Astana'da ne oldu?
Erdoğan, Soçi'de Putin'le yaptığı görüşmenin ardından Rusya ile ilişkilerin çok iyi gittiği izlenimi vermeye özen gösterdi. Hatta Rusya'nın hâlâ adım atmadığı domates ihracatı konusunda da meseleyi şakaya vurarak geçiştirdi. Tüm bunlar Erdoğan'ın Mayıs ortasında Trump ile görüşmek üzere ABD'ye yapacağı ziyarete odaklandığını, Trump'tan istediklerini kopartabilmek için Rusya ile yakınlaşmayı bir koz olarak kullanmak istediğini gösteriyor. Bu anlamda Rusya ile ilişkilerde limoni bir görüntü vermenin ABD tarafından, Türkiye'nin kendilerine mahkûm olduğu şeklinde değerlendirileceğini düşünüyor belli ki.
Bu düşünce Türkiye'yi, Suriye'de siyasi çözüm üzerine yapılan Astana görüşmelerinde Rusya ve İran'a karşı aşırı uzlaşmacı bir tutuma itmişti. İlk Astana görüşmelerine Rus elçisi Karlov suikastinin ardından giden Türkiye dışişleri, adeta beyaz kâğıda imza atacak düzeyde köşeye sıkışmış haldeydi. Bu Astana toplantısında da durum farklı olmadı. Ancak bu sefer, 16 Nisan referandumunun yarattığı siyasi kriz ortamında Erdoğan'ın tüm geleceğini Trump ile anlaşmaya bağlamış olması Türkiye'nin kendi kendini köşeye sıkıştırmasına neden oldu. Ayrıca buna Trump'ın, Zarrab davasını Demokles’in kılıcı gibi elinde tuttuğunu ve Erdoğan'ın Siyonist lobiyle birlikte yaptığı girişimlerin ne kadar etkili olduğunun da bilinmediğini eklemeliyiz. Dolayısıyla Türkiye Astana'dan herhangi bir anlaşma olmadan masadan kalkarsa Trump'ın karşısına tamamen güçsüz ve alternatifsiz şekilde çıkılacaktı.
Astana'da Rusya'nın önerisiyle masaya gelen "çatışmasızlık bölgeleri" oluşturulmasına ilişkin kararın Türkiye'nin desteklediği "muhalif" gruplar tarafından protesto edilmesine rağmen neden Erdoğan tarafından büyük bir başarıymış gibi gösterildiğini bu şekilde açıklayabiliriz. Ancak bu anlaşmanın Suriye'de nasıl sonuçlar doğuracağı Erdoğan'ın ve Türkiye dışişlerinin Astana sonuçlarını nasıl sunduğundan ayrı olarak değerlendirilmeli.
Çatışmasızlık bölgeleri ne anlama geliyor?
Çatışmasızlık bölgeleri, İdlib vilayetinin tamamını, Lazkiye, Halep ve Hama vilayetlerinin çatışmalı bölgelerini, Şam'ın doğu Guta bölgesi ile Dera ve Kuneytra'yı kapsıyor. Sözü geçen yerler Suriye ordusu ile DAİŞ dışındaki silahlı grupların çatıştığı yerler. Bu bölgelerde El Nusra gibi uluslararası alanda "terörist örgütler" listesinde yer alan gruplar ile diğerleri bir arada bulunuyor. El Nusra, terör listesinden kurtulmak için adını Şam'ın Fethi Cephesi olarak değiştirmişti. En son olarak da bir dizi başka İslamcı silahlı grubu yanına alarak Şam'ı Özgürleştirme Heyeti (Heyet Tahrir el-Şam) adlı bir cephe kurdu. Bu cephe söz konusu alanlarda en güçlü etkiye sahip yapı. Diğer etkin yapılar olan, Türkiye destekli Ahrar-üş Şam ile Şam kırsalında etkin olan Ceyş-ül İslam gibi örgütlerin konumu ise son derece tartışmalı.
Rusya bu örgütleri kesin biçimde terörist olarak nitelendiriyor. ABD, bunları terör listesine almış değil ama bu örgütlerin faaliyetleri ortada olduğu için bu kararının arkasında da her zaman çok kuvvetli duramıyor. Geçtiğimiz yıl ABD Dışişleri Bakanı John Kerry bir açıklamasında bu iki örgütü terörist olarak tanımlayarak hem uluslararası alanda hem ABD yönetimin kendi içinde tartışma yaratmış, ABD yönetimi daha sonra lisan-ı münasiple Kerry'nin açıklamalarını tekzip etmek zorunda kalmıştı. Rusya'nın terörist olarak görmediğini ilan ettiği ve siyasi çözümde meşru muhatap olarak gördüğü ÖSO'nun ise bu bölgelerde esamesi okunmuyor.
Tüm bu bilgileri verdikten sonra çatışmasızlık bölgeleri oluşturmanın fiilen ne anlama geldiğini daha iyi anlayabiliriz. Anlaşmaya göre söz konusu bölgelerde bir çatışmasızlık hali yaratılması, silahsız sivil nüfusun bu bölgelere dönüşünün sağlanması ve çatışmasızlığın devamı için garantör ülkelerin tüm gerekli önlemleri alması öngörülüyor. Öncelikle çatışmasızlık "terörist" gruplara karşı yapılacak askeri operasyonları kapsamıyor. Bu da çatışmasızlık bölgelerindeki güçlerin çoğunluğunu "terörist" olarak değerlendiren Rusya ve Esad'ın tek taraflı müdahale hakkını fiilen elinde tutması anlamına geliyor. Bu saldırılardan kaçınmak isteyen muhalif grupların terörist olarak tanımlanan gruplardan tamamen ayrışması, Esad güçlerine asla saldırmaması gerekiyor. Sahada bunu yapabilmenin tek koşulu ise fiilen Nusra merkezli Heyet Tahrir El Şam'la ya da diğer gruplarla savaşmayı göze almak. Dolayısıyla Rusya ve Esad bu anlaşma sonrasında askeri operasyonlara ara vermeyecek tam tersine bu bölgelerdeki askeri baskıyı arttırarak grupların bölünmesini hızlandırmak isteyecek. Bu bölgelerde Suriye ordusuna ait uçakların uçmayacağı söyleniyor. Uçakların uçmamasının da tek koşulunun sahada teröristlerle savaşmaya öncelik veren grupların varlığı olduğu anlaşılıyor.
İnisiyatif Rusya, İran ve Esad'ın elinde
Bu plan işleyebilir mi? Zor. Ama plan işlemediğinde Rusya, İran ve Esad'ın ne yapacağı belli. Türkiye'nin ise diğer garantörlerin hilafına herhangi bir müdahalede bulunması oldukça zor. Garantörlerin her türlü önlemi alması öngörülürken bunun askeri boyutu da kapsadığı söylenebilir. Ancak bu da Türkiye'ye Suriye'ye asker sokma serbestisi tanımıyor. Rusya ve İran fiilen Suriye'de askeri varlıklarını sürdürüyor ve bunu meşru Suriye hükümetinin davetiyle yapıyor. Türkiye'nin askeri gücü ise sadece Fırat Kalkanı ile girdiği bölgede var. Bu bölge ise anlaşmanın kapsamında değil. Dolayısıyla Türkiye Astana'da yapılan anlaşmayı gerekçe göstererek söz gelimi, İdlib'te Suriye ve Rusya'nın Ahrar-üş Şam'ı vurmasını engellemek üzere bölgeye asker sokacak durumda değil.
Yani Astana'da varılan anlaşma ile Türkiye'ye fiilen, desteklediği grupların Esad'a karşı herhangi bir silahlı girişim içinde bulunmalarını engelleme sorumluluğu yükleniyor. Türkiye bunu yapmazsa zaten anlaşma hayata geçmeyecek. Bu anlaşma dolayısıyla Türkiye'nin Rusya, İran ve Esad'a dayatabileceği herhangi bir şey de yok. Yani bir kez daha Türkiye, adeta boş kâğıda imza atarak masadan kalkmış oluyor.
ABD'nin kaygısı
ABD'nin söz konusu anlaşmayla ilgili ilan ettiği çekinceleri de bu gerçeği yansıtıyor. Anlaşmanın uygulanmasının zorluğunun farkında olan ABD, Dışişleri Bakanlığı aracılığıyla yaptığı açıklamada Rusya, İran ve Suriye'nin çatışmasızlığa uyması ve Türkiye'nin desteklediği grupların teröristlerden ayrışmasını sağlaması ile ilgili beklentilerini ifade ediyor. Esas noktaya ise sonra geliyor ve bu anlaşmayla İran'a verilen garantör statüsü dolayısıyla kaygılarını belirtiyor. Yani ABD bu anlaşmayla birlikte Rusya, İran ve Esad'ın tek yanlı inisiyatif kazandığını görüyor ve bundan büyük endişe duyuyor. Silahlı muhalif grupları temsilen Astana'ya katılan Usame Ebu Zaid'in anlaşmaya sıcak bakmadıklarını açıklamasının da, anlaşmanın duyurulduğu basın toplantısında İran aleyhine slogan atılmasının da nedeni gayet açık görülüyor.
Erdoğan'ın blöfleri emperyalizmin işine yarıyor
Sonuç olarak Astana'da varılan anlaşmayı Erdoğan'ın Trump karşısında koz olarak kullanması pek olası değil. Mevcut durumu Pentagon'un ya da CIA'nın görmediğini düşünmek saflık olur. Dolayısıyla eğer Astana anlaşması Erdoğan Washington'a gittiğinde masaya konulacaksa Trump tarafından konulacaktır ve bu anlaşmada Türkiye'nin ABD'nin çıkarlarını korumak üzere hareket etmesi istenecektir. Ne de olsa, Erdoğan'ın blöflerinin karşısında Trump'ın elinde Zarrab davası ve daha önemlisi Türkiye'nin NATO üyesi olması gibi gerçek kozlar bulunuyor. Astana görüşmeleri, Türkiye NATO üyesi kaldıkça attığı her adımın emperyalizmin yörüngesine daha fazla girmesiyle sonuçlanacağının açık bir kanıtı olarak önümüzde duruyor. Böylece Rojava ve Şengal konularında ABD'nin desteğini almaya çalışacak olan Erdoğan'ın istediğini almak için ABD'ye sunacağı hizmetlerin listesi de kabarıyor.