4. Acil Avrupa-Akdeniz Konferansı Sonuç Bildirgesi

Dünya kapitalist krizi, on yıldır yaşanmakta olan ekonomik durgunluk, toplumsal yıkım ve siyasi sarsıntıdan sonra görünürde hiçbir çözüm olmaksızın devam ediyor, hatta keskinleşiyor.

Lehman Brothers felaketinden sonra ne hükümetlerin ve merkez bankalarının aldığı olağanüstü tedbirler, ne de halk kitleleri için korkunç bir “kemer sıkma”yı daimi bir rejim haline getirmekle muazzam bir toplumsal maliyete yol açan adımlar temelinde, kendi çelişkileri içinde çöken finans sistemine dalga dalga aktarılan likidite, dünya çapındaki krizi, dünya kapitalizminin tarihindeki Üçüncü Büyük Depresyonusona erdirememiştir. Tam tersine bütün bu tedbirler, yeni patlamaları hazırlayan toplumsal, ekonomik, politik koşullar üretmiştir.

Kapitalist sistemin şimdiye kadar kendi içinde bu krizden çıkma konusunda bir çözüm bulamaması, sistemin ileri düzeyde bir tarihi gerileme yaşamakta olduğunu, 1970’li yıllarda Keynesçiliğin, 2007-2008’de neoliberalizmin çöküşü sonrasında stratejik bir çıkmaza girmiş olduğunu kanıtlamaktadır.

Son on yılın bütün çelişkili eğilimleri şimdi barbarlığa doğru kayışı keskinleştirmekle kalmıyor, aynı zamanda yoksullaşmış kitlelerin direniş, isyan ve devrim yoluyla krizden bir çıkış yolu arayışına ivme kazandırıyor.

Dünya kapitalizminin sistemik yapısal krizi her yerde toplumsal dokuyu çözülmeye itiyor, insanlığın büyük çoğunluğunu acının ve sefaletin en derin çukuruna taşıyor, sistemin kendisini uçurumun kenarına sürüklüyor: Avrupa ve Amerika’da milyonlarca insanın işsiz kaldığı, çok daha fazlasının ise “esnek” köle emeği karşılığı düşük ücretlere talim ettiği bir kriz; Güney ve Doğu’dan Kuzey ve Batı’ya, içine düştükleri sefaletin aslında nedeni olan emperyalist merkezlere doğru, durdurulamaz bir tsunami gibi akan mülteciler; Avrupa ve Amerika’da rejim krizi, parlamenter düzenin çürümesi, otoriter yönetime dönüş, burjuvazinin ana partilerinin neredeyse çökmesi, aşırı sağın ve faşizmin, ırkçılığın, yabancı düşmanlığının, İslamofobi’nin ve anti-Semitizm’in yükselişi; Ortadoğu ve Afrika’da ise gerici, cehalet yanlısı tekfirciliğin parlaması; Ortadoğu’da, Asya’da, Afrika’da ve Avrupa’nın sınır bölgelerinde emperyalist askeri müdahaleler ve vekâleten savaşlar, NATO ve ABD’nin Rusya ve Çin ile uluslararası alanda emperyalist savaşı yayma tehlikesi yaratan karşı karşıya gelişi.

Dünyanın en güçlü kapitalist ülkesi olan Amerika dünya kapitalizminin krizinin merkezidir. Brexit sonrası Avrupa Birliği bir çözülme süreci içindedir, bir yandan da ABD kapitalizminin kendi krizini ihraç etme çabalarının, Çin ve İran ile birlikte en ön cephedeki hedeflerinden biridir. Donald Trump’ın Beyaz Saray’a gelmesi, hem dünya kapitalist sisteminin çürümesinin ve krizinin bugüne kadar görülmüş en yüksek siyasi ifadesidir, hem de bu krizin süratlenmesi açısından güçlü ve öngörülemez bir faktör rolü oynamaktadır. Trump döneminin korumacılık, ekonomik milliyetçilik ve “her şeyden önce Amerika” politikaları, ekonomik gerilemeyi aşabilmek amacıyla dünya ölçeğinde bir uluslararası taarruzun araçlarıdır ama bu politikalar aynı zamanda dünya piyasasının derin bir sarsıntı yaşaması riskini doğurmaktadır.

ABD’nin eşiğine geldiği rejim krizi, Trump idaresinin kişisel yönetim uygulamasıyla devletin istihbarat örgütlerinin emsali görülmemiş çatışması, Watergate skandalından beri en kötü siyasi kriz niteliğini taşıyor ve başkanın azli meselesini yine gündeme getiriyor. Aynı zamanda ABD’nin hâkim sınıfında derin bir yarılmayı ortaya koyuyor. Öte yandan, siyasi iktidarın bu krizi, milyonlarca insanın Trump’ın daha görevi devraldığı günden başlayarak bir muhalefeti örmeye giriştiği, kapitalist krizin harekete geçirdiği kitle hareketlerini, Wall Street İşgali hareketini, Siyahların Hayatı da Önemlidir hareketini, hatta Demokrat Parti’nin kongresindeki yüz kızartıcı teslimiyetinden önce Bernie Sanders’ın ismi etrafında oluşan kitle desteğinin zaten başlatmış olduğu rüzgârı yükselttiği bir ortamda gerçekleşiyor.

ABD’de her şeyden önce en çok ezilen ve aşırı sömürüye maruz kalan kesimleri, işçileri, siyahileri, Latinoları, kadınları, göçmenleri, öteki azınlıkları ve ilk kez Müslüman ve Yahudi toplumları birleştiren bu yükseliş, dünya çapında ortaya çıkmış olan güçlü bir uluslararası mücadele dalgasının ifadesidir. Bu dalga, 2011-2013 arasında dünya krizinin doğurduğu ilk kitle hareketlenmeleri dalgasının, Avrupa’nın güneyinde ve Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgesinde (ODKA) Tahrir’den Puerta del Sol’a, Sindagma’ya, Taksim’e kadar yaşanan eylemliliklerin gerilemesi, teslim olması veya darbe yemesi sonucunda bitmesinden sonra ikinci dalgadır. Şimdi ABD’deki halk hareketi; İş Yasası adı altında işçi sınıfına saldırıyı öngören yasaya karşı genel grevleriyle, işgalleriyle, kitle gösterileriyle ve meydanlardaki “Gece Ayakta” toplantılarıyla 2016’nın “Fransız Baharı”nın Britanya’da Jeremy Corbyn’in çevresinde ortaya çıkan yeni bir kuşağın mücadelesinin, Balkan ülkelerinin birinden ötekine dur durak bilmeksizin sıçrayan toplumsal çalkantıların, Güney Kore’de başkanı deviren devasa eylemlerin, Hindistan’da tam 100 milyon işçinin katıldığı genel grevin ve Brezilya’da son dönemde yaşanan mücadele ve genel grevler dalgasının izinden yürüyor.

Dünya politikası doğrusal olmayan, çok zor öngörülebilecek biçimlerde, bir sağa bir sola yalpalayarak gelişiyor. Bu gelişme, ezilen ve sömürülen kitleler için, onların siyasi örgütleri ve toplumsal hareketleri için, devrimci sol hareket için çetin ve acil zorluklar yaratıyor.

AB nihai krizde mi?

Dağılma sürecindeki AB, Ortadoğu ve Kuzey Afrika'daki kaos ile buluşuyor, etkileşime giriyor ve iç içe geçiyor. Bu, bahsedilen iki sürecin kaynaştığı iki ülkede en açık bir şekilde ortaya çıkıyor: AB ve İMF diktatörlüğü yüzünden zaten harap olmuş bir Yunanistanikiz bir trajedi yaşıyor. Kendi insani felaketine ek olarak, mahva sürüklenmiş bir ülkede korkunç koşullar altında sıkışan binlerce mültecinin trajedisi; ve hem bölgede, hem de Kürt halkıyla savaşa girmiş, iç çekişmeler içinde, Erdoğan’ın yükselen istibdad rejimi ile karşı karşıya kalan, derin bir kriz içindeki Türkiye.

Kuşkusuz, şimdi tarihsel gerileme içine girmiş olan kapitalizmin doğuş yeri Avrupa, tarihsel geçmişinde yaşanan, kan ve öfke dolu her şeyin ötesine geçen toplumsal savaşların bir arenası olacak.

Avrupa’nın egemen sınıfları tarafından ekonomik birliği için başlatılmasından 60 yıl sonra, AB projesinin her anlamıyla bir felaket olduğu kanıtlandı:

•   Sürekli artan kitlesel işsizlik, ücretler ve emekli maaşlarına saldırı, sağlık hizmetlerinin, eğitimin ve demokratik hakların yok edilmesini yaşayanemperyalist birliğin üye devletlerindeki işçi sınıfı ve yoksul halk tabakaları için bir felaket.

•   AB'nin ve NATO'nun eski Sovyet alanını yeniden sömürgeleştirmek üzere doğuya doğru genişlemesi ve kapitalist sömürünün mafyatik restorasyonu, sanayisizleşmeye, büyük çoğunluğun yaşam koşullarının tahrip edilmesine, Oligarkların ve rüşvetçi politikacıların minik bir azınlığının zenginleştirilmesine ve yoksullaştırılan halkın kitlesel göçüne yol açan, özellikle Orta ve Doğu Avrupa ile Balkan halkları için bir felaket.

•   Hem AB'nin Yugoslav savaşlarındaki rolünden günümüzde Ukrayna'nın yıkımına ve NATO'nun Rusya sınırlarına saldırgan genişlemesine Avrupa'da, hem de Libya, Suriye, Orta Doğu ve Afrika'daki bir dizi Avrupa emperyalist saldırganlığında olduğu gibi barış için bir felaket.

•   Hayatta kalma çabası içinde asgari yaşam koşulları arayan; "Avrupa kalesi” ile, Balkanların batısındaki yolu kapatan, Erdoğan'ın Türkiye'si ile yüz kızartıcı bir anlaşma imzalayarak mültecileri Akdeniz'in ve Ege denizinin ortasında boğulmaya ya da yeni toplama kamplarında hapse mahkûm eden, ya da ırkçılara, faşistlere, polise ve askerlere kurban edilmek veya yok edilmiş topraklarına "geri dönmek" zorunda kalacaklarını söyleyen alaycı bir AB ile karşılaşan Avrupa ve ABD emperyalizminin kurbanları, milyonlarca mülteci için bir felaket.

•   Kapitalist açgözlülük tarafından yok edilen çevre ve tüm yaşam koşulları için bir felaket.

•   Dünya kapitalist krizi ekonomik ve parasal birliktelik girişimlerini vurduğu, avro bölgesine ölümcül bir darbe indirdiği, yalnızca Yunanistan örneğinde değil, kıtadaki en büyük banka olan Deutsche Bank dahil tüm Avrupa'da bankacılık sisteminin ilan edilmemiş bir iflasına yol açtığı, zehirli milliyetçiliği, yabancı düşmanlığını, faşizmi ve ırkçı nefreti ateşlediği, tüm ulusal ve emperyalist zıtlaşmaları beslediği ve Brexit'ten başlayarak parçalayıcı merkezkaç kuvvetlerini yoğunlaştırdığından dolayı kapitalistlerin kendileri için bir felaket.

Örgütlenmek, direnmek, savaşmak ve kazanmak zorundayız!

Tüm çelişkilerin yoğunlaşması, parçalanmış, kafası karışmış ve geri çekilmekte olan solun süregiden karamsarlığına rağmen yeni sınıf çatışmalarının ve hatta Avrupa kıtasında devrimci gelişmelerin koşullarını üretmektedir.

Ama savaşmak ve kazanmak için, güncel ve geçmiş stratejik deneyimlerden, özellikle Yunanistan, İspanya, Portekiz, Fransa ve İtalya’dan dersler çıkartmaya ihtiyacımız var.

2010-12 yıllarındaki radikalleşmiş geniş kitlesel hareketler, doğal olan bir gecikmeyle, Yunanistan’da Syriza gibi reformist sol oluşumları, İspanya’da Podemos gibi hareketleri iktidar gücüne doğru itmiş ve aynı zamanda Portekiz’de Sol Blok, İrlanda IRA ve yakın geçmişte Fransa’da Mélenchon’un France Insoumise gibilerinin de yelkenlerini şişirmiştir. Syriza, reform ve devrim arasındaki “eski” karşıtlığın ötesinde, kitlesel aşırı-parlamentarist toplumsal hareketlerin desteğiyle sol hükümetlerin parlamentoya seçilmesi vasıtasıyla toplumsal değişim için “radikal anti-kapitalizm”in bir örneği olarak, özellikle yenilgiyi kabullenen liberal uluslararası sol tarafından göklere çıkartılmıştı. Ancak Syriza, Avrupa Birliği’nin ve kapitalizmin yapısını, baştan tamamen kabul ederken, sınıf savaşı koşullarında umutsuzca Avrupa Birliği, IMF ve Avrupa ve Yunanistan’ın egemen sınıflarıyla bir sınıf uzlaşması ve sınıf barışı ararken, halkın beklentilerine ve Troyka’nın ultimatomu ve Grexit tehdidi hakkındaki referandumda ifade edilen halk iradesine ihanet ederek bu güçlere 2015 Haziran’ında teslim olmuştur. 2015 Memorandum’unun ardından ve şimdi 2017’de, sözde “kurtarma programı”nın ikinci gözden geçirmesine bağlı yeni bir gözden geçirme sonrasında Syriza, sağın bile iktidardan düşme tehdidi ile karşılaşmadan dayatamayacağı en sert kemer sıkma önlemlerini uygulamaya koymaktadır. Benzer bir sağ gidişat İspanya’da Podemos tarafından izlenmektedir. Portekizde sol liberal, Avrupa Birliği yanlısı Sosyalist Parti hükümeti, iktidarda Left Bloc ve Komünist Parti’nin desteği sayesinde kemer sıkma politikaları uygulamaktadır.

Ders açık: Kapitalist sınıf ve emperyalist Avrupa Birliği ile sınıf uzlaşması ve sınıf işbirliği için bir orta yol veya yer yok! Bunun sonucu herkesin görebileceği kadar açık: Avrupa’da geleneksel solun neredeyse tamamının; Yunanistan’da, Fransa’da, İtalya’da ve başka yerlerde hem açıkça reformist olan solun, hem de yeni sahte “anti-kapitalist” olanın, politik çöküşü. Egemen sınıf karşısında tüm alt sınıfların bir hegemonik gücü olan işçi sınıfının politik bağımsızlığı, toplumsal felaketi önlemenin, yükselen aşırı-sağ ve faşizmin demagoglarını yenmenin ve krize başarılı, sosyalist bir sonun ön koşuludur. Bu politik bağımsızlık ve hegemonya, ne Fransa’da El Khomri Yasası’na karşı mücadele deneyiminin gösterdiği üzere tamamen mücadeleci sendikacılıkla, ne dağınık, kendiliğinden, örgütsüz azınlıkların doğrudan eylemiyle, ne de herhangi tür “hareketçilik” yoluyla elde edilebilir, hele sol milliyetçi reformist Mélenchon gibi karizmatik karakterlerin etrafındaki “geniş hareketler”in içinde eriyerek hiç başarılamaz. Acilen gereken, devrimci siyasi örgütlenmedir, yani başka bir deyimle, işçi sınıfının anti-bürokratik, enternasyonalist devrimci partileri ve devrimci bir Enternasyonal’dir.

Avrupa burjuvazisi, tarih boyunca kıtayı savaş yoluyla veya "barışçıl" bir ekonomik süreçle birleştirmek konusundaki mutlak yetersizliğini tarihsel olarak kanıtlamıştır. Çürüyen Avrupa Birliği şimdi Avrupa’nın bütün yoksullaşmış kitlelerini açlıktan öldürmekle ve kalıntılarının altına gömmekle tehdit etmektedir. Sağcı popülistler ya da "sol" milliyetçilerin, burjuva ulus devletinin deli gömleğine dönüş çağrısı felaketin reçetesidir. Ekonomik yaşamın milliyetçilikle zehirlenmesi faşizme yol açtığı gibi kapitalist krizin üstesinden gelememeye de mahkûmdur. Uzlaşma yok, taviz yok; ırkçılığın, göçmenlere, mültecilere veya ulusal-etnik kökeni, dini veya cinsel yönelimi yüzünden ezilen herhangi topluluğa yönelik ayrımcılığın her türlü tezahürüne karşı açık savaş! Sınırlar yok, bütün ezilenlerin ve sömürülenlerin mücadele içinde birliği!

Yalnızca işçi sınıfı (“yerli”, göçmen veya mülteci, çalışan veya işsiz, “esnek” ve düşük ücretli işler arasında gidip gelen devasa boyutlardaki konar-göçer proletarya) mülksüzleştirenleri,  bütün bankaları ve ekonominin stratejik sektörlerini,mülksüzleştirerekekonomiyi yeni, sosyalist temellerde, işçilerin kontrolu ve denetimi altında demokratik planlı bir ekonomi olarak yeniden örgütleyerek, krize son verebilir ve vermeye zorlanmaktadır. Kıtayı, emperyalist Avrupa Birliği’nin kalıntıları üzerinde Birleşik Sosyalist Avrupa Devletleri olarak birleştirmek için.

Avrupa'nın işçileri ve yoksulları, cinsiyete, etnik-milli kökene, dini veya cinsel yönelime ilişkin her türlü ayrımcılığa karşı tüm ezilenlerle dayanışma ve ortak bir mücadele içinde olmadan kendilerini özgür kılamazlar. Göçmenler ve mültecilerle olduğu kadar, Ortadoğu, Asya, Afrika ya da Latin Amerika'da emperyalizm tarafından ezilen tüm halklarla ortak bir mücadele zorunludur.

Orta ve Doğu Avrupa ve Balkanlar        

Orta-Doğu Avrupa (ODA) ve fakirleştirilmiş Balkanlar, ABD ve AB emperyalizmi tarafından, bunların Rusya’yı kuşatma arayışı sonucunda bir barut fıçısına çevrildi. Balkan ülkeleri, aşamalı olarak kendisi aşılamaz çelişkiler içinde bulunan ve bu yüzden pek çok ülkeyi bekleme odasında tutan AB’ye “katılıma” hazırlanıyorlar. Bölgenin AB ile “entegrasyonu” fantastik bir rüyadan, bir kabusa dönüştü. Bu süre boyunca, gelecekte birliğe “katılım” yemi, Balkanları AB hegemonyası altında tutmak için kullanıldı. Bu nedenle bölge tarihinden bile soyuldu, “Balkanlar” adlandırması,  yerini “Güneydoğu Avrupa” müsekkinine bıraktı.

Bölge sürekli bir karmaşa, ulusal çatışmalar, Macaristan ve Polonya’da aşırı sağ hükümetlerin yükselişi ve ayrıca Romanya, Moldova, Bulgaristan, Slovenya, Karadağ, Makedonya, Kosova, Sırbistan ve Bosna’daki tekrar eden isyanlarla sarsılıyor. Despotik PiS hükümetinin giderek daha fazla şeyi kontrolü altına aldığı Polonya’da bile, aşırı muhafazakar rejimin kürtaj karşıtı yasayı genişletmesine karşı kadınların başarılı “Siyah grevi” düzenlendi. AB/NATO müdahalelerine ve manipülasyonlarına de milliyetçi-ırkçı nefrete de teslim olmayı reddediyoruz. Burada da savaşan bir enternasyonalizm, ayakta kalmak ve cehennemden çıkmak için gereklidir. AB/ABD/NATO emperyalizmini, bunların askeri üslerini ve kuklalarını Orta ve Doğu Avrupa’dan ve Balkanlar’dan defedelim! Tüm oligarkları müsadereye tabi tutalım, sosyal ihtiyaçlarla ve çevre konusundaki endişelerle uyumlu, demokratik olarak planlanmış bir ekonomi temelinde, işçi denetimi ve yönetiminde yeniden sanayileştirelim! Kahrolsun şovenizm! Orta ve Doğu Avrupa-Balkanlar Sosyalist Federasyonu için halklar arasında aktif dayanışma!

Eski Sovyet Coğrafyası - Ukrayna ve Rusya ve Transkafkasya

Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ilk aşamasından itibaren kapitalist restorasyonun, ABD ve AB emperyalizminin eski Sovyet coğrafyasını parçalama ve yeniden sömürgeleştirme, kaynaklarını yetersiz bir ifadeyle burjuva “demokrasileri” olarak maskelenmiş oligarşik rejimler altında sömürme planlarına bağlı olduğu açık bir hale geldi. Kapitalist restorasyon sürecinin çelişkileri bir ölçüde dünya kapitalist krizinin patlamasının ardından keskinleşip, daha da çözülemez bir hal aldıkça, emperyalistlerin yerel yarı-diktatör kukla rejimler altında yeniden sömürgeleştirme girişimleri şiddetlendi. Bunun en uç ve açık örneği, Ukrayna’nın bir “kara deliğe” dönüşen iktisadi-siyasi çöküşü ile ortaya çıkanlardır: Çöken “AB-Doğu Ortaklığı” projesi ve NATO ve ABD emperyalizminin, oligarklardan ve Stepan Bandera’nın, Russophone Donbass bölgesindeki Güney Ukrayna sanayi işçileri merkezlerindeki direnişe yönelik savaş açmış Kiev’deki faşist takipçilerinden oluşan bir kukla hükümetle sonuçlanan açık müdahalesi.

2014 yılındaki 2. Avrupa-Akdeniz İşçileri Konferansı ve bu konferansın çağrısının belirtmiş olduğu gibi: “Güneydoğu Ukrayna’daki NATO destekli saldırı, sadece Ukrayna halkını kanlı bir genel iç savaşla, Rusya ve Ukrayna halklarını da bir kardeş kavgası ile tehdit etmekle kalmıyor, bölge ve Avrupa halklarını, Doğu ve Batı’yı, dünya barışını tehdit ediyor. Onları, halk ve işçi hareketlerinin uluslararası bir seferberliği ile durdurmalıyız!

ABD, AB, Rusya ve Ukrayna yöneticileri arasındaki, Ukrayna’da, Rusya’da, Doğu ve Batı Avrupa’da ve tüm dünyadaki halkların kendileri pahasına bir rekabet halinde olan emperyalistler ve oligarklar arasındaki pazarlıkları ve jeopolitik oyunları perdeleyen gizli diplomasiye güvenemeyiz.”

Üç yıl sonra, durum halen bir felaket halinde. Hatta AB ve ABD’nin Rusya’ya yaptırımlarını içeren “Minsk Anlaşmaları” ve Kremlin ile Batı arasındaki iki taraflı bir “büyük pazarlığı” amaçlayan gizli diplomasi sonucunda daha da kötüleşti.

Donbass’taki emperyalist müdahaleye ve savaşa muhalefet ederken, Ukraynalı Bandera faşistlerine ve büyük Rus milliyetçiliğine muhalefet ederken kararlı bir biçimde önceki Avrupa-Akdeniz İşçileri Konferansı’nın enternasyonalist siyasi çizgisinde duruyoruz: Emperyalizmi ve faşizmi Ukrayna’dan kovalım! Oligarşik mafyanın sahte Verkhovna Rada’sı [Ukrayna Parlamentosu (Yüksek Rada), ç.n.] hemen ilga edilmeli! Yeni bir Verkhovna Rada seçilmesi için her yerde İşçi Konseyleri kurulmalı ve Washington, Berlin veya Brüksel’in kiraladığı haydutların değil, Ukrayna işçilerinin ve halkının konseylerince yönetilen birleşik, bağımsız, sosyalist bir Ukrayna’da yeni, gerçek bir Verkhovna Rada için delegeler seçmeliler.

Transkafkasya’da, emperyalizm ve Rusya’nın baskısının yarattığı karşılıklı rüzgarın altında, eski bürokrasi sonradan görme burjuvazi kılığına girdi ve proletaryanın en üst düzeyde sömürüsü için, çalışma gününü uzatmak, ücretleri düşük tutmak ve işçi sınıfının eğitim, sağlık ve barınma gibi alanlardaki sosyal kazanımlarını çalmak için çabalıyor. Bu yeni burjuvazi, en açık örneği Azerbaycan ve Ermenistan halklarını birbirlerine karşı kışkırtan Dağlık Karabağ bölgesi örneğinde veya Türkiye’nin Ermenistan’dan gelen ticareti engelleyecek ve zaten iktisadi olarak sıkıntılı olan bu ülkeyi daha büyük fakirliğe mahkum edecek şekilde Ermenistan sınırını kapatmasında görüldüğü gibi, etnik-milli gerilimleri harlayarak kitlelerin dikkatini sömürü ve sefaletten saptırmakla uğraşıyor. Azerbaycan’daki Aliyev rejimi, Türkiye’deki Erdoğan rejiminin bir taklitçisidir. Gürcistan’a gelince, bu ülke 2009’dan beri, eski başkanı Saakashvili’nin Rusya karşısında ABD’nin yanında yer aldığı kirli işten dolayı büyük bir bedel ödüyor. Bu hain politikacı, federal Ukrayna’da bir eyalete vali olarak atanabilme “onuruna” nail olmak için kendi ülkesini terk etti. Ortaçağ Avrupası’nın kraliyet camiası için alışılmadık bir durum değilse de, modern dünya için büyük bir başarı.

Emperyalizmi Ortadoğu’dan kovalım, mezhep katliamını durduralım!

Arap devrimi, özellikle Mısır’da ve Tunus'ta, onlarca yıl sürmüş diktatörlükleri devirdi, uluslararası arenada muzaffer bir devrimin yaşanmadığı uzun bir döneme son verdi. Özellikle Mısır devrimi birbiri ardına üç farklı iktidar yapısı ile savaşan, modern tarihin en güçlü kitle ayaklanmalarından biriydi. Bunlardan ikisini alaşağı etmeyi başardı, ancak nihayet 2013 ortasında General Sisi'nin askeri darbesi ve Bonapartist rejimi tarafından durduruldu. Hüsnü Mübarek'in hapishaneden yakın zamanda salıverilmesi, Mısır halkının kahramanca mücadelesine hakaret gibidir ve devrimin en azından geçici olarak yenilmiş olduğunu göstermektedir. Tunus devrimi de, daha da belirgin olarak Mısır devrimi de açıkça bir işçi sınıfı boyutu da taşıyordu; bu boyutun gündeme getirdiği devrimci görevler yerine getirilmediyse bunun nedeni işçi sınıfının milliyetçi ve liberal burjuva güçlerinden siyasi bağımsızlığının sağlanamamış olmasıdır. İşçi sınıfı bu yüzden devrimde hegemonik güç olma olanağını yitirdi ve nihai zafere ulaşamadı. Bunun ve devrimin bu yüzden yenilgisinin ana nedenlerinden birinin devrimci proletarya partilerinin yokluğu olduğuna işaret edilmesi önem arz ediyor; yani böyle partilerin inşası tüm ülkelerimizde yakıcı bir sorun.

Emperyalizm Arap devrimini durdurmak için müdahale etmiş ve Ortadoğu'da kaosu yaygınlaştırmıştır: Suriye ve Libya'daki cehennem, Mısır'daki Sisi diktatörlüğü, Yemen'deki mezalim. Sözde "Irak ve Şam İslam Devleti", nam-ı diğer DAİŞ (IŞİD), 15 Mart 2011'deki Suriye ayaklanmasını mezhep temelinde bir iç savaşa dönüştürme, Sünnilerle Alevileri (ve bölge ölçeğinde Şiileri de) karşı karşıya getirme arayışları içinde, emperyalizmin kendisi ve başta Suudi Arabistan, Katar ve Erdoğan'ın Türkiyesi olmak üzere bölgesel müttefikleri tarafından yaratılan bir Frankeştayn canavarıdır. Büyük kentlerin merkezlerinde muazzam işsizlik ve sefalet gedikleri yaratan ekonomik krizin sonuçları kadar, dışlanmış Müslüman ve Arap toplumlarına karşı süregiden ırkçılık ve ayrımcılık da Müslüman gençleri barbar DAİŞ’in kollarına itiyor.

Emperyalist müdahalenin dolaysız sonucu olarak, Ortadoğu’da üç (Suriye, Irak ve Yemen), Kuzey Afrika’da ise bir ülke (Libya), birçok aktörü birbirleriyle karşı karşıya getiren ve bunun sonucunda dünya halklarının nedenlerini anlamakta zorluk çektikleri bir kan gölüne yol açan çok boyutlu savaşların acılarını yaşamaktadır. Yalnızca Suriye’de, çoğu ABD’nin öncülüğündeki, adına “Koalisyon” denen ittifakın itaatkâr mensubu olan 65 ülke ile devletler dışında da bir dizi örgüt birbirleriyle savaşmaktadır. “Suriye devrimi” denen şey çoktan tarihe karışmıştır. Ülkenin gerçekliğinden tümüyle kopuk olan bir dizi sol hareketin hayal gücünden başka hiçbir yerde mevcut değildir. Suriye’de kaynayan kazan, can çekişmekte olan kapitalizmin bütün dünyayı içine çekme tehlikesi yarattığı bir Üçüncü Dünya Savaşı’nın habercisi gibidir. Mülteciler, en ufak bir kuşku yok ki, bu emperyalist politikaların kurbanlarıdır, ama dünyanın yeni paryaları olarak horlanmakta, AB ile Tayyip Erdoğan Türkiyesi arasında yapılan kirli bir anlaşma temelinde Avrupa’nın sınırlarının dışında bırakılmaktadır.

Suriye Kürdistanı Rojava'da DAİŞ'e muzaffer şekilde gerçekten direnen tek güç olan kahraman Kürt halkı, ABD emperyalizminin entrikalarından, gizli diplomasiden ve Türk devletinin kendi sınırlarının ötesinde bile Kürtlerin haklarına dönük uzlaşmaz itirazından kaynaklanan yeni tehlikelerle yüz yüze geliyor. Son dönemde ABD’nin DAİŞ’le mücadelesinde onun kara gücü konumuna girmesi, hareketi emperyalizm ile stratejik bir ittifakın eşiğine getirmiştir ve Kürt halkının onlarca yıldır sürdürdüğü mücadelenin bir kurtuluş hareketi olma özelliğine karşı tehdit boyutlarına ulaşmıştır.

Yeni Trump yönetimi, dehşeti tırmandıracaktır. Bu yönetim İsrail’de, Filistin toprağındaki yerleşimleri genişleterek ve hatta Batı Şeria’yı ilhak etme planları yaparak Filistin halkının Nekbe’de yaşadığı süreci tamamlama yolunda yürüyen aşırı sağ Netanyahu hükümetine kol kanat germektedir. Aynı zamanda Filistin kıyılarında bulunan doğal gazın işletilmesi için de planlar yapılıyor. Bunun anlamı, Filistin halkının her bakımdan kendi hakkı olan çok kazanç getirecek bir doğal kaynaktan yararlanmasının önüne geçileceğidir. Bu yıl, Britanya emperyalizminin Siyonizme Filistin’de bir “Yahudi yurdu” kurma fırsatını sunan ve böylece Filistin halkının köleleştirilmesinin tarihsel temelini atan o uğursuz belgenin, Balfour Deklarasyonu’nun 100. yıldönümünü yaşıyoruz. Hep ezilmiş olan bu halkın haklarını, kendi kaderini tayin edebilmesini savunmak için kolları sıvayalım. Filistin sorunu ancak Siyonizm’in yenilgiye uğratılmasıyla, Filistin halkının kendi kaderini tayin hakkının, mültecilerin geri dönüşü hakkı da dâhil olmak üzere tam uygulanmasıyla çözülebilir. Çözüm, Filistin’in tarihi topraklarında Yahudiler ile Arapların bir arada var olması zemininde özgür, laik, birleşik, sosyalist bir cumhuriyetin kurulmasıyla bulunacaktır.

Ayrıca, Trump yönetiminin stratejisi, İran ve bölgedeki müttefikleriyle çatışma yaratmak üzere, bölgenin oligarşik Arap rejimlerinin Suudi Arabistan’ın liderliği altında İsrail’le bir savaş ittifakı oluşturması amacıyla gerici Sünni-Şii mezhep bölünmesini istismar etmektir. Bu, bugün muhtemelen dünyadaki en gerici devlet olan, bir rantiyeler çetesi tarafından yönetilen Suudi Arabistan devletinin daha da fazla fosil yakıt kaynağını ele geçirme çabasının ve Türkiye’nin, Erdoğan’ı bütün Sünni dünyanın “Reis”i yapmayı saplantı haline getirmiş AKP hükümetinin eline oynayacaktır.

Her şey gösteriyor ki Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgesinin başına sarılmış olan bütün illetlerin çözümünün önkoşulu, emperyalist güçlerin bölgeden atılmasıdır. Ancak emperyalizmin kovulmasıyla bölge halkları yaralarını sarmaya, aralarındaki farkları aşmaya başlayabileceklerdir. Ortadoğu ve ötesinde yaşanacak bir Sünni-Şii savaşının alttan alta yanmakta olan közü, bölgenin yalnızca halkının hayatını değil, kadim uygarlığını da tehdit altında bırakıyor. Katliam ancak kendi ülkelerinde gerici rejimlerle mücadele eden anti-emperyalist, anti-Siyonist güçlerin geniş bir cephesi sayesinde engellenebilir. Yalnızca Ortadoğu ve Kuzey Afrika ölçeğinde bir Sosyalist Federasyon bölgenin sorunlarını sona erdirebilir.

Acil duruma acil yanıt gerekli!

Emperyalist savaşı genel bir savaş haline getirme dinamiği her zamankinden daha büyük bir tehlike arz ediyor, dünyanın bütün halklarını tehdit ediyor: Emperyalizmi ve savaşı yenilgiye uğratmak için her yerde mücadele etmemiz gerekiyor. Trump’ın başa gelmesinden önce bile ABD emperyalizmi, Avrupalı müttefikleriyle el ele, hem Rusya’yı hem de Çin’i mümkün olan her yöntemle kuşatıp koşullar elverdiğinde dizlerinin üzerine çöktürtmek üzere hummalı bir faaliyet içindeydi. Enerji kaynakları dolayısıyla Ortadoğu’yu kontrol etme dürtüsünün de eşlik ettiği bu dik kafalı politika muhtemelen, er ya da geç, dünyayı bir Üçüncü Dünya Savaşı felaketine sürükleyecektir. Rosa Luxemburg’un Birinci Dünya Savaşı’nda ortaya koyduğu seçenekler şimdi her zamankinden daha da günceldir: Ya sosyalizm ya barbarlık!

26-28 Mayıs tarihleri arasında Yunanistan’ın başkenti Atina’da toplanan 4. Acil Avrupa-Akdeniz İşçi Konferansı uluslararası işçi sınıfının Marksizmin devrimci fikirlerine sadık bütün güçlerine, bütün hakiki komünistlere, ezilenlerin kurtuluşu için mücadele etmekte olan herkese, bütün özgürlük savaşçılarına, güçlerimizi birleştirerek barbarlığa doğru kayışa karşı hareket etmeye çağrı yapıyor.

Bu yıl, tarihte bir işçi devletini ilk kez kalıcı biçimde oluşturan büyük Ekim devriminin 100. yıldönümüdür. 20. yüzyılda yaşanan bütün öteki devrimler ve kapitalizmin ilgasıyla sonuçlanan geçişler, hatırı sayılır ölçüde, bu gür kaynaktan fışkıran ürünlerdir. İlhamımızı Ekim devriminden alalım, her türlü kurtuluş ve özgürleşme mücadelesine yön verecek bir uluslararası hareketi yeniden yaratalım, geçmişin hatalarından kaçınalım ve gerilemekte olan kapitalizmin bizi içine sürüklemekte olduğu barbarlığı ebediyen olanaksız hale getirecek biçimde uluslararası ölçekte bir sınıfsız toplumun temellerini yaratalım.

Oybirliğiyle kabul edilmiştir, 28 Mayıs 2017