Demirel, düzenin mutemet hizmetkârı

Süleyman Demirel’i övüyorlar, överler. Türkiye’de proleter devrimci dalganın yükselişinin önüne geçen kadrodandır çünkü. 1960’lı ve 70’li yıllarda işçi sınıfının şahlanışı ve Kürdüyle, üretici köylüsüyle, kent yoksuluyla, öğrenci gençliğiyle, aydınıyla, toplumun birçok sınıf ve katmanının onun peşine düşmesi, Türkiye burjuvazisinin büyük bir korkuya kapılmasına yol açmıştı. Daha birkaç gün önce 45. yıldönümünü kutladığımız 15-16 Haziran’da İstanbul burjuvazisi korku içinde evlerimize ne zaman gelecekler diye soruyordu kendi kendine. Bu, 1970’li yıllarda 1 Mayıs’larla, Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin felç edilmesiyle, dev grev dalgalarıyla, muazzam sınıf kazanımlarıyla devam ediyordu.

Demirel, burjuvazinin siyasi hizmetkârları arasında bu dönemde sivrilmiş olan kadronun önde gelen temsilcilerinden biridir. Bunlardan Türkiye faşizminin tarihi önderi “başbuğ” Alparslan Türkeş 1997 yılında öldü. Onun karşı kutbunda yer alan, Türkeş işçi sınıfı hareketini ve solu silahla ezmeye çalışırken işçi sınıfını uyuşturma yoluyla burjuvazinin hegemonyası altına almaya çalışan sözde “sosyal demokrat” Bülent Ecevit 2006’da yitirdi hayatını. İslamcı Necmettin Erbakan o dönemde gericiliğin bir başka önderi idi, önce hareketin büyük gövdesini AKP’ye kaptırarak siyaseten öldü, sonra 2011’de doğal ölümü geldi. Merkez sağ Süleyman Demirel bunlar arasında en dayanıklısı çıktı. Daha eski bir kuşaktan gelen (doğumu 1917) Türkeş’in daha erken ölmesi olağandı. Ama diğer üçü az çok yaşıttı. Hatta Demirel (1924 doğumlu), Ecevit’ten (1925 doğumlu) ve Erbakan’dan (1926 doğumlu) azıcık da olsa büyüktü. Ama en çok o dayandı, 91 yaşına kadar. Siyasette gitti gitti, geri geldi, çok dayanıklıydı. Doğal hayatında da dayanıklı çıktı. Bunların dördünün işçi sınıfının mücadelesini durduramadığını saptayan genelkurmay 1980’de emir komuta zinciri içinde parlamenter rejime son verince başa geçen Kenan Evren de geçenlerde 98 yaşında öldü. Böylece, burjuvazinin bir dönem siyasi önderliğini yapmış bütün kadro tarihe karışmış oldu.

Demirel, öncelikle 1960-80 arası dönemde işçi sınıfı ve sosyalizmin yükselişini binlerce siyasi cinayet aracılığıyla yolundan alıkoyan Türk faşizminin hamisi olarak hatırlanmalıdır. 1970’li yıllarda kurduğu Milliyetçi Cephe hükümetlerinde faşistlere elde ettikleri oy oranına göre çok büyük güç armağan eden (Erbakan’ın Milli Görüş hareketi de bu gerici cephenin üçüncü ortağı idi), bundan da önemlisi onların cinayetlerinin üstünü örtmek için elinden gelen her şeyi yapan başbakandır Demirel. 1960’lı yılların sonundan itibaren Demirel’in Adalet Partisi’nin tek parti hükümeti döneminde “komando kampları”nda paramiliter bir güç oluşturma yolunda eğitim gören faşizmin vurucu güçleri, 12 Mart askeri rejimi (1971-73) birçok can almasına, daha da fazla can yakmasına rağmen işçi sınıfının ve solun yükselişini durduramayınca, 1974’ten itibaren bütün toplumun gözleri önünde neredeyse aralıksız olarak cinayet işlemeye başlamış olduğu halde, Demirel bu katil çetesini durdurmak üzere harekete geçmek bir yana onu korumuş ve kollamıştır. Demirel’in ünlü sözlerinden biri tam da bununla ilgilidir: “Bana sağcılar adam öldürüyor dedirtemezsiniz.”

“Kendim için bir şey istiyorsam namerdim!”

Demirel’in ikinci dönemine, 12 Eylül tarafından yasaklı hale getirildiğinde siyasete dönmek için verdiği mücadele sonunda yeniden iktidara yükselmesi damgasını vurur. 12 Eylül, burjuvazinin bir önceki döneminin personelini hiç olmazsa uzunca bir süre siyasetin dışına atmayı hedeflemişti. Onların birbirlerine husumetinin yeniden canlanacağı ve burjuvazinin güçlerini bölerek askeri rejimin ayağa kaldırdığı sınıf üstünlüğünü yeniden tehlikeye atacağı kaygısı burada başlıca rolü oynuyordu. Askerin bu yaklaşımını burjuvazinin siyaset dışı alandaki sözcüleri de benimsemişti. 12 Eylül askeri hükümetinin başbakan yardımcısı Turgut Özal’ın tek parti hükümetleriyle yönettiği, tepesinde de cunta başı Kenan Evren’in cumhurbaşkanı kılığında müfettişliğini yaptığı yeni rejimin dengesinin bozulmasını kimse istemiyordu. Demirel 1983’ten sonra Güniz Sokak’taki evinden yavaş yavaş başını çıkartıp sonunda siyasete dönmek amacıyla yasaklılığa karşı çıkınca ona kimse sahip çıkmadı, ana damar burjuva basını kendisini neredeyse yerin dibine batırdı.

Demirel bu dönemde mecburen eskiden düşman bellediği solla flört etmeye başladı. O dönemin terminolojisi ile “sivil toplumcular”, yani liberal sol bu tuzağa gönüllü biçimde düşecekti. Ama bunda yalnız kalmadılar. İlhan Selçuk’tan Aziz Nesin’e, diyalektiğin değişimi içerdiği gerekçesiyle Demirel’i bir “demokrasi havarisi” haline getiren çoktu. Demirel de siyasi tarihe geçecek sözlerinden birini daha söylüyordu: “Kendim için bir şey istiyorsam namerdim!” Bütün mücadelesi demokrasi içindi. Kendisinin herhangi bir iktidar hırsı yoktu. Sonunda 1987’de yapılan bir referandumda dörtlü çetenin (Demirel, Ecevit, Erbakan ve Türkeş) yasakları kıl payı bir oy farkıyla kalktı. Ama Özal, rakipleri güçlenmesin diye aynı yılın sonbaharında düzenlediği baskın seçimden yine galip çıktı.

Tarihin büyük ironilerinden biri şudur: 1960-80 arası dönemde bütün politikasına işçi sınıfı düşmanlığı yön vermiş olan Demirel, 12 Eylül’ün düşürdüğü yerden işçi sınıfının sayesinde çıktı! 1989 bahar aylarında Türkiye işçi sınıfı bir milyona yakın bir katılımla bir ay boyunca sokaklara çıkıyor, her türlü protesto biçimiyle hakkını arıyor, 12 Eylül’ün toplumun üzerine yıktığı ölü toprağını silkeliyordu. Turgut Özal ve ANAP’ın iktidarı sivil rejime ilk adımın atıldığı 1983’ten beri ilk kez sarsılıyordu. Mart sonunda yapılan yerel seçimler de bu eğilimi doğruluyordu. Taraftarlarının ifadesiyle “vizyon sahibi” Özal bunun sonun başlangıcı olduğunu anlamıştı. 1989 Kasım ayında Kenan Evren’den boşalan cumhurbaşkanlığına kaçmaya karar verdi. (İleride, Gezi isyanından ve 17-25 Aralık dalgasından kurtulmak için çareyi cumhurbaşkanlığına çıkmakta bulan Tayyip Erdoğan’a da örnek olacaktı bu siyasi adımıyla!) Özal gibi güçlü bir şahsiyet başından ayrılınca daha da zayıflayan ANAP karşısında Demirel 1991 genel seçimlerinde yeniden başa oynayacak ve o zamanki merkez sol parti SHP ile birlikte koalisyon hükümeti kurmayı başaracaktı. Demirel 11 yıl sonra bir kez daha başbakandı.

1991-93 arası yeni başbakanlık dönemi, Demirel’in siyasi şahsiyetinin en berrak biçimde sınandığı anlardan biri olmuştur. Seçimlere giderken “şeffaf karakol”lar öneren, yani 12 Eylül’den beri sıradan bir uygulama haline gelmiş işkenceye son verileceğini vaat eden, 1984’te savaş başlayalı beri ilk kez “Kürt realitesini tanıyoruz” diyen Demirel, 1992 Newroz’unda Şırnak ve Cizre’de halkın üzerine ateş açtırıyor, silahsız kadın çocuk 120’den fazla insanın katledilmesine neden oluyordu! Bunun ardından o 1993’te (kuşkulu koşullarda ölen Özal’ın yerine) Çankaya’ya çıktıktan sonra, Türkiye devleti daha sonra Susurluk döneminde (1996-97) “devlet için kurşun atan da kurşun yiyen de şereflidir” (Tansu Çiller) ve “1000 operasyon” (Mehmet Ağar) itiraflarıyla da teyit edildiği gibi tam bir katliam şebekesi gibi çalışacaktı. Bu dönemde Demirel cumhurbaşkanı idi.

Çıkarılacak sonuç açıktır. Bir: 12 Eylül’den 1991’e yeniden iktidarın doruğuna tırmanmak için mücadele eden, bu mücadelesine demokrasi mücadelesi süsü veren Demirel, 1991-1996 arasında önce başbakan, sonra cumhurbaşkanı sıfatıyla bir cinayet şebekesinin başında oturmuştur! Yani 11 yıl boyunca geri dönmek için mücadele verirken bütün söyledikleri ikiyüzlülüktür, riyadır, kinisizmdir. Nasıl biri olduğuna ilişkin itirafı kendi ünlü deyiminin içinde yatmaktadır: “Kendim için bir şey istiyorsam namerdim!” başka hiçbir şey istemiyormuş ki, namertten başka biçimde nitelensin!

İki: 1960’lı yılların sonunda ve bütün 1970’li yıllar boyunca Demirel’in politikası işçi sınıfını bastırmak, solu ezmek üzerine yerleşmişti. 1990’lı yılları da bu sefer Kürt halkının kitleselleşmiş mücadelesini bastırma, Kürt hareketinin önde gelen insanlarını katletme, kaybetme, kahretme politikasının yöneticisi olmuştur.

“Mazlum” kisvesinden zalimlerin maşası rolüne

Bu ana kadar Demirel’in Türkiye politikasında tuttuğu yerde hep öne çıkarılan bir yönüne hiç değinmedik. Bunu da Demirel’in siyasi hayatının üçüncü ve son dönemini analiz ederken ele alacağız. Demirel, çok uzun on yıllar boyunca hep askeriyenin mağduru olmuş, askeri darbelerden çok çekmiş biri olarak sunulmuştur. Gerçekten de hem 12 Mart 1971 askeri müdahalesi, hem de 12 Eylül 1980 askeri darbesi Demirel’in başbakanlığı sırasında yapılmıştır. Buradan sanki ordunun özel olarak Demirel karşıtı olduğu sonucuna sıçramak birçok yorumcunun yapageldiği bir şeydir. Demirel bu tabloyu hep kendi lehine kullanmıştır. Şunu hiç unutmamak gerekir: 27 Mayıs 1960 askeri darbesinin karakteri ne olursa olsun, askeri rejimin başbakan Adnan Menderes ve iki bakanını asmış olması Türkiye’de sağa gönül vermiş kocaman bir toplumsal kitlede etkileri bugüne kadar sürmüş olan muazzam bir tepki yaratmış, o kitleyi hem askeri müdahalelere, hem de bu müdahalelerle iç içe gördüğü CHP’ye karşı bilemiştir. Dolayısıyla, Demirel’in iki askeri müdahalenin “mağduru” konumunu çok bilinçli biçimde sürekli işlediğini söylemek mümkündür.

Bu “mağduriyet” hikâyesinin epeyce su geçirir yanları vardır. Bir kere Demirel, o dönemlerde çok kullanılan bir ifadeyle, her defasında “şapkasını almış gitmiştir”. Yani kendisinin ve kendisine oy vererek destekleyen halk kitlelerinin demokratik haklarını savunmak için hiçbir cesaret göstermemiştir. Menderes’in başına gelenin ışığında bunun anlaşılır olduğunu söyleyenler olacaktır. Evet, ama yine Türkiye’nin siyasi tarihine geçen bir büyük densizliği yaparken aslında kendini de yargılamış olmaktadır. Gazeteci Abdi İpekçi bir mülakatta kendisine 1973 yılında General Pinochet tarafından devrilen sosyalist başkan Salvador Allende’yi sorduğunda, gözünü sosyalizm düşmanlığı bürümüş politikacı Demirel “o da aldı tasını tarağını gitti” demiştir Allende hakkında. İzan! Allende’nin kendi reformist hayallerinin kurbanı olduğu tartışma götürmez. Ama tartışma götürmeyecek bir şey daha vardır: Pinochet darbesine karşı Salvador Allende eline silahını almış, öz savunmaya geçmiştir. Demirel gibi her defasında boynunu eğen ve “şapkasını alıp giden” birinin hayatının son anlarında böylesine kahramanca davranan bir siyasi öndere dil uzatması az görülür bir hazımsızlıktır!

Ama bundan daha kötüsü, Demirel’in o “mağduriyet” anlarında askeri yönetimlerin politikalarına destek olmasıdır. 12 Mart rejimi “sosyal gelişme ekonomik gelişmenin önüne geçti” mantığıyla fazla geniş bulduğu 1960 Anayasası’nı kırpmaya giriştiğinde Demirel’in Adalet Partisi milletvekilleri ona destek olmuştur! Ama en önemlisi, 12 Mart Deniz, Yusuf ve Hüseyin’i idam sehpasına yollamaya hazırlanırken, “üçe üç” mantığıyla bunu onaylayanlar arasında Demirel ve Adalet Partisi de vardır! Demirel’in özellikle uluslararası baskılar, en önemlisi Avrupa’dan gelen eleştiriler karşısında öteki siyasi liderlerle birlikte 12 Eylül rejimini de savunmuş olduğu biliniyor.

Ama bütün bunlar Demirel cumhurbaşkanı görevini üstlendikten sonra yaptıklarının yanında soluk kalır. Demirel, uzun on yıllar cumhuriyet tarihinin ikinci ve üçüncü askeri müdahalelerinin “kurbanı”, “mağduru”, “mazlumu” kisvesinde puan kazanmaya çalıştıktan sonra, dördüncü askeri müdahalenin mimarlarından biri olmuştur! Bilindiği gibi, dördüncü askeri müdahale 28 Şubat 1997’de yaşanan, kimi zaman zirzopça “postmodern darbe” olarak anılan müdahaledir. Demirel, bu örtülü darbe esnasında cumhurbaşkanı olarak kilit bir rol oynamıştır. Denebilir ki, şayet demokrasiyi biraz daha ciddiye alan biri Demirel’in yerinde oturuyor olsaydı, askeri müdahale kısa vadede bir başarı haline gelemeyebilir, Erbakan’ı başbakanlık koltuğundan devirmeyebilir, yerine 28 Şubat yanlısı bir hükümet kurulamayabilirdi.

Erbakan’ın asker tarafından devrilmek istenen hükümeti bir koalisyon hükümeti idi. Büyük ortak başbakan Erbakan’ın Refah Partisi, küçük ortak Demirel’in eski partisi, o sırada başında Tansu Çiller’in olduğu Doğru Yol Partisi idi. Yarı yolda görev değişimi yapmak istediler. Erbakan başbakanlık koltuğunu Çiller’e devredecekti. Buna “havada yakıt ikmali” benzetmesi yapıldı. Erbakan istifa etti. Ama Demirel başbakanlığı Çiller’e vermedi! Resmen hükümetin haklarını gasp etti. Yerine ANAP başkanı Mesut Yılmaz’ı başbakan tayin etti! (Bu askeri müdahale yanlısı hükümetin başbakan yardımcısı da ironik biçimde “büyük demokrat” Ecevit’ti!)

Kısacası, hayatı boyunca askeri müdahale mağduru rolünü oynayan Demirel müdahalenin hedefi kendisi olmadığında, kendi temsil ettiği iktidar bloku müdahalenin ardında olunca, askeriyenin suç ortaklığını yapmıştı.

Tabii, askeriye ile birlikte AKP ve Erdoğan’ın önünün açılmasını da hiç bilmeden ve istemeden sağlamıştı! Taraftarı bir generalin (uğursuz biçimde Hitler’i hatırlatan bir takvimle!) “bin yıl sürecek” dediği 28 Şubat, kısa vadede Refah’ı devirdi ve Anayasa Mahkemesi eliyle kapattırdı, Erbakan’ı da siyasetten yasakladı, ama sadece beş yıl sonra Türkiye’yi Milli Görüş hareketinden gelen ve Erbakan’dan kopan kurnaz kadroların eline teslim etmiş oldu!

Burjuvazinin mutemet hizmetkârı öldü

Bütün bunların özeti şudur: Demirel içinde yaşadığımız kapitalist düzenin adanmış bir hizmetkârı idi. 1965-71 arası döneminde “Morrison Süleyman”lığı, yani emperyalizmin hizmetinde olması ön plana çıktı. 12 Mart askeri hükümetinden sonra 1973-80 arası faşizmin hamisi olarak işçi sınıfı düşmanı bir politika izledi. 1980 sonrasında, işçi sınıfının kalıcı bir yükselişe geçemediği koşullarda burjuvazinin esas sorunu Kürt sorunu idi. Yeniden iktidara geçtiği 1991’den başlayarak Kürt hareketine ve halkına karşı tam bir zulüm sisteminin mimarlarından biri oldu. Siyasi hayatının son büyük işi ise ordunun suç ortaklığı idi.

İşçi sınıfı kendi düşmanı politikacıların şu ya da bu yanına kanmamalıdır. Demirel kendine “Çoban Sülü” adını taktırmıştı, çocukluğunda köyünde hayvan güttü diye. Demirel İstanbul Teknik Üniversitesi’nde okurken İstanbul Türkçesi’ni benimsemişti, ama gerektiğinde Egeli-Ispartalı aksanıyla konuşup halk adamı imajı yaratmaya çalışıyordu. Demirel zaman zaman kendisini komik ya da sevimli gösterebilecek aksesuarlardan (ünlü şapkası) veya sözlerden (“sokaklar yürümekle aşınmaz”, “dün dündür, bugün bugündür”, “politikada 24 saat uzun bir zamandır”, “demokrasilerde çare tükenmez”) yararlanmaya çaba gösteriyordu. On yıllar boyu ülkenin başında bulunan, kâh muhalefette paralanan, kâh iktidarda kasım kasım kasılan bu tür politikacılar, hele televizyon çağında sanki ailenin bir parçası gibi oluyor. Herkes bir yakının yitirmiş gibi oluyor neredeyse. Bunun üzerine sağcısı ve solcusu ile düzen yalakalarının düzenin savunucusu tarihi şahsiyetleri yüceltmesini ekleyin: “büyük adamdı”, “çok zekiydi”, “herkesi zakasıyla mat ederdi”, “müthiş bir teknisyendi, bütün yatırım rakamlarını hatırlardı” falan filan. Bunların hepsinin karşısına konulacak olgular da var. Süleyman Demirel ne Özal gibi köşeli ideolojik görüşlere (piyasa fetişizmi) sahipti, ne Erbakan gibi bir davaya adanmıştı (ümmetin ve hilafetin ihtişamını yeniden tesis etmek). Önünüzde böyle çizilmiş bir çerçeve yoksa, günün koşulları neye elveriyorsa onu vurgularsanız, o zaman işiniz daha kolaydır. Eşit koşullarda pragmatizm ve oportünizm daha rahat bir siyasi ekoldür!

Bu adamların sanki ailenin bir mensubu gibi, tanıdık, “bizden biri” gibi olmasına alışmayın, kanmayın işçiler! Bunlar bizden biri değildir. Bizi ezen ve sömüren sınıfın, yerlisi ile yabancısıyla kapitalistin, toprak ağasının, tefecinin, tüccarın sevgilisidir onlar. Ama bizi yönetebilsinler diye öyle hepimiz için çalışıyormuş gibi konuşurlar.

Eğer Deniz, Yusuf ve Hüseyin işçinin emekçinin haklarını savunmak için darağacına gittilerse, onların asılmaları için el kaldıranlar bizden değildir!

Eğer Kavel grevinin önderi, DİSK’in ve Maden-İş’in başkanı Kemal Türkler işçinin has temsilcisi ise, onun katili faşistlere cani diyemeyen, onları himaye eden bir adam bizden değildir!

Arkalarından ne hüzünlü hüzünlü gülümseriz, ne de ağlarız!