalkışmaz da zaten! İndirger, cımbızla çeker, soyutlar ve hizmet ettiği sınıf için durumu kurtarır. Dünyayı kavramak yetmez, değiştirmek için ise kavramak bir zorunluluktur desturu ile hareket ediyoruz.
Tarih ve iktidar birbirinin iki yüzü gibidir. Tarihi düzgün kavrayamaz veya halının altına süpürürseniz, tarih o halıyı uçurur! İktidarı da almanız gereken zamanda almaya cesaret edemezseniz veya alamazsanız, iktidarı alanlar sizi tarihten siler. Bir de coğrafya faktörü vardır: Eşitsiz gelişme, koca bütün içerisine bir de zamanlama sorununu çivi ile çakar! Coğrafyaların ve haritaların bileşik karakteri ise tüm zamanlamaları iç içe geçirir! Empirik bilgi ile pratiğin tüm çelişkilerinin ortasında karar alıp müdahale eden-etmesi gereken Leninist politikadır. İşte post-Leninizm’in –sol liberalizm- bizi mahrum ettiği bilgi budur: Bir bütün olarak tarihi kavramak ve dönüştürmek. İktidarı ele geçirebilmek için sınıfın eldivene ihtiyacı vardır. En nihayetinde ateş sıcaktır ve ateşi de maşa ile tutmak gerekir. İşte devrimci parti dediğimiz, Leninist politikanın makinesi bu işe yarar.
İş burada bitmez: Bugün dünyada enternasyonalizmi “değer ve ilke” statüsüne indirgeyen koca bir yenilgi ideolojileri bütünü vardır. Enternasyonalizmin bir değer-ilke olduğuna inandığınız anda, enternasyonalizmi kardeş halkları sevmekten, savaşa karşı olmaktan ve “Yaşasın halkların kardeşliği!” sloganından ibaret sanmaya başlarsınız. Duruma göre de rafa kaldırılabilir, raftan indirilebilir bir şey sanmaya başlarsınız: Enternasyonalizm Leninist politikanın ve devrimci partinin özü ve biçimidir.
Birçok deneyimden ve dersten sonra, enternasyonalizme “ilke-değer” muamelesi yapan solculuk pratiklerinin diyalektik yöntemin ortaya koyduğu “bütün”ü kavrayamadığı bilgisini ve bunun acı sonuçlarını görmeye başlarsınız. Bu solculuk pratiklerinin bütünü kavrama noktasında kabızlık çeken eklektik yapısını yaşayarak öğrenirsiniz. Bedeller ödetir bu durum! Kıbrıs’ta ve ulusal-sömürge sorunları ile boğuşan diğer coğrafyalarda politika yapmak merkezi emperyalist devletlerde devrimci siyaset yapmaktan bu yüzden çok daha zordur.
Zorluğun nedeni ulusal sorun ve sınıf mücadelelerinin üst üste çakılı olmasıdır. Birini diğerinden ayırdığınız anda düzenek çöker: İnce şovenizm ile kaba demokratlık arasında ne sınıf militanlığı yapabilen ne de ulusal sorunu çözebilecek programatik bütüne sahip bir çaresizlik! Bu çaresizliğe bir çaresizlik daha eklenir sömürgelerde: Ulusal sorun ve sömürge sorunu ile boğuşan coğrafyaların sömürgecisinde, “ana”sında ve büyük kıtalarda enternasyonalist politikayı hakkı ile savunan yoldaşları yoksa sömürge insanının çaresizliği onu milliyetçilik ile emperyalizme bağlılık arasına sıkıştırır.
Bizim coğrafyamızda ulusal sorun öyle can alıcı bir meseledir ki bırakın sadece bir denge unsuru olmayı, zaman zaman tüm sınıf mücadeleleri önünde tarihin motoruna dönüşür. Üst üste çakılı sınıf mücadeleleri ve ulusal sorun üzerine çakılı onca başka ulusal sorunun kazık çaktığı bir coğrafyada yaşıyoruz. Rumlar ve Ermeniler coğrafyadan kazınmış olmalarına rağmen hem Kürdistan için hem de Kıbrıs için bir tarih dersidir. Sadece 6-7 Eylül 1955’te Türkiyeli gayri-Müslimlerle Kıbrıslıların emperyalizm ve TC devletinin çarkına nasıl bağlandığına baktığımız zaman bile öğrenmeye başlarız. Mesele sadece Türk burjuvazisinin kökenlerine ve nasıl oluştuğuna, sermayenin Türkleşmesi-Müslümanlaşmasına dair değildir. Burjuvazinin tarihi tarihten ibaret değildir, bir harekât planıdır: Musul-Kerkük ve Kıbrıs, yani Kürdistan ve Kıbrıs politikaları aynı geçmişte olduğu gibi bugün de iç içe geçmiştir. Tarihle yüzleşme ve özür dileme gibi liberal amentülerle sınırlı bir ulusal sorun politikası, Kürdistan sorununu bütün olarak kavramayıp Türk burjuvazisinin güneye inme hesaplarını bu koca bütünden soyutlayarak, güney Kürdistan’ın doğal gazı ve petrolünü sömürge sorununun parçası olarak görmemek gibi bir sonuca kolayca ulaşabilir. Ulaştı da!
Başka büyük ders ise şudur: Kürdistan sorununda doğru tavrı alamayan, Kürdistan’a kendi kaderini tayin hakkını savunmayarak parmağının arkasına saklanıp “Bir arada yaşama” sloganı ile ezen ulus şovenizmini incelten bir solculuk pratiği kitlesel Kürt hareketine kuyrukçuluk yapar, iltihak eder, varlığını garanti altına almaya çalışır. Sonra da Kıbrıs’ta kuyruğuna takılacak güçlü bir hareket olmadığı için Kıbrıs’ı görmezden gelir: Kıbrıs 1974’ten ibaret de değildir, bugün hâlâ üzerinde insanlar yaşamakta, Türk ordusunun işgali altında, mafyasının ve ülkü ocaklarının denetiminde Türk istihbaratının turistik dinlenme tesisine çevrilmiş bir coğrafyadır… Denizinde yunuslar ve savaş filoları dolaşmaktadır! Denizinden doğal gaz çıkan ve Türk burjuvazisinin ağzının suyunu akıtan Kıbrıs’ın tarihini bilmek zorunda değildir kimse, ama enternasyonalist politikanın gereklerini yerine getirecek bir kavrayışa ihtiyaç vardır.
Bugün “enternasyonalizm”, ezen ulus solculuğunun çıkarları çerçevesinde “değer” olarak “siyasi rant”a tahvil ediliyor. Rosa Luxemburg “Barış zamanında bir enternasyonalizmi ne yapalım?” diyordu, bugünse kitlesel ve sırtına binilebilir bir mücadeleniz yoksa sömürge sorununun ve işgalin görünür olması için dahi mücadele ettiğinizde enternasyonalizmi öz ve biçim olarak kavramış yoldaşlardan başka kimse yanınıza yaklaşmaz! Bu satırların yazarı son iki yılda hamallığını yaptığımız “Kıbrıs-Kürdistan Kongresi”nden bu duruma şahittir!
Bugün hatırlanmayan iki örnek verelim. Birincisi, “Demir Leydi” Thatcher Arjantin’in Falkland adasını işgal ettiğinde Britanya’daki Militant (bugünkü adıyla Sosyalist Parti) savaş karşısında dil tutulması yaşadı: Söz konusu olan kendi hükümeti olunca Britanya emperyalizminin bu savaşına Arjantin’de cunta olduğu gerekçesiyle karşı çıkamadı. Aynı geleneğin İrlanda politikasına baktığınız zaman, IRA’yı kıyasıya eleştirirken Britanya sömürgeciliği karşısında “ulusların kendi kaderini tayin hakkı”nı unutarak sadece “işçi sınıfının birliği”nden bahseden bir fotoğrafla karşılaşırsınız. Kıbrıs’ta ise 1974 yılında savaş sırasında Yunanistan’da cunta olduğu gerekçesi ile Türk işgali karşısında iş işten geçene kadar hiçbir tavır alamadılar. İş işten çok geçtikten 40 yıl sonra da Kıbrıs’taki Britanya üslerini unuttular! Bugün güney Kıbrıs’taki kardeş örgütlerinin de 40 yıl önceki hataların sürekliliğinden kopamadıklarını söylesek, herhalde şaşırmazsınız: İşgal ve sömürge kelimelerinden dahi itina ile uzak durarak pasifizmin kule nöbetini tutmaktadırlar. Kürdistan meselesinde de gerilla mücadelesinin işçi sınıfını böldüğünü yazacak kadar ileri gidebildiler. “Gelenek” diye bir varoluş hali vardır: Tarihten çıkar ve sizi tarihe esir eder!
Bugün hatırlanmayan ikinci örnek ise Türkiye İşçi Partisi’dir. Olabildiğince berrak ve kısa bir özet yaparsak şunu söyleyebiliriz bugün yaşayan Türkiye solunun kutsadığı bu geçmişe dair: Behice Boran’ın sözlerinden kan damlar: “… gönül arzu eder ki, Kıbrıs İmparatorluk zamanında olduğu gibi, Türkiye’nin kontrolü altında, Türkiye’nin elinde olsun.” der Boran. 1967 yılında Alparslan Türkeş’in verdiği bir soru önergesine ise hükümetin müdahale hakkından feragat ederek Kıbrıs’a harekât düzenlememesini eleştirir Behice Boran. Alparslan Türkeş’le yarışır… Boran’a göre, askeri müdahale “son derece ciddi bir iştir” ve yapılmalıdır! Söyleyip yapmamak ciddiyetsizliktir!
Tarihin can alıcı momentlerine dair iki örnek verdik. Birincisi orta yolcu İngiliz Trotskistlerinden, ikincisi de bugünkü Türkiye solunun köklerinden… İkisi için de enternasyonalizm tam da Rosa’nın reddettiği savaş zamanında unutulan enternasyonalizm. Nasıl ki Yoldaş Karl Liebknecht’i bugün birinci dünya savaşındaki ilkeli tutumundan dolayı enternasyonalizmin hakikisini temsil ettiği için anıyorsak, Behice Boran’ın kan damlayan sözleri de kulaklarımızda yankılanmaya devam ediyor!
Arada kılıç darbesi yoksa bir hata diğer hatanın ebesidir. Herhangi bir sömürge sorunu ve savaşta, yanlış politikalar güden geleneklerin başka bir sorunda da aynı hataları tekrar ettiğini onlarca örnekte yaşayarak gördük: Kürdistan sorununda politikasızlık, kuyrukçuluk ve şoven bir zikzak politikası sürdüren farklı geleneklerin, Hrant Dink öldürüldükten sonra Ermeni Soykırımı’nı liberal amentülere indirgeyen kimlik politikalarının farklı veçhelerinin ya da Arap devriminde politikasızlık ile “ABD dizaynı” arasına sıkışan çevrelerin herhangi bir Kıbrıs politikası olması veya bu politikanın sağlam bir zemininin olacağı beklentisi boş hevestir. Basit bir örnek verecek olursak, DSİP çevresinin son 5 yılda yazdığı Kıbrıs yazılarının neredeyse tamamı Ergenekon bağlantılıdır. Sanırsınız ki Kıbrıs’ı Ergenekon denen “torbaya atılmış kişiler” işgal etti! Bir de sömürgede kimi muhatap aldığınız da önemlidir: DSİP bundan birkaç yıl önce yaptığı Marksizm toplantısına o günkü CTP Genel Sekreteri Asım Akansoy’u davet etmişti. CHP’nin “liberal kanadı”nı veya AKP’nin “demokrat kanadı”nı Kürt sorununu anlatması için uluslararası bir “Marksizm toplantısı”na davet etmeye benziyor bu durum!
Tayfa Bandista’nın “Benim annem cumartesi” şarkısında arkadan bir ses gelir: “Arkadaşlar, ben bir anayım, benim sesimi duymak zorundasınız, beni dinlemek zorundasınız…” Tam olarak sömürge insanı böyle hisseder: Haklıdır, bağırıyor ama sesi duyulmuyor, kendinden başka da duyan olmuyor. En nihayet analar-kadınlar da bizim gibi sömürgedir. Kürtler ve Ermeniler yıllarca bağırdılar “sesimi duymak zorundasınız” diye, sıra Kıbrıslılarda…
Enternasyonalizmin tarihinden bir telsiz kaydı: “Bırakın Kıbrıs kendi kaderini tayin etsin!”
Bu mektup, Türkiyeli genç yoldaşlar için nasıl bir geleneğin parçası olduklarını bir başka ağızdan da duymaları için yazıldı. Enternasyonalist gelenek demek yakın ve uzak gelecekte sorumluluk demektir. Aynı zamanda bu mektup, bugün emperyalizm ile milliyetçilik arasında sol liberalizmin cenderesine sıkışmış Kıbrıslı solcular ve on sene önce aynı duruma düşmüş “eski kuşaklar” için yazıldı.
Aşağıda okuyacağınız metin, 10 sene önce Kıbrıs’ta kitleler sokaklara döküldüğü zaman Türkiye solundan yükselen tek kayda değer enternasyonalist telsiz konuşmasıdır. O günlerde Türkiye solu uzun analizler de yapıyordu baştan savma yazılar da yazıyordu, çok genç yaşta internetin başında Türkiye solu “bizim hakkımızda” ne yazıyor merakıyla okumaya koyulmuştum: İçlerinden birini ayırmak zorundayız. İlerde tarih de zaten bunu böyle yapacaktır. Devrimci İşçi Partisi’nin öncülü İşçi Mücadelesi dergisinde yayınlanan diğer Kıbrıs yazılarından ayrı olarak, “Ama bırakın kendi yanlışlarını yapsınlar, kendi yanlışlarından kendileri öğrensinler. Bırakın Kıbrıs kendi kaderini tayin etsin!” cümlesini telsiz kaydı olarak enternasyonalizm tarihine kalın harflerle düşmek gerek. Hele ki yukarıda okuduğunuz Behice Boran şovenizminden sonra aşağıda okuyacağınız yazının değeri daha bir anlaşılırdır: 2004’e kadar Türk işgali karşısında sesini duymadığımız Türkiyeli solcular, biz Kıbrıslılara anti-emperyalizm dersleri veriyordu. “Kıbrıs’a kendi kaderini tayin hakkı” dedikten sonra kocaman bir “AMA” ile devam ediyorlardı: “Emperyalizmin oyununa gelmemek kaydı ile!” Emperyalizmin parçası olarak Kıbrıs’ı işgal etmiş bir TC devletinin solcularından daha sonraları da sıkça duyduğumuz bu sözlerde tek eksik bıraktıkları işgale karşı mücadelede “kendi görevleri”ydi: Lenin’in kaleme aldığı Enternasyonal’e katılım koşullarında “silahlı kuvvetler içerisinde sistemli ajitasyon”dan bahsedilir. Oysa Türkiye’de kendini Leninist ilan edip kendi öncü gençlik kadrolarına dahi “Kıbrıs’ın işgali”ni anlatmayan nice parti enternasyonalizm mezarlığına sömürge insanı nezdinde zaten gömülmüştür!
Bugün 2004’ün devamı olan bir konjonktürün içerisindeyiz. “Doğal Gaz barışı” dayatılıyor: Müzakere masası diye dayatılan masa gittikçe mezbahaya dönüşüyor. Kıbrıslıları yeniden Rumlar ve Türkler olarak düşmanlaştırma çabasından emperyalizm barış çıkaracağını ilan ediyor! On yıl önce Sungur Yoldaş, “Bırakın kendi yanlışlarını yapsınlar” diyordu, ama bugün aynı yanlışı tekrar etmek tarihin çok daha sert koşullarından geçtiğimiz üçüncü depresyon döneminde telafisi mümkün olmayan bedeller ödetecektir bizlere!
İşgalin 40. Yılında işgalden haberdar olmayan kitlelere ne anlama geldiğini anlatmak zorundayız. Haberdar olup da umursamayan sol siyasetlerin kafasına vura vura umursatmak durumundayız. Bunun için NATO planlarını, doğal gaz-petrol mücadelesini, Ermenilerin ve Rumların tarihini, kontrgerillanın Kıbrıs tarihini, Ege’de it dalaşı olduğunda Kıbrıs’ta rüzgârın daha sert estiğini, Türk burjuvazisinin Musul-Kerkük hesaplarının Kıbrıs hesabı ile birlikte kavranması gerektiğini ve benzer onlarca veçheyi bayraklaştırmak durumundayız. Bizler için gayet açıktır: Akdeniz devriminin en önemli askeri sorunu olan Kıbrıs’ın önemi, ama birçokları için tüm bunları art arda sıraladığınızda bile kafasını sallayıp uzaklaşacağı bir mesele gibi geliyor Kıbrıs.
Kıbrıslılar içinse kıssadan hisse: Ey Kıbrıslılar! ”Kalbi kırık adada, ah kardeşler!” Emperyalizm ile milliyetçilik arasına sıkışmaktan, sol liberalizm ve ucuz demokratlık arasına hapsolmaktan başka bir üçüncü yol var:
Enternasyonalizm… Sosyalist bir Akdeniz!
Kıbrıs kimin malı ki?*
Sungur Savran
*Bu yazı 4 Ocak 2004 tarihinde Yeniden Özgür Gündem gazetesinde yayınlanmıştır.
Türkiye hakim sınıf kalemşörlerinin (ve sözde "sol"dan onlara iltihak edenlerin) ulusal sorunları tartışırken bile sınıf içgüdüsüyle tapu dairesi terminolojisi kullanmaları epeyce gülünç sonuçlar yaratıyor. 90'lı yılların başından beri dolaşımda olan "ver kurtul" deyimi şimdi yine hortladı. Kıbrıs'ta seçimler yapıldı, politik yelpaze altüst oldu. Ama Türkiye devletinin "âli çıkarlar"ının bekçileri için bunun bir önemi yok. Onların esas kavgası Türkiye içindeki AB'cilerle. AB'ciler Kıbrıs sorununun Türkiye'nin üyeliği önünde bir engel olmaktan çıkması için hamleler yaptıkça, "âli çıkar" bekçileri onları "ver kurtul" tutumuna girmekle suçlayıp duruyorlar. Kimin malını kime veriyorsun? Kıbrıs bağımsız bir ülkedir, Kıbrıs halkı da ayrı bir halk. Sen onun sahibi misin, o senin kölen mi ki veriyor ya da vermiyorsun?
Uluslaşma, tarihin somut gelişiminin damgasını taşıyan bir süreçtir. Binlerce yıl öncesinden gelen kavimlerin şaşmaz bir kaderle bugün tek ve aynı ulusun ayrılmaz parçası olması gerektiği yolundaki ırkçı düşünceler, tarihsel gelişme konusunda cehaletten kaynaklanır. Bu konuda sayısız örnek verilebilir. Komik bir tanesini hatırlatalım. Fransa'nın kuzeyinde Fransızca konuşan bir nüfus kesimiyle Felemenkçe (Hollandaca) konuşan bir başka nüfus kesimi, tümüyle özel çıkarlar nedeniyle birleşmiş ve ne Fransa'ya, ne de Hollanda'ya katılmayıp ayrı bir Belçika ulusa oluşturmuştur. Şimdi herhangi bir Fransız çıkıp Fransızca konuşan Belçikalıların yaşadığı bölgeden "yavru vatan" diye söz etse, ona deli diye bakarlar! Herhangi bir Hollandalı çıkıp kendi ülkesini Felemenkçe konuşan azınlık konusunda söz sahibi ilan etse ırkçılığın batağında biri olduğu hemen tescil ediliverir.
Kıbrıs'ta yaşayan iki halk açısından da durum Belçika'ya benzer. Üstelik, burada Belçika'dakinden farklı olarak iki halkın, iki dilin, iki ayrı dinin tek ulus oluşturması, ilerici bir karakter taşır. Çünkü, tarihsel olarak iki halklı Kıbrıs ulusunun oluşumu, önce Britanya sömürgeciliğine, ardından Kıbrıs'ın NATO'nun bir parçası olmasına ve nihayet Türk kökenli Kıbrıs halkının Türkiye devletinin hakimiyet dayatmalarına karşı mücadele ve tepki içinde oluşmuştur.
Bu tarihsel gelişme içinde, bugün Kıbrıs'ın sahici Rum ve Türk kökenli halkı ezici olarak kendini Türk ve Yunan uluslarından farklı bir ulus olarak görmektedir. Önemli olan da budur. Evet, bu iki halkın birbirine yaklaşması zaman zaman sancılı olmuştur, ama "Kıbrıs sorunu" diye bilinen uluslararası sorunun kaynağı, esas olarak bu iki halkın (tarihsel kökleri de olan) karşılıklı güvensizliği değildir. Şu konuda kafamız açık olmazsa, ne "Kıbrıs sorunu"nu, ne de gerçek çözümün ne olduğunu anlayamayız: "Kıbrıs sorunu"nun kaynağı, Kıbrıs'ın içinde değil, dışındadır!
Sorunun ilk kaynağı, emperyalizmdir. Emperyalizmin ilk yükseliş döneminde Kıbrıs'ı sömürgeleştiren Britanya, II. Dünya Savaşı sonrasında yükselen ulusal bağımsızlık talepleri karşısında ada üzerindeki hakimiyetini yitirmemek için (aynen Hindistan-Pakistan sorununda olduğu gibi) iki halkı birbirine düşürmüştür. Amacı, büyük çıkarlara sahip olduğu Ortadoğu'nun yamacındaki bu "batmayan uçak gemisi"ndeki iki üssünü muhafaza etmektir. Bu amaç daha sonra, Britanya ile "özel ilişki"si temelinde ABD'nin ve şimdi de AB'nin iştahını kabartmıştır.
Sorunun ikinci kaynağı ise, Balkanlar'ın iki NATO üyesi Yunanistan ve Türkiye arasındaki askeri güç yarışıdır. Helen ve Türk milliyetçilikleri bu askeri rekabetin körüklediği ve yararlandığı ideolojik zarftan başka bir şey değildir.
Kıbrıs ulusunun bu tanımından ve "Kıbrıs sorunu"nun kaynağı konusundaki bu teşhisten iki sonuç çıkar. Birincisi, kimsenin, ne Yunan milliyetçilerinin, ne de Türk, Kıbrıs'ı "vermek" ya da "vermemek" diye bir hakkı yoktur. Bugün Türkiye Türklerine düşen Türk kökenli Kıbrıslıların kendi kaderlerini tayin hakkını tanımaktır.
Ama ikincisi, "Kıbrıs sorunu"nu çözmek isteyen herkes, çözümün bu iki kaynağı kurutup kurutmadığına bakmak zorundadır. Bu açıdan Kıbrıs'ın (artık sol olmaktan iyice uzaklaşmış) sol partileri Kıbrıs halkını bütünüyle yanlış yönlendiriyor. Güney'de AKEL, Kuzey'de ise CTP ve ötekiler (en son KSP dahi), Annan Planı'nı bir çözüm olarak sunmakla, uzun vadede çok ciddi sorunların tohumlarını ekiyorlar. Annan Planı Britanya üslerine dokunmuyor bile! Annan Planı Türkiye ve Yunanistan'ın garantörlüğünün sürmesini öngörüyor. Bu yetmiyor, yabancı askeri güçlerin Kıbrıs'taki varlığını bile sadece sınırlıyor, ortadan kaldırmıyor. Kısacası, Annan planı Kıbrıs sorununun kaynaklarının devamını öngörüyor!
Kıbrıs halkı kırk yıllık çatışma ortamından sonra bunları görebilecek ruh durumunda değil. AB'nin emperyalist karakterini kavrayamıyor, AB'yi bir barış ve refah cenneti sanıyor. Ama yarın Kıbrıs üsleri Ortadoğu'daki fırtınanın bir parçası haline gelirse, Kıbrıs büyük katliamların çekim alanına girecektir. Daha Irak savaşında AB'de çatlaklar belirmiştir. Yarın Türkiye AB'ye giremez ya da AB en azından dış politikada bölünürse garantörlük kurumu Kıbrıslıların başına yeni sorunlar açacaktır. Korkarız, Kıbrıs halkı kendi içinde birliğini sağlamak yerine emperyalizmin planı olan Annan Planı'nı benimsediği için pişman olacaktır.
Ama bırakın kendi yanlışlarını yapsınlar, kendi yanlışlarından kendileri öğrensinler. Bırakın Kıbrıs kendi kaderini tayin etsin!