Fransa’da kent yoksullarının isyanı (4): Solun sefaleti

Fransa4

Fransız solunun isyan karşısındaki performansı utanç verici oldu. Düzen solu, isyana ve isyancı gençlere ya sırt çevirdi ya da açıktan hasmane bir tavır sergiledi. Bir zamanlar ülkenin iki büyük siyasi gücünden biri olan ama şimdi can çekişen Sosyalist Parti, önce partinin genel sekreteri Olivier Faure’nin imzasıyla kısacık ve akmaz kokmaz bir metin yayınlayıp Nail için pek üzüldüğünü dile getirdi. Bizim oralarda ölünün ardından “Allah unutturmasın” derler. İnsan ilk duyunca yadırgar, ama söylenmek istenen “Allah bundan büyük acı verip de bunu unutturmasın”dır. Mahalle gençlerinin Nail için üç beş binayla, çöp kutusunu yakması Sosyalist Parti ve Faure’yi öyle büyük acılara gark etmiş olacak ki, hem parti hem de Faure iki gün sonra Nail’i unutup bu sefer gençlerin “şiddetini” kınamaya başladı! Düzen solunun bir diğer büyük gücü Yeşiller (EELV) ha keza, daha isyan doruk noktasına ulaşmamışken partinin lideri Yannick Jadot’nun ağzından eylemcilere sağduyu ve itidal çağrılarına başlamıştı bile.

Fransız Komünist Partisi, adındaki komünist kelimesinden ar etmeksizin, sadece itidal çağrısı yapmakla yetinmeyip açıkça barikatın karşı tarafına geçti. Bu PCF açısından bir ilk değil. Uzun yıllardır süregelen PCF’in sağcılaşma süreci, 2018’de partinin başına Fabien Roussel’in geçmesiyle bir sıçrama yaptı. Roussel’in liderliğindeki PCF, özellikle hızla yükselen (ve birazdan değineceğimiz) Jean-Luc Mélenchon ve partisi Boyun Eğmeyen Fransa’yı (LFI) sağdan geçmek için bir “kanun ve nizam” siyaseti izlemeye başladı. Bu yönelimin sonucu olarak 2021’de, yani Paris Komünü’nün 150. yıldönümü Fransız solunun gündemindeyken, gidip polislerin daha sert yasalar için yaptığı eyleme destek veren Roussel’in ve PCF’in en az iki işçi mitinginde “Versaylılar defolun” (1871’de Paris’in devrimci iktidarının karşısında, karşıdevrimin merkezi olarak ortaya çıkan Versay hükümetine atıf yapılıyor) diye protesto edildiğine biz bizzat şahit olmuştuk. Şimdi de aynı PCF, isyanı günah çıkarmak ve düzen nezdinde “saygınlığını” kanıtlamak için kullanıyor. Roussel ve PCF sadece itidal korosuna katılmakla yetinmedi, Mélenchon yiğitçe bir tavır alıp “itidal çağrısı yapmıyorum, adalet çağrısı yapıyorum” dediğinde Mélenchon’a saldırmaya başladı. Macron çıkıp sosyal medyayı kesmekten bahsedince, Roussel hemen Macron’un yardakçılığına koşup “sosyal medya için OHAL” istediğini söyledi. Hainliğin, halk düşmanlığının bu kadarı!

Burada Jean-Luc Mélenchon’a ve LFI’ye bir parantez açmak gerekiyor. Mélenchon, siyasete gözlerini Marksist gelenekten gelen bir örgütte açan ama sonra Sosyalist Parti’ye geçen, hatta 2009’ların başında Lionel Jospin’ın hükümetinde bakan yardımcılığına kadar yükselen, en sonunda ise Sosyalist Parti’den sola doğru koparak kendi hareketini kuran bir siyasetçi. 2017’de cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Sosyalist Parti’nin ve milletvekili seçimlerinde FKP’nin sandıkta yaşadığı hezimet sonrası ise Mélenchon ve partisi LFI Fransa’da solun en büyük gücü haline geldi. Mélenchon ne bir komünist ne de bir devrimci. Kendi mitinglerinde kızıl bayrak kullanılmasını yasaklayan, Fransız milliyetçiliğinin etkisi altında olan ve temel siyasi programı mevcut 5. Cumhuriyet’in yerine 6. Cumhuriyet’in kurulması olan reformist bir politikacı. Ama hem (tutarsız biçimde de olsa) zaman zaman NATO ve AB’ye meydan okuması hem de ulaşabildiği kitle LFI’yi solun kalanından ayırıyor. LFI, daha küçük devrimci Marksist partiler dışında, solun kimlik politikasına hapsolması sonrası gitgide Le Pen’in kontrolü altına giren işçilere konuşabilen, bir kısmını kendi yanına çekebilen tek siyasi güç. Bu bir tesadüf değil, bilinçli bir stratejinin ürünü. Daha 2012’de, yani kendi hareketi çok da mütevazı ebatlardayken, Mélenchon Le Pen’in milletvekili adayı olduğu kuzey Fransa’daki Hénin-Beaumont’dan kendi adaylığını koymuştu. Seçimi büyük bir farkla kaybetti (ikinci turda çok az bir farkla Sosyalist Parti’nin adayı galip geldi, yani ne Le Pen ne Mélenchon seçilebildi) ama Le Pen’e kendi kalesinde meydan okuyup buradaki kitleye propaganda yapması çok anlamlıydı. Bugün de Le Pen’in büyük bir güce sahip olduğu, küçük şehir ve kasabaların emekçi halkı üzerinde etkiye sahip olan tek sol güç Mélenchon. Örneğin, 2022’deki cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesi BVA’nın yaptığı bir ankete göre, Sarı Yelekliler’in yüzde 44’ü Le Pen’e oy vermeyi planlarken, ikinci sırada yüzde 28 ile Mélenchon geliyordu. Hemen arkalarında ise yüzde 9 ile ön-faşist Zemmour var. Solun kalanının da geleneksel sağın da esamesi bile okunmuyor! Yani şu anda, yüzünü faşizme dönmeye hazır emekçi halkı faşistlerin elinden söküp alma başarısını (kısmi de olsa) sadece Mélenchon gösterebiliyor. Bu unutulmamalı.

Bu yazı için asıl önemli olan husus ise Mélenchon’un hem banliyölerin siyahî ya da Arap kökenli halkı üzerinde hem de Guadeloupe, Martinique gibi Fransız sömürgelerinde sahip olduğu etki. Bunun bu yazının konusu olan banliyölerdeki ebadını göstermek için çarpıcı bir örnek vermekle yetineceğiz. Bu idari birim, Paris’in hemen kuzeydoğusunda bulunuyor ve Bobigny, Saint-Denis gibi bir zamanlar PCF’in mutlak hâkimiyetindeki “kızıl kuşak”ın parçası olan, bugün ise Arap ve siyahî yoksul banliyölerin simgesi haline gelmiş şehirleri içeriyor (bunlar aslında Türkiye’de “mahalle” olarak anacağımız, Paris’e bitişik yerleşimler ama Fransız idari sisteminde şehir olarak geçiyorlar). Geleneksel olarak solun büyük güce sahip olduğu bu bölgede, 2017 seçimlerinde sağ partiler 12 vekilin beşini almış, bunun dördü ise Macron ve müttefiklerine gitmişti. 2022’de ise LFI’nin başını çektiği (ama FKP, Yeşiller ve Sosyalist Parti’yi de içeren) sol ittifak NUPES, bu bölgede tulum çıkartarak 12 vekilin tamamını aldı. Bu 12 vekilin dokuzu bizzat Mélenchon’un partisi LFI’den seçildi, bunların bir tanesi de LFI listelerinden seçilen ve devrimci Marksist gelenekten gelen POI (Bağımsız İşçi Partisi) militanı Jérôme Legavre.

Bu başarı, Mélenchon’un ve LFI’nin yıllardır Fransa’da laikliğin Müslüman azınlığın kafasına vurmak için silah haline getirilmesine karşı çıkmasının doğrudan bir ürünü. Mélenchon’un Müslüman halk nezdinde etkileyici bir güce ulaştığı görülüyor. Çok güvenilir bir anket kuruluşu olan Ifop’un verilerine göre, 2022’deki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Fransa’daki Müslümanların yüzde 69’u Mélenchon’a oy vermiş. Bu başarıyı küçümsememek gerekir. İsyan sırasında da Mélenchon’un tavrı, banliyölerdeki pozisyonunu güçlendirecek, bu bölgelerin emekçi halkının LFI’ye ve kendisine olan güvenini arttıracak biçimde oldu. Yukarıda da yazdık, Mélenchon Fransız burjuva siyasetinde oluşan “itidal çağrısı” korosuna katılmayı reddetti, itidal değil adalet çağrısı yaptı. Kendisine isyanı kınaması ve itidal çağrısı yapması için baskı uygulamaya çalışan burjuva kalemşörleri “bekçi köpekleri” diye yerin dibine soktu. Bu da yetmedi, gençlere “kütüphaneleri ve okulları yakmayın” dedi. Bütün burjuva medyasının ağızlarından köpükler çıkarak haykırmaya başladığı gibi, bunun polis karakolu gibi diğer hedeflere yönelen şiddeti zımnen onaylamak olduğuna şüphe yok. Yani yukarıda saydığımız bütün siyasi güçler arasında halkın isyanına kontrol altına alınması gereken doğal afet muamelesi yapmayan, isyandan yana taraf alma cesaretini gösteren bir tek Mélenchon ve LFI oldu. Her şey bir kenara, bu Mélenchon’un hanesine yazılması gereken büyük bir tarihî onurdur.

Buraya kadar tartıştıklarımız temel olarak düzen solu ve emin adımlarla barikatın karşı tarafına ilerleyen Fransız Komünist Partisi idi. Bunlar tamam, peki devrimci Marksist gelenekten gelen ve Fransa’da sosyalist bir devrimi hala programlarında taşıyan güçler ne yaptı? Bu sorunun cevabını vermek için 2023 yazındaki birkaç haftalık sürece bakmak yetmez. En büyük temsilcileri Lutte Ouvrière (LO, İşçi Mücadelesi) ve NPA (Yeni Antikapitalist Parti) olan parlamento dışı solun isyana cevabı, son 18 yılda verilmiştir. Lamı cimi yok, 2005’teki ilk banliyö isyanından bu yana, bu örgütler banliyö gençliği arasında zerre yol almamıştır. 2023 isyanı yaşanırken, bu koca koca örgütlerin mahalle gençliğinden gelen militanlarıyla hareketin içinde yer aldığı, hatta hareketin içindeki kadrolarıyla isyanın siyasi taleplerinin formüle edilmesi (isyanın güçlü yarı-askerî örgütlülüğüne karşın, siyasi örgütsüzlüğünün ne büyük bir dezavantaj olduğunu yazı dizisinin ilk kısmında işlemiştik) ya da gençlerin söz gelimi mahalle komitelerinde örgütlenmesi için bir adım attığı tek bir vakaya, hem süreci hem de bu örgütleri yakından izlememize rağmen rastlamadık. Bütün bunları geçtik, militanları binlerle sayılan, asıl gücü de Paris bölgesinde toplanan bu örgütlerin Allah rızası için Saint-Denis ya da (eylemlerin başladığı) Nanterre gibi, Paris merkezinden metro ile gidilen ve banliyö gençlerinin en önemli merkezini oluşturan yerlerde bir dernek açtığını da duymuş değiliz. Burada andığımız biçimler önemli değil, vurgulamak istediğimiz şu: ilk isyandan bu yana geçen 18 yılda, bu örgütler banliyö gençliği içerisinde örgütlenmek için tek bir somut adım atmamıştır.

Bu durumun çarpıcılığının altını çizmek isteriz. 2005 yılında banliyö gençliği (bu yazı serisinin ilk kısmında kısaca değindiğimiz üzere) ayağa kalkıp haftalarca polisle kıran kırana mücadele etmişken, kendini ciddiye alan ve bu lafın hakkını vermek isteyen her devrimci örgütün, bu isyanın Fransa’da devrime giden yolda ne anlama geldiğini analiz etmesi, buna uygun somut adımları atmak için de harekete geçmesi gerekirdi. Sadece 2005 değil, o dönemden bu yana irili ufaklı patlamalarla sahneye çıkan banliyölerin Fransa’da devrime giden yoldaki önemi, görevini ciddiye alan her devrimci için aşikâr olmalı. Daha Nail cinayeti de isyan da ortada yokken, Mart ayında yazdığımız bir yazıda şu saptamayı yapmış bulunuyoruz:

“21. yüzyılda aynı zamanda banliyölerin yoksul halkı, en büyük örneği 2005’te olmak üzere çeşitli vesilelerle ayağa kalktı. Tüm dünyada olduğu gibi, genç kent yoksullarının şiddet yöntemlerini kullanma konusundaki maharetini de sergileyen bu kitle hareketi, özellikle tek bir banliyöye sıkışmadığı 2005 gibi örneklerde polis ve kolluk kuvvetleri karşısında ne denli dişli bir düşman olabileceğini de gösterdi. Fakat bu iki büyük güç, son yirmi yıla damga vuran bu mücadelelerin hiçbirinde birbirine el uzatamadı. Banliyö gençliği ayağa kalktığında örgütlü işçi sınıfı uzak durdu, şimdi de örgütlü işçi sınıfı masaya yumruğunu vururken banliyöler sessiz. Oysa, yukarıda yazdığımız üzere sokak şiddetinde de gayet mahir olan banliyölerin, işçi sınıfıyla birlikte ayağa kalktığı bir senaryoda Fransa’da hükümetin 23 Mart’tan 24 Mart’a çıkması dahi şaşırtıcı olurdu. Şu anda bile eylemlerin yüzlerce şehre yayılması sebebiyle güçlerini Paris gibi büyük şehirlerde toplama imkânından yoksun olan ve ciddi lojistik sıkıntılar yaşadığı söylenen Fransız polisi, muhtemeldir ki hem Paris’te işçilerin barikatlarına hem banliyölerde gençlerin taşlarına karşı tamamen yetersiz kalırdı. Buradan çıkartılması gereken sonuç açıktır. Fransa’da bu isme layık bir devrimci örgütün, aynı 20. yüzyıl komünistlerinin işçi sınıfıyla köylülüğün ittifakını stratejik bir görev olarak önüne koyması gibi, banliyöler ile örgütlü işçi sınıfının ittifakını, işçi sınıfı öncülüğünde kurmayı tarihsel bir hedef olarak belirlemesi gerekir.(Vurgular sonradan)”

Peki nasıl olur da bizim gördüğümüzü koca Fransız örgütleri görmez, yahut bu saptamadan doğan somut adımları 18 yıldır atmaz? Biz Fransa’yı bilmez değiliz, ama meselenin bizim ülkeyi bu ülkenin örgütlerinden daha iyi tanımamız olamayacağı aşikâr. Bizce cevap basit, Fransa dâhil olmak üzere tüm dünyada bir zamanların devrimci solunun ezici çoğunluğu, devrimi somut bir hedef olarak görmeyi bırakalı uzun zaman olmuştur. Namazda gözü olmayanın ezanda da kulağı olmaz! Devrim hedefi için örgütlenmeyen, gözünü toplumu işçi sınıfının etrafında toplamaya dikmeyenlerin (bunun sebepleri yukarıda andığımız örnekler olan LO ve NPA için birbirinden çok farklı, ama bu konuya bu yazıda girmeyeceğiz), emekçi halkın içindeki patlamayla hazır katmanları gelecekteki devrimin asli unsurları olarak görüp bundan da kendilerine bir görev düştüğünü anlamaları beklenebilir mi? Peki, ya ne yapılabilirdi? Aksi örnek için uzağa gitmeye gerek yok. 2013’te Gezi ile başlayan halk isyanının yenilgisini analiz eden Devrimci İşçi Partisi, isyana işçi sınıfının sınıfın araçlarıyla, yani grevle ve işgalle katılmamasının bu isyanın en büyük zaaflarından biri olduğunu saptamıştı. Bunun sonucu olarak, isyandan sonra toplanan 3. Kongre, partinin işçi sınıfındaki “bu uzatmalı sessizliği tarihin kendisini işçi sınıfının içinde güçlendirmesi için verdiği bir ‘avans’ sayması, musibetten hayır çıkarması gerekir” saptaması yapıyor ve “[b]ütün enerjimizle önceliği işçi sınıfının öncüsü içinde örgütlenmeye vermeliyiz” sonucunu çıkarıyordu. Bunun neticesi, DİP’in son on yıldır yürüttüğü “stratejik mevzilenme” yönelimidir. Tarih, Fransız devrimcilerine de 18 yıllık böylesi bir avans verdi. Bu 18 yıllık avans ziyan edilmiştir. Yazık.

Bu tarihsel görevi yerine getirmeyen (getiremeyen değil, getirmeyen) Fransa’da devrimci gelenekten gelen sol, bunun yerine Paris başta olmak üzere büyük şehirlerde düzenlenen dayanışma eylemlerine katılma çağrısı yaptı. Hem bu örgütler hem de CGT başta olmak üzere bir dizi sendika, Nail için Paris’te gerçekleşen iki büyük eyleme destek oldu, bazı durumlarda bizzat eylemlerin örgütlenmesine katıldı. Ne güzel. Yazı dizisinin ilk bölümünde belirttik, bu dayanışma eylemlerinin gücü, 2023 isyanının 2005 isyanının aksine tamamen yalıtılamamasında önemli bir rol oynadı. Bunu küçümsüyor değiliz. Fakat dayanışma rolüne sıkışmak, aynı zamanda kendi kaderini isyanın kaderinden koparmak demektir. Dayanışma görevine sırt çevirmeyip mahalle gençlerine sahip çıkmış olmaları ne kadar takdire şayan ise, bu güçlerin (iki isyan arasındaki 18 yıllık tarihsel avansa rağmen) sadece “dayanışmacı” bir rol oynayabilmeleri de o kadar büyük bir suçtur.