Hemşehrimiz Trotskiy
Bu yazının kısa bir versiyonu Gerçek gazetesinin Ağustos sayısında yayınlanmıştır.
20. yüzyılda bütün dünyanın işçi sınıfının çıkarları lehinde en çok etki yapmış insan kimdir diye sorulsa, elbette 1917 Ekim devriminin bir numaralı lideri Lenin’i işaret etmek gerekir. Çünkü Ekim devrimi, ilk güçlü ve kalıcı işçi devletini kurarak sadece Sovyetler Birliği’nin değil, kapitalist ve az gelişmiş ülkelerin işçilerinin de yüzyılın sonlarına kadar çok önemli mevziler kazanmasının yolunu açmıştır.
Peki Lenin’in ardından kim? Uluslararası işçi sınıfının tarihini biraz bilenler, hemen Ekim devriminin Lenin’le birlikte iki önderinden biri olan ve daha sonra karşı devrimci generallerin 14 emperyalist ülkenin desteğiyle çıkarttığı iç savaşı kazanan Kızıl Ordu’nun komutanı Lev Trotskiy’in adını verecektir.
İşte bu Trotskiy, bu büyük kahraman, hayatının dört buçuk yılını bizim memleketimizde, İstanbul’da, Büyükada’da geçirmiştir.
Bir Rus devrimcisi olarak Trotskiy’in Türkiye ile ilişkileri daha 30’lu yaşlarında Balkan savaşları esnasında Kievskaya Mısl adını taşıyan bir Ukrayna gazetesinin savaş muhabiri olarak, pek yakın zamana kadar Osmanlı toprağı olan Balkan ülkelerinde çalıştığı 1912-1913 yıllarına kadar geri gider. Ama bundan çok daha önemlisi, 1919-1923 arası, Rusya’da iç savaş ve Anadolu’da Milli Mücadele yaşanırken, Trotskiy’in Lenin’le birlikte Ankara hükümeti ile kurduğu sıkı ittifak sırasında yaşanmıştır. Üçüncü uğrak, dünya devriminin ve işçi sınıfının çıkarları açısından çok daha uğursuz bir gelişme sonucunda ortaya çıkmıştır. Trotskiy, Lenin’in 1924’teki ölümünden sonra Marksizmin dünya devrimi programı için mücadele ederken Sovyetler Birliği’nde bürokrasi dünyaya sırtını çevirip devrimi ulusal sınırlar içine hapsetmeye ve ayrıcalıklı bir yaşam sürdürmeye yöneldiği için baskı görmüştür. Stalin’in önderliğindeki kadrolarca 1927’de önce partiden atılmış, ardından Kazakistan’ın o zamanki başkenti Alma Ata’ya (şimdiki adı Almatı) iç sürgüne gönderilmiş ve nihayet 1929 Şubat ayında Sovyetler Birliği’nden ihraç edilmiştir. Sürgüne gönderildiği yer Osmanlı’nın 470 yıllık başkenti, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin en büyük kenti İstanbul’dur.
Tarihin büyük ironisi, Stalin Trotskiy’i yanında sadece ailesi ile bazı Sovyet gizli ajanlarının seyahat ettiği bir gemiye bindirerek Ukrayna’nın Odesa limanından Karadeniz üzerinden İstanbul’a yollarken farkına bile varmadan çok manalı bir isim taşıyan bir gemi seçmişti. “İlyiç” adlı gemi, sanki Lenin’in de Trotskiy ile birlikte devrimin topraklarından kovulmasının simgesi oluyordu.
Trotskiy ve Mustafa Kemal
Lenin’in siyasi vasiyetinde parti sekreterliği görevinden alınmasını tavsiye ettiği Stalin, 1920’li yılların ikinci yarısından itibaren bürokrasinin çıkarlarıyla buluşarak Marksizmin dünya devrimi programını terk ederken aynı zamanda kaçınılmaz olarak gerçek komünistlere, Ekim devriminin önderlerine darbe üzerine darbe vurmak zorunda kalıyordu. Trotskiy’in Türkiye’ye sürgüne gönderilmesi bu mücadelede en önemli hamleydi, çünkü Trotskiy Sovyet işçi sınıfının bilincinde de, dünya solunun gözünde de tartışmasız biçimde devrimin iki numarasıydı. Dolayısıyla Trotskiy İstanbul’a gelirken kendisine bir komplo kurulmuş olabileceğini ve İstanbul’da baskı görebileceğini düşünmekten alamıyordu kendini. “İlyiç” Boğaz’ın girişinde demir attığında gelen Türk sınır heyetine devlet başkanı Mustafa Kemal’e yazılmış bir mektup verecek, İstanbul’a kendi iradesiyle gelmediğini, zora dayalı olarak gönderildiğini belirttikten sonra “sayın Cumhurbaşkanı’na diplomasinin gereği olarak” saygılarını iletecekti.
Oysa Mustafa Kemal Stalin’le bir komplo içinde değildi. Trotskiy’in İstanbul’a ayak basmasından kısa süre sonra İstanbul valisine Trotskiy’e hitaben bir mektup yazdırarak Türkiye hükümetinin sürgün konusundan haberdar olmadığını, Sovyet hükümetinin Trotskiy’in “bir sağlık sorunu” dolayısıyla İstanbul’a geliyor olduğunu bildirmiş olduğunu, Türkiye ile Sovyetler Birliği arasında var olan dostane ilişkiler dolayısıyla daha fazla soruşturma yapmadan vizeyi vermiş olduklarını belirtiyordu. En önemlisi en sonda geliyordu: “Trotskiy’in Türkiye topraklarında özgürlüğünden mahrum bırakılması veya herhangi bir şekilde şiddete maruz kalması söz konusu olamazdı.” Ülkede istediği kadar kalabilir, ayrılmak istediği zaman da ayrılabilirdi. Türkiye hükümeti kendisini konukseverlikle karşılıyor ve güvenliğini garanti ediyordu.
Bunlar baştan aşağıya doğru çıktı. Trotskiy 1933’e kadar dört buçuk yıl boyunca yaşadığı Türkiye’de iken, dünya basınında yaygın olarak yayınlanan yazıları, kitapları, uluslararası alandaki örgütlenme çabaları, Sovyet bürokrasisine ve onun önderi Stalin’e karşı aralıksız sürdürdüğü sert eleştiriler, hiçbiri konusunda en ufak bir baskı gördüğüne dair herhangi bir belirti yoktur. Güvenlik güçleri Trotskiy’i hiç taciz etmedi. Büyükada’daki evinin kapısında nöbet bekleyen polisler elbette sadece Trotskiy’in güvenliğini sağlamakla meşgul olmuyor, aynı zamanda Türkiye’nin komünistlerine bu büyük devrimciyle görüşme olanağını engelleme işlevini de üstleniyorlardı. Ama bu, Türkiye’nin kendi iç anti-komünizmi idi. Trotskiy’in dünyanın dört bir yanından gelen ziyaretçilerine en ufak bir engel getirilmiyordu. Polisler bir süre sonra aile mensubu gibi samimi olmuşlardı hane halkıyla. Bakkaldan ya da eczaneden bir şey gerektiğinde alıyor, ev işlerine yardımcı oluyorlardı. Bir sürgün olarak aile birleşmesi hakkına karşı da herhangi bir kısıtlama yapılmıyordu. Mesela kızı Zinayda, küçük oğlu ile birlikte 1931 başında Rusya’dan Büyükada’ya, babasının yanına yerleşmeye geliyordu.
Trotskiy’in ülke dışına seyahat etmesine ve geri dönmesine de izin verilmiştir. 1932 sonbaharında, Ekim devriminin 15. yıldönümü vesilesiyle bir konferans vermek üzere Danimarka’nın başkenti Kopenhag’a davet edilmişti. Türkiye hükümetinin izniyle ülkeden çıkarak Kopenhag’a gidecek, 2.000 kişilik bir topluluğa Almanca olarak hitap edecek, 20. yüzyılın en iyi sosyalist hatiplerinden biri olarak salon üzerinde çok büyük bir etki bırakacaktı. Sonra Aralık ayı başında yeniden İstanbul’a, evine dönüyordu.
Trotskiy, bütün bunlara rağmen Batı Avrupa’ya, mesela Almanya, İngiltere veya Fransa gibi hem daha iyi tanıdığı (oralarda Çarlık döneminde uzun sürgün yılları geçirmişti) hem de uluslararası işçi hareketinin daha canlı olduğu ülkelere geçmek için elinden geleni yapıyordu. Ama Almanya, Trotskiy’in eşsiz ironisiyle söylediği gibi, onun sadece cesedine demokrasinin nimetlerinden yararlanma fırsatı tanıyordu! İngiltere’de ise MacDonald’ın başbakanlığı altında bir İşçi Partisi hükümeti vardı. Trotskiy’in gerek burjuva demokratik devrimci gelenekte, gerekse işçi hareketinde daima “kutsal” görülmüş olan “sığınma hakkı” talebiyle başvurmasına karşı İşçi Partisi hükümeti, Keynes, Harold Laski ve benzeri liberallerden ya da Birmingham Piskoposu’ndan bile daha bağnaz davranarak bu talebi ısrarla reddediyordu.
İşin ironik yanı, Fabian sosyalizminin kurucuları eşler Beatrice ve Sidney Webb veya aynı derneğin üyesi olan ünlü tiyatro yazarı Bernard Shaw, aslında nefret etmeleri gereken ama entelektüel gücüne hayran oldukları Trotskiy’in haklarını kuvvetle savunmuşlardı. Bernard Shaw, İşçi Partisi hükümetinin Trotskiy’i ülkeye kabul etmeyerek onu susturabileceğini sandığı takdirde yanıldığını söylüyordu: “Trotskiy susturulamaz. Keskin edebi yetenekleri ve olağanüstü kariyerinin kendisine modern dünyanın kamuoyu üzerinde bahşettiği hâkimiyet ona, kendisinin bastırılması için atılan her adımı kendi lehine kullanma olanağı yaratıyor. Böylece her ülkenin uç solunun bütün militanları için bir ilham kaynağı ve bir kahraman haline geliyor.”
İşçi Partisi hükümetinin Trotskiy’i İngiltere’ye mülteci olarak kabul etmemesinin nedeni, hükümetin bir mensubunun daha sonra yaptığı ifşaatla kesinleşiyordu. Bakanlardan George Lansbury kabine toplantısında Trotskiy’in kabul edilmesi için ısrar edince, Başbakan, Dışişleri Bakanı ve İçişleri Bakanı hep bir ağızdan şöyle demişlerdi: “Hepimiz ondan korkuyoruz.”
Gerçekten sadece bu yıllarda değil, Stalin’in baskısı dolayısıyla sürgünde yaşadığı 12 yıla yakın sürede Trotskiy, bir biyografi yazarının (Isaac Deutscher) belirttiği gibi, Napolyon’dan o yana ilk kez bütün ülkelerin kabul etmeyi reddettiği bir devrimci olacaktır. Ya da bir başka biyografi yazarının (Pierre Broué) dediği gibi Trotskiy için bu dönem “vizesiz bir dünya” ile karşı karşıya kaldığı bir dönemdir. Türkiye’den Fransa’ya, orada istenmeyen adam haline geldiğinde sosyal demokrat bir hükümetin başta olduğu Norveç’e zar zor girebilecek, oradan da kovulduğunda Meksika’ya, hayatının sona ereceği ülkeye geçecektir. İroni şuradadır ki, Avrupa demokrasisi, üstelik Fransa devriminden itibaren kutsal bir mertebeye yükseltilmiş siyasi sığınma hakkı varken Trotskiy’i bünyesinden dışlamış, buna karşılık sürgün yıllarının başında ve sonunda, demokratik geleneklerin pek az gelişmiş olduğu iki az gelişmiş ülkede iki önder, Mustafa Kemal ve Lázaro Cárdenas, onu ülkelerinde ağırlamaktan hiç gocunmamışlardır.
Trotskiy ile Mustafa Kemal hiç tanışmamıştır. Büyükada’da yaşarken bir kez Mustafa Kemal adada bir yakınını ziyarete geldiğinde kendisine haber gönderilmiş, “Paşa’nın adada bulunduğu, Trotskiy arzu ederse görüşebilecekleri” belirtilmiştir. Trotskiy Milli Mücadele sona erdikten ve cumhuriyet kurulduktan sonra Mustafa Kemal’in girdiği yolu onaylamadığı için gelenlere mazeret bildirmiştir. Daha sonra akşam yemekte aile arasında Mustafa Kemal’in kendisiyle neden görüşmek istemiş olabileceğine dair konuşulurken şöyle demiştir: “Ben Kızıl Ordu’nun başındayken, bizde iç savaş devam ederken, onlar da İngiliz emperyalizmine karşı umutsuz görünen bir savaş veriyorlardı. Mustafa Kemal Paşa’ya askeri yardım gönderdiğim oldu. Askerler böyle şeyleri unutmazlar.”
Trotskiy belki de Mustafa Kemal’in bütün anti-komünizmine rağmen dört yıl boyunca kendisine neden bu kadar iyi ev sahipliği yapmış olduğunu açıklamış oluyordu.
Marmara denizi ortasında bir devrimci, bir insan
Trotskiy’in Büyükada’ya yerleşmesinin nedeni adanın şehirle ilişkisinin sadece günün belirli saatlerinde gidip gelen şehir hatları vapurları aracılığıyla kurulabilmesi dolayısıyla güvenliğin sağlanmasının başka herhangi bir semte göre daha kolay olmasıydı. Trotskiy sabahtan öğleye kadar stenografi aracılığıyla not tutan sekreterine yazılarını yazdırıyor, öğle yemeğinden sonra odasına çekiliyor, Rusya ve başka ülkelerden gelen günlük gazeteleri okuyor, akşamüstü yeniden çalışma odasına dönerek yazmaya devam ediyordu. Son derecede disiplinli bir çalışma hayatı vardı.
Dinlenme niyetine zaman zaman (daha sonra Meksika’da da ressam eşler Diego Rivera ve Frida Kahlo çiftiyle yapacakları gibi) ailece pikniğe çıkıyorlardı. Rusya’dayken Lenin’le ortak bir zevkleri vardı: avcılık. Avcı İstanbul’a gelince ne yapar? Bizden biri gibi oltasını alır, balığa çıkar. Tabii çeşitli devletlerin ajanlarının öldürmek için fırsat kolladığı, İstanbul’a yerleşmiş karşı devrimci “Beyaz” Rusların bir kaşık suda boğmak istediği Kızıl Ordu Komutanı Boğaz’da ya da Galata Köprüsü’nde balık tutmaya gidemez. Trotskiy zaten dört yanı deniz bir yerde oturduğu için evinin hemen önüden açılırdı balık tutmaya. Büyükada’da en yakın arkadaşları balıkçılardı. Bunların arasında favorisi ise henüz İstanbul’dan kovulmamış Rum nüfusundan Haralambos. Kimi gün erkenden denize çıkıyorlar, sadece balık tutmakla yetinmeyip ıstakoz da avlıyorlardı. Bazen Fransız, İngiliz ya da başka uluslardan misafirlerini de balığa çıkarıyordu. Bunlardan, Trotskiy’in izleyicisi bir Amerikalı olan yazar Max Eastman, Trotksiy’in balık tutmada da aynen teorik çalışmada ya da politikada olduğu kadar hedefe kilitli, metodik, sebatkâr bir tutuma sahip olduğundan şikâyet edecekti! Karakter karakterdir!
Trotksiy ailesi bu dört yıl içinde iki defa ciddi tehlike atlattı. 1931 başlarında adadaki evlerinde büyük bir yangın çıktı. Trotskiy, eşsiz tarihi dokümanlarla dolu arşivini ve ünlü Rus Devrimi Tarihi kitabının ilk cildinin el yazmasını bu yangından güçlükle kurtardı. Tabii Sovyet ajanlarının kundaklama faaliyetinden kuşkulanmak kaçınılmazdı ama bir delile rastlanmadı. Aile önce adada bir otele, sonra da Kadıköy’de bir başka eve taşındı. Kadıköy’deki evde aile ikinci bir yangın yaşayacaktı ama bu sefer araştırmalar yangının nedeninin, o yılın başında babasıyla yaşamaya gelmiş olan Zinayda’nın küçük oğlu Seva’nın dikkatsizliği olduğunu ortaya koyacaktı.
Trotskiy hayatının iki büyük trajedisinden birini de İstanbul’da Büyükada’da yaşadı. Kızı Zinayda babasıyla birlikte kendi memleketi Rusya’dan vatandaşlıktan atılma yoluyla dışlandığı için büyük sarsıntılar geçiriyordu. Sonunda oğlu Seva’yı alarak Almanya’ya geçmeye karar verdi. Bunda anne ayrı, baba bir ağabeyi Lyova’nın da o sırada Almanya’da yaşıyor olması rol oynamıştı. Ama Zinayda Hitler’in Almanyası’nda ruhi krizlerine daha da fazla teslim oldu ve sonunda intihar etti. Küçük Seva bundan sonra hep Trotskiy çifti ile yaşayacak, Trotskiy ailesinin bugün bile hayatta olan son temsilcisi haline gelecekti. Trotskiy, kızının intiharından dolayı çok sarsıldı, günlerce kendine gelemedi. Ama bundan daha büyük bir acıyı, Meksika’da iken, oğlu ve en güvendiği politik mirasçısı Lyova Paris’te Stalin’in bir ajanı tarafından bir hastahanede kasıtlı biçimde öldürtülünce yaşayacaktı. Devrimciler bazen bir trajedinin kahramanı kadar ağır kişisel acılar yaşıyor.
Trotskiy Büyükada’da hayatının bazı en önemli eserlerini vermiştir. Bunların başında birinci cildini yangından zor kaçırdığı üç ciltlik Rus Devrimi Tarihi ile Stalinist tahrifata karşı tarihe not düşmek üzere yazılmış otobiyografisi Hayatım gelir. Ama belki bunlardan da önemlisi, adım adım iktidara tırmanmakta olan Hitler karşısında intihari bir politika izleyen Komintern’i ve Almanya Komünist Partisi yönetimini uyarmak için çırpındığı ve sayısız uyarı yazısı yazdığı yer de dünyadan yalıtılmış Büyükada’nın çamları arasındaki o evdir. Trotskiy’in bugüne kadar eşsiz kalan faşizm tahlili burada geliştirilmiştir.
Bu ülkeden Kızıl Ordu komutanı Trotskiy geçti!
Yukarıda da belirtildiği gibi, Trotskiy İstanbul’da çok rahat ettiği halde hep Batı Avrupa’nın daha gelişkin ülkelerine geçerek uluslararası işçi sınıfı hareketiyle daha yakın temas içinde çalışmak için şansını denemiştir. 1933’te Fransa’ya geçmek bakımından böyle bir olanak doğunca hiç tereddüt etmeden bu olanağı kullanmıştır.
Trotskiy ve ailesi İstanbul’a gelişlerinden dört buçuk yıl sonra Temmuz 1933’te Büyükada’daki evi boşalttılar. Eşyalar toplandıktan sonra dört buçuk yılını geçirdiği adanın manzarasını seyreden Trotskiy günlüğüne şöyle yazıyordu:
“Ev şimdiden bomboş. Tahta sandıklar aşağı kata indirildi. Genç eller son çivileri çakıyor. Eski, yıkık dökük villamızın zemini, geçtiğimiz bahar aylarında öylesine garip bir boyayla boyanmıştı ki dört ay sonra şimdi bile masalar, sandalyeler, ayaklarımız zemine yapışıp duruyor (…) Tuhaf ama sanki ayaklarım Büyükada’nın toprağında kök salmış gibi hissediyorum.”
Bu hassas adam buradan giderken bizim memleketimize ait hissetmişti. Biz de dünya işçi sınıfının bu büyük önderinin bu şehirde yaşadığını, bazı en büyük eserlerini burada verdiğini, bu ülke tarafından özenle ve nezaketle ağırlandığını unutmamalıyız.
Bütün türlerin gözü Trotskiy’de
Trotskiy’in Büyükada’dan ayrılışından 82, Trotskiy’in ölümünden ise 75 yıl sonra, eskiden oturduğu, ayrıldığı gün “yıkık dökük” diye nitelediği, bugün ise gerçekten harabe halinde olan Büyükada’daki evi yeniden dikkatlerin odağı oldu. 2015 yılında düzenlenen 14. İstanbul Bienali’nde yaşananları o dönemde Gerçek sitesinde yayınlanan bir yazıdan olduğu gibi aktaralım:
“… Arjantinli genç sanatçı Adrian Villar Rojas’ın Trotskiy Evi’nde yaptığı yerleştirme (enstalasyon) sanki başka bir çağdan gelmiş gibi duruyor. Trotskiy’in Büyükada’da oturduğu ev özel mülk olduğu için normal koşullarda ziyaretçilere kapalı. Maliki lütfetmiş (kim bilir belki de mülkünün değeri artar diye hesaplayarak) Bienal için açmış. Bu yüzden büyük devrimcinin Türkiye’de yaşadığı mekânı görmek isteyenler için, Bienal’den bağımsız olarak bir fırsat bu.
Bahçeye girip aşağıya eve doğru iniyorsunuz. Sizi gerçek bir harabe karşılıyor. İki katlı köşkün duvarları dışında neredeyse hiçbir mimari elemanı ayakta kalmamış. İnsanın içini ürperti dolduran bir görünüm. Üst katta bir kapı duruyor. O kapının ardındaki odayı, orada neler konuşulduğunu veya yazıldığını hayal ediyorsunuz. Çeşitli odalara açılan boşluklar var ama odalar yerinde yok. Geçmişte kalmış bir yaşam sizi kendine çağırıyor. Ev yerinde olmayınca hayal gücü daha da cüretkâr imgelemde yaşam kesitleri yaratıyor!
Sonra evden deniz yönünde çıkarak bakımsız bir bahçeden, neredeyse bir ormanlık alanın serbestliği içinde büyümüş bitki örtüsü içinden geçerek sahile iniyorsunuz. Tam bahçenin denize açılacağı yerde bulunan kapının oluşturduğu bir çerçeveden denize doğru baktığınızda, bir çift koskoca beyaz zürafa ile karşı karşıya geliyorsunuz. Şaşkınlık! Kapıdan çıkınca başka başka hayvanların zürafalara eşlik ettiğini görüyorsunuz: filler mi istersiniz, aslanlar mı, koca ayılar mı, gergedanlar mı, bizonlar mı… Hepsinin ortak yanı, hepsinin başını eve çevirmiş olması, gözlerini Trotskiy’in oturduğu mekâna, onun bulunduğu yere dikmiş olması. Bir çağrı ya da bir davet bekler gibiler. Trotskiy’in (Nâzım’ın söyleyişiyle) “koskoca bir çan” gibi sesiyle “Haydi vakit geldi, ileri!” demesini bekler gibiler.
Bir sanat yapıtının yorumu, düş gücünün oldukça serbestçe gönlünü gezdirmesini içerir. Sanatçının bütün hayvanları tek tip beyaz bir sentetik maddeden imal etmesinin çok çeşitli yorumları olabilir. Her bir hayvanın üzerine ahşap, tekstil ve benzeri geleneksel malzemeden yapılmış, ölçeği daha küçük başka bir hayvan yerleştirilmiş olmasının da. Sadece şuna değineceğiz: farklı türden hayvanların yan yana dizilmesi anlaşılan birçok yorumcuya Nuh’un gemisini düşündürmüş. Devrimci Marksist gözlere ise, farklı uluslardan olmakla birlikte aynı daveti beklemekte olan enternasyonalist bir proletaryanın bileşenlerini düşündürmesi daha olağan!”