23 Nisan 1920: Türkiye’nin ilk Kurucu Meclisi açılıyor
Devrimci İşçi Partisi, son yıllarda, 2016’daki başarısız darbe sonrası ilan edilen OHAL ve “cumhurbaşkanlığı sistemi” adı takılan yeni rejim ortamında, Türkiye’de artık sadece basının, yargının, hürriyetlerin değil, meclisin, yani TBMM’nin de zincirli olduğunu ileri sürerek bu ülkeye istibdadın yerine hürriyetin gelmesi için bir Zincirsiz Kurucu Meclis yolunda mücadele vermek gerektiğini savunageldi. Muhataplarımız soruyorlar: Nedir bu Kurucu Meclis? Onlara Engels’in proletarya diktatörlüğünü sorgulayan revizyonistlere cevap verdiği gibi cevap verelim: “Kurucu Meclis nedir?” diye mi soruyorsunuz? 23 Nisan 1920’de kurulan Büyük Millet Meclisi’ne bakın!
Bundan tam 100 yıl önce, Türkiye’de yeni bir meclis kuruldu. Bu meclisin kuruluşuna giden yol, ülkenin, yani Osmanlı Devleti’nin başkenti olan İstanbul’un bu tarihten yaklaşık bir ay önce, 16 Mart 1920’de emperyalistler tarafından resmen işgal edilmiş olmasıydı. İşgalciler daha ilk gün Osmanlı’nın Meclis-i Mebusanı’na polislerini göndererek Milli Mücadele’nin bu meclisteki temsilcilerinin kurmuş olduğu meclis grubunun iki önderini, Rauf Bey ile Kara Vasıf’ı gözaltına alıyor, daha sonra da aynı grubun diğer milletvekillerinin peşine düşüyorlardı. Artık meclisin işlevlerini yerine getiremeyeceği ortaya çıkmıştı.
Milli Mücadele bu sırada Ankara’da bir alternatif oluşturmaya çalışıyordu. 1918’den itibaren Anadolu ve Rumeli’de toplanmaya başlamış olan yerel kongrelerin birleştirilmesi amacıyla toplanan Erzurum (23 Temmuz 1919) ve Sivas (4 Eylül 1919) kongrelerinde seçilen ve emperyalizmin bu topraklarda birçok bölgeyi (Çukurova-Antep-Urfa-Maraş, Antalya-Konya-Aydın-Muğla, İzmir ve Ege, Doğu Trakya) işgal etmesine karşı mücadele etmeyi önüne koyan Heyet-i Temsiliye, meclisin bu kentte toplanmasını kararlaştırdı. İstanbul meclisinin milletvekillerinin yanı sıra her bölgenin yeni seçtiği milletvekillerinin de katılımıyla meclis, Büyük Millet Meclisi adı altında 23 Nisan 1920’de açıldı.
Demek ki, bu meclis her şeyden önce emperyalizmin zincire vurduğu bir ülkenin insanlarının kendi kaderlerini kendi ellerine alma girişimidir. Burjuvazi için vatan savunmasının, sosyalistlerin gözüyle emperyalizme karşı mücadelenin bir aracıdır.
Ankara Ulus’ta bir küçücük binada, öğrencilerin ders sıralarına oturarak ilk oturumu yapan mebuslar, Türkiye tarihinin en önemli toplantısını yaptıklarını belki de bilmiyorlardı. O alçakgönüllü bina, bugünün heybetli meclisinden bin kat daha büyüktü. Gerçekten Büyük Millet Meclisi idi.
Meclis-i Müessesan
İstanbul resmen 16 Mart 1920’de işgal edilmişti, ama aslında 13 Kasım 1918’den beri (yani yaklaşık bir buçuk yıldır) zaten işgal altındaydı. Anadolu hareketi içinde, emperyalistlerin baskısı altında ülkenin başkentinde meclisin çalışamayacağını öngören ve Anadolu’ya taşınması gerektiğini düşünen çoktu. Yani 16 Mart sonrası meclisi Ankara’ya taşıma fikri, Mustafa Kemal’in orijinal fikri değildi. Ona özgü olan şuydu: Mustafa Kemal meclise “Meclis-i Müessesan” adını vermek istiyordu. “Müessesan” “tesis etmek”ten geliyordu. Yani Kurucu Meclis demekti. Kâzım Karabekir Paşa ve başka askeri liderler ise bunun emperyalizm ve padişah taraftarlarınca istismar edileceğini düşünerek “Meclis-i Kübra-i Millet” (Büyük Millet Meclisi, kısaca BMM) adını kullanmanın daha doğru olacağına Mustafa Kemal’i ikna ettiler.
Ama adı ne olursa olsun, daha sonra “Birinci Meclis” olarak da anılacak olan bu meclis, bir Kurucu Meclis olarak iş gördü. Ne demektir Kurucu Meclis? Yeni bir devletin kuruluşuna kendi iradesiyle karar veren (“kurucu irade”) ve bu devletin özelliklerini belirleyen belgeleri (en başta devletin anayasasını) kabul eden bir meclis. Daha kuruluşunun ertesi günü ülkenin bütün işlerini yürütme yetkisini kendi üzerine aldı. Bu, padişahlıkla yönetilmekte olan bir ülkede zaten bir kurucu iradeyi ortaya koyuyordu. Sultan ve halifeyi kurtarmak amaç olarak ortaya konuluyordu, ama onun ülkeyi yönetme bakımından yetkileri konusunda tek söz yoktu!
Ama BMM’nin Kurucu Meclis karakteri asıl ertesi yıl 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nu, yani yeni bir anayasayı kabul ettiğinde açıkça ortaya çıkıyordu. Ülkenin 1876 yılında kabul edilmiş bir Kanun-u Esasi’si (anayasası) vardı zaten. Ama bir Kurucu Meclis olarak BMM yeni bir anayasa kabulünü gerekli görmüştü. Bunun anlamı açıktı. BMM “ben anayasa yaparım, ben kurucu iradeyim” diyor ve yeni bir devletin kuruluşuna adım adım yürüyordu.
Meclis hükümeti
BMM görünüşte İstanbul’daki kapatılan Meclis-i Mebusan’ın görevini devralıyordu. Ama Meclis-i Mebusan padişahın oyuncağı gibiydi. 1876 anayasasına göre kurulmuş, ama hemen iki yıl sonra, 1878’de kapatılmıştı. 1908’de Hürriyet devrimi sayesinde açılmış, ama Cihan Harbi sonrasında Aralık 1918’de bir kez daha kapatılmıştı. Ocak 1920’de yeniden açılmış, bu sefer de 16 Mart işgal hareketinin ve Damat Ferit Paşa’nın Nisan başında yeniden iktidara gelmesinin ardından 11 Nisan’da yeniden kapatılmıştı. Yarım yüzyılda üç defa kapatılan bir meclisin halk adına yasa yapmasından ne olacak? Meclis-i Mebusan zincirli bir meclisti!
BMM ise bambaşka yetkilerle doğmuştur. Ankara meclisi, hem yasama yetkisine sahipti, hem de yürütme. Bakanları kendi içinden teker teker oylama yoluyla seçiyordu ve bunlar icra vekilleri adı altında yürütme görev ve yetkisini meclis adına kullanıyordu. Başbakan yoktu, yani yürütmenin meclise kafa tutabilecek güçte bir başı yoktu. Buna karşılık İcra Vekilleri Heyeti’nin, yani bakanlar kurulunun başında meclisin başkanı oturuyordu. Meclisin her an hesap sorabileceği ve yine kendi oylarıyla değiştirebileceği biri.
Sadece yasama ve yürütme değil, hiç olmazsa bir alanda yargı yetkisi bile BMM’nin eline verilmişti. Bu alan, vatana ihanet suçlarına ilişkindi. Milli Mücadele’ye silahla başkaldıranları yargılayacak olan, meclisin kendi içinden seçtiği yargıçlardan oluşan İstiklal Mahkemeleri idi. İstiklal Mahkemeleri, daha sonra, birçok devrimde görüldüğü gibi, devrimin kendi içindeki hesaplaşmaların aracı haline gelmiş olsa da, başlangıçta emperyalizmin ve onun hâkimiyeti altında hareket eden padişah ve İstanbul hükümetinin yanında karşı devrimcilik yapanlara karşı kurulmuş organlardı.
Kısacası, bugün her hâl ve koşulda en üstün rejim olarak savunulan “kuvvetler ayrılığı” yerine bir “kuvvetler birliği” rejimi ile karşı karşıyayız. Bunun otomatikman anti-demokratiklik anlamına geleceğini düşünenler önce kendilerine sorsunlar: hâkimiyet kimdedir? Hâkimiyet yürütmede ise elbette bu bir diktatörlüğe meyleden, halkın seçtiği temsilcilerden oluşan meclisi halktan giderek kopabilecek bir yürütme organına tutsak hale getirebilecek bir rejim olabilir. Ama hâkimiyet yürütmede değilse, halkın temsilcilerinde ise bu, tam tersine, daha derin bir demokrasiyi yaratabilecek bir düzenleme haline gelebilir.
Peki, bu model nereden geliyordu? 1789’da patlak veren Büyük Fransız İhtilali’nin ilk hükümetini kuran Konvansiyon adlı meclisin benimsemiş olduğu modelden. Devrimler birbirlerinden öğrenerek gelişir. Konvansiyon, 1792’de, kralın ülkeyi yönetme yetkisi devrimin meclisi tarafından kaldırılınca kurulan yeni meclis hükümeti idi. O da hem yasama hem de yürütme yetkilerini elinde toplamıştı. Bu gerçek bir devrim meclisi idi. Her ne kadar kadınlara oy hakkını tanımamış olsa da, Konvansiyon, 25 yaşından büyük, kendi emeğiyle yaşayan bütün Fransız vatandaşlarına oy hakkı vererek tarihte ilk kez sınıf ayrımına açıkça yaslanmayan bir demokrasi kuruyordu. Bu atılım devrim dönemine özgü kalacak, 19. yüzyılın neredeyse tamamı boyunca bütün Avrupa ülkelerinde oy hakkını sadece mülkiyet sahibi burjuva ve küçük burjuvalara verecektir. Devrim Fransası’nın demokratik düzeyine bir kez daha ulaşmak için Avrupa 20. yüzyılı beklemek zorunda kalacaktır.
Daha sonra Sovyet devriminde de yasama ile yürütmenin tek bir meclisin elinde toplandığı bir model izlendi. Burada “meclis” diye andığımız bir burjuva parlamentosu değildi. İşçi ve Asker Temsilcileri Bütün Rusya Sovyeti idi. Lenin’in başkanlığına seçildiği, Trotskiy’in ise önce Dışişleri Komiseri, sonra da Savaş Komiseri görevi aldığı yürütme ise Sovnarkom adını taşıyordu. Yani Halk Komiserleri Sovyeti. Burada tabii konvansiyon hükümeti ya da meclis hükümeti modelinden büyük bir fark vardır: yasama ve yürütme yetkilerini elinde bulunduran meclis, işçi sınıfının kendi içinden seçtiği ve geri çağırabildiği, “sovyet” olarak anılan temsil kurullarının içinden süzülerek gelmiştir. Vatandaşların vatandaş sıfatıyla seçtiği burjuva meclislerinin milletvekillerinden farklı olarak, sovyet pratik olarak işçi sınıfının içinden gelen bir proletarya iktidarıdır. Ortak yan, Sovyet’in de Konvansiyon gibi hem yasama hem de yürütme yetkisine sahip olmasıdır.
Görülüyor ki, BMM sadece bir Kurucu Meclis olarak davranmamıştır. Modern tarihin en büyük iki devriminde, biri tarihin en önemli burjuva devrimi olan Büyük Fransız Devrimi’nde, öteki ise ilk başarılı proleter devrimi olan Büyük Ekim Devrimi’nde olduğu gibi biçimlenmiş, yani ihtilal meclislerinden esinlenmiştir.
Kısacası, adı dışında her şeyiyle bir Meclis-i Müessesan, yani Kurucu Meclis olmuştur.
Yerinden yönetim
Türkiye burjuvazisinin siyasi ve askeri temsilcileri, neredeyse yüz yıldır “üniter devlet” diye tepinir durur. Bu bütünüyle Kürt düşmanlığının, Kürtlere siyasi bakımdan en ufak bir nefes alma olanağını tanımama kararlılığının bir ifadesi olmuştur. Oysa bugünkü Türkiye’yi kuran BMM’nin yaptığı anayasa derinlemesine yerinden yönetime dayalı idi. “Üniter” olmakla ilgisi yoktu. Nahiyelere kadar uzanan bir yerel yönetim birimleri silsilesi içinde, halkın kendi işlerini kendi temsilcileri eliyle yürütmesine olanak tanıyan bir karakter taşıyordu. Üstelik buralara seçilen insanlar halkın inisiyatifiyle geri çağrılabilir temsilciler olacaktır!
Bugün “Kürdistan” kelimesi kullanıldığında alerjisi tutanlar, Türk halkından bu devleti kuran mecliste “Kürdistan mebusu” ya da “Lazistan mebusu” olarak anılan milletvekillerinin olduğunu saklıyorlar. Kısacası, BMM’yi ve 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nu, kendinden sonra gelen tek parti meclisleriyle ve anti-demokratik anayasalarla karıştırmamak gerekir.
Peki, BMM neden yerel güçlere bu kadar önem vermiş, 1921 Anayasası’nı yaparken yerinden yönetime alabildiğince yer açmıştır? Burada üç faktörün rol oynadığı söylenebilir. Birincisi, mücadelenin bu aşamasında Kürt halkının Ankara hükümetinin yanında yer alması için büyük çaba gösterilmiş, Kürtlerin İtilaf devletlerinin yanına kaymalarını engellemek için temsil olanağına ve kendi bölgelerinin yerel işlerinde yetkili olmasına önem verilmiştir.
İkincisi, Milli Mücadele, sürekli tekrarlandığı gibi 19 Mayıs’ta Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkmasıyla başlamamış, 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi imzalanır imzalanmaz Edirne’den Kars’a kadar, Müdafaa-i Hukuk ve benzer adlarla kurulan cemiyetler, bunların düzenlediği kongreler ve bunların Kuva-yı Milliye adı altında partizan ya da gerilla savaşı tarzında silahlanmaları sonucunda doğmuştur. Ankara’da oluşan siyasi odak ve bunun doruk noktası olan BMM, bu geleneğin ürünüdür. Elbette bunların gücü bu aşamada çok büyüktür. Bu yüzden de bütün cemiyetler kendi hukuklarını ve bölgesel yetkilerini koruma çabası içindedir.
Üçüncüsü ise Sovyet devriminin etkisidir. Ekim devrimi, muazzam bir aşağıdan demokrasi hareketi olarak sovyetlerde örgütlenirken sadece işçi sınıfının iktidarını kurmamış, ayrıca en ufak yerleşim birimine kadar yerel sovyetlere yerinden yönetim yetkileri sağlamıştır. Milli Mücadele döneminde Bolşevizmden ciddi şekilde etkilenen Anadolu, büyük ölçüde bu yöneliş doğrultusunda örgütlenmiştir.
Bu yerinden yönetim modeli cumhuriyet kurulduktan sonra adım adım terk edilecektir.
“Üçüncü Meşrutiyet”
Burjuvazinin tarihçilerinden bazıları, BMM’nin modern Türkiye tarihinde ciddi bir kopuşu temsil ettiğini kabul etmekle birlikte gerçek potansiyelini kavrayamadıkları için onu bir “Üçüncü Meşrutiyet” olarak kabul etmişlerdir. Bu ilginç ve çarpıcı kavramı yerli tarih literatüründe ilk kez kullanan, Milli Mücadele’nin çok ciltli bir tarihini yazmış olan Mahmut Goloğlu’dur. (Milli Mücadele Tarihi, cilt III, 1920. Üçüncü Meşrutiyet). Ancak orijinal fikir, modern Ortadoğu’nun ve Türkiye’nin tarihini, emperyalizmin ve Oryantalizmin bakış açısıyla yazmış olan, çok etkili İngiliz doğumlu Amerikan tarihçisi, Türkiye’nin Kemalist burjuvazisinin sevgilisi Bernard Lewis’ten gelmiştir. Bu da gayet uygundur, çünkü bu ekol devrimi anlamayanların ve düşmanı olanların ekolüdür. Zaman zaman başka tarihçilerce de kullanılan bu kavram, burjuva düşüncesinin BMM kadar açıkça devrimci olan bir siyasi organı bile nasıl statik terimlerle ele aldığını göstermek bakımından çok ilginç ve çarpıcı bir örnektir.
“Meşrutiyet” sözcüğü “şart”tan gelir. Padişahın iktidarının “şarta bağlanmış”, “belirli kayıtlarla sınırlanmış”, dolayısıyla bir ölçüde “kısıtlanmış” olduğu bir rejimi anlatır. Bilindiği gibi Türkiye tarih literatüründe iki meşrutiyet rejiminden söz edilir. “Birinci Meşrutiyet”, padişahın iktidarı tarafından sınırlanmış da olsa seçimle gelip ülkenin işlerinde bir ölçüde yetki sahibi olan bir meclisin ilk kez kurulduğu 1876-1878 dönemi için kullanılır. “İkinci Meşrutiyet” olarak bilinen dönem ise padişah İkinci Abdülhamid’in 30 yıl boyunca kapalı tuttuğu meclisin açılması talebiyle şahlanan Hürriyet devriminin zafere kavuşması sonucunda, padişahın meclisin açılmasını kabul etmesiyle 1908 sonrası kurulan rejimdir. Daha buradan itibaren, burjuvazinin tarihçilerinin Türkiye’nin devrimler tarihini saklama çabası göze çarpmaya başlar. Özel olarak 1908 olaylarıyla ilgili çalışmıyor veya İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni incelemiyorsa, kimse devrimden veya Hürriyet devriminden söz etmez. O durumlarda bile “devrim” nitelemesini yapan, esas olarak şu ya da bu türden solcu tarihçilerdir.
İlk iki meşrutiyet konusunda söylenenler ışığında, BMM için “Üçüncü Meşrutiyet” hem orijinal ve çarpıcı, hem de doğru görünmektedir. Padişahın varlığını sorgulamayan bir meclis elbette cumhuriyet değildir. Siyaset biliminin siyasi rejimleri sınıflandırması açısından “meşrutiyet” terimi gayet uygun görünmektedir. Ama öte yandan, bunun 1908’de açılan “İkinci Meşrutiyet” döneminin sıradan bir devamı olduğunu söylemek de doğru olmaz. O meclis İstanbul’a gömülmüştür. Önce iki biçimsel noktaya değinelim.
Birincisi, o meclis iki kamaradan oluşuyordu. Meclis-i Mebusan’ın yanı sıra, Britanya deneyiminde “Lordlar Kamarası” adı verilen bir üst kamarayı da (meclisi de) içeriyordu. Oysa BMM tek kamaralı bir meclistir. Bu elbette onu daha demokratik kılmakta ve bir önceki “İkinci Meşrutiyet”in meclisinden ayırmaktadır. Yani ortada tam bir devamlılık yoktur. İkincisi, “İkinci Meşrutiyet”in dayanağı 1876 Kanun-u Esasi’si (anayasası) idi. Oysa BMM 1921’de yeni bir anayasa (Teşkilat-ı Esasiye Kanunu) yaparak kendi kaynağını kendi oluşturmuş olmaktadır. 1876 Anayasası ortadan kaldırılmadığına göre, şimdi ülkede iki anayasa vardır! BMM’nin 1918-1923 Türkiyesi’nde doğan ikili iktidar durumunun doruğu olduğunu hiçbir şey daha çarpıcı biçimde hatırlatamaz. İki anayasası olan bir ülkede ikili iktidar kaçınılmazdır!
İşin biçimsel yanından içeriğine gelelim. 1876 Anayasası’nın kurduğu düzen, yani “İkinci Meşrutiyet” düzeni içinde padişah hem meclisi feshetme yetkisine sahipti (bu yetkinin yarım yüzyıl içinde üç defa kullanılmış olduğunu yukarıda gördük), hem de hükümeti atama yetkisine. Oysa BMM üzerinde padişahın fesih yetkisi falan yoktu. Hükümeti ise BMM atıyor ve gerektiğinde geri çağırabiliyordu. Hükümet onun hükümetiydi.
“Üçüncü Meşrutiyet” kavramı bu bakımdan BMM’nin başka bir dönem açtığını hatırlatarak yararlı bir iş görür. Ama o kadar! Çünkü bu kavram, BMM’nin modern Türkiye tarihindeki yerini statikleştirir, onu zaman içinde dondurur. Kurulduğunda henüz bir meşrutiyet rejimi olduğu doğrudur BMM’nin. Ama yukarıda sözünü ettiğimiz özellikleri dolayısıyla, yani hem meclisi, hem de hükümeti padişahın vesayetinden çekip almış olmasıyla cumhuriyete doğru bir gidişatın ilk tohumlarını da atmış demektir. BMM bir ihtilal organıdır. 1918-1923 arasında Anadolu’da (ve Rumeli’de) işleyen bir diyalektik sürecin, yani iktidarın değişik biçimlerden geçerek burjuvazinin temsilcilerine aktarılması diyalektiğinin bir uğrağıdır. Bu diyalektik, onu koşullar olgunlaştığında bir cumhuriyeti kurmaya sevk edecektir.
İşte burjuva dünya görüşü ile şeylerin diyalektiğini kavrayan Marksizmin karşıtlığı. “Üçüncü Meşrutiyet” bir rejimi, belirli bir anda olduğu biçimi ile donduran bir adlandırmadır. Marksizm ise aynı rejimin bir gün meşrutiyet, ertesi gün cumhuriyet olabileceğini, hiçbir şeyin aynı kalmayacağını diyalektik sayesinde kavrar. Kendi işleyişi içinde cumhuriyet olan bir şeye meşrutiyet denir mi?
Demokratik bir meclis
Aynen daha sonraki “üniter devlet” takıntısının yeni Türkiye devletini kuran meclisin “yerinden yönetim”e bağlılığını gizlemesi gibi, tek parti döneminin anti-demokratik yapısı da BMM döneminde yaşanan demokratik ortamı gözlerden saklar. BMM’nin bir siyasi rejim olarak göreli demokratik karakterini gizleyen bir de Mustafa Kemal’in her şeyin tek başına mimarı ve önderi olduğuna dair bütünüyle yanlış kanıdır. Her şey Samsun’dan başlatıldığı için, resmi tarih bütün gelişmeleri Mustafa Kemal’in iradesine bağladığı için, ders kitapları bir “tek adam” efsanesi yazdığı için, sonraki bütün kuşaklar BMM dönemini de bir tek adam despotizmi gibi algılar.
Mustafa Kemal, uzun bir süre boyunca “tek adam” olmaktan çok uzaktır. BMM’de her türden görüşü savunan milletvekilleri vardır. Mecliste bir aşamada Birinci Grup ve İkinci Grup adını taşıyan iki grup oluşmuştur, kimsenin aklına da bunları yasaklayabileceği gelmemiştir. Mustafa Kemal’in bütün yetkileri kendinde toplamaya çalıştığı bugün biliniyor. Ama istemek başka, yapabilmek başkadır. O zaman durum tek adam rejimi olmaktan çok uzaktı.
En önemlisi, BMM’de sosyalist faaliyet yürütülmektedir. Sosyalist milletvekilleri olduğu gibi onlarla el ele çalışan, kendileri sosyalist olmamakla birlikte onlara bir süre boyunca yol arkadaşı olan milletvekilleri de vardır. Burada bunların ayrıntısına girmek gereksizdir, ama Milli Mücadele’nin Sovyetler Birliği’yle ittifakının Meclis’te, hatta genel olarak Anadolu’da Sovyet sistemine karşı büyük bir sempati yarattığı, tarihin tartışılamayacak kadar açık bir gerçeğidir. Hep vurgulayageldiğimiz gibi, mecliste işçiler ve emekçi köylüler, hatta yoksul esnaf bile yer almamıştır. Bu, hâkim sınıfların kontrolünde bir demokratik organdır. Buna rağmen meclisin içinde sosyalizm de vardır. Ve en önemlisi bir devrim meclisinde sosyalistlerin yer almış olması da doğrudur!
Bugün BMM’yi küçümseyenler, kendi kendilerine, o gün Türkiye’de sosyalist faaliyet yürütüyor olsalardı o meclise karşı tutumlarının ne olacağını sormalıdırlar. O gün sosyalist olup da BMM’yi küçümseyecek olanlar, bugün parlamentoya bütünüyle sırt çevirmeyi savunan “sol komünist”lerden bile daha iflah olmaz “devrimbaz”lar olarak görülmelidir. Devrimi yaşanan gerçek hayatın içinden yürüyerek inşa etmek yerine halka yapılacak soyut çağrılarla yaratabileceğini sananlar olarak. Normal zamanlarda bile Leninist parlamento politikasından kopmak kendini büyük kitlelere ulaşma olanağından büyük ölçüde yalıtmak anlamına gelir. Ama hiç olmazsa bu politika, burjuva parlamentosunun düzeni idame ettirmek için kurulmuş olduğuna dair, tartışılmaz derecede doğru bir hakikate yaslanmaktadır. Oysa BMM kurulmuş bir burjuva devletini yaşatmayı hedefleyen bir organ değildi! BMM emperyalizme karşı mücadele eden, İstanbul’daki gericiliği, emperyalizm uşaklığını karşısına alan, padişahtan kopma potansiyeline sahip bir devrimci meclisti. Devrim ile karşı devrim kapışırken devrimin dışında kalmak, iflah olmaz bir darlık demektir.
Mustafa Suphi’lerin tavrı bu değildi. Mustafa Suphi İttihatçılığa bütün düşmanlığına rağmen, çoğunluğu İttihatçı kökenden gelen milletvekillerinden oluşan bu meclisi muhatap kabul etmişti. Devrimi, ondan uzakta durarak değil, kendi içinden bir sürekli devrime dönüştürmeyi koymuştu önüne. Doğru Marksist tavır budur. Mustafa Suphi ve önderi olduğu Türkiye Komünist Fırkası, taktik hatalar yaptıkları için yenilmiştir. Ama bu stratejik anlamda başka bir yol olmadığı gerçeğini gözlerden saklamamalıdır.
Bugün sosyalistlerin 23 Nisan 1920’de kurulan BMM’yi “Mustafa Kemal’in meclisi” diye küçümsemeleri, cumhuriyetin kurulmasından sonra TKP’nin uzun onyıllar boyu Kemalizme kuyrukçuluk yapmış olmasına tepki içinde ters yöne savrulmak anlamına gelir. BMM, kapitalizm öncesi Osmanlı devletine karşı burjuva devrimini örgütleyen ve eski devletin yerine modern bir burjuva devleti kuran bir ihtilal organıdır. Bu niteliğiyle selamlanmalıdır.
Kurucu Meclis, dün ve bugün
Kemalizmin resmi ideoloji olarak yerleşmesinden sonra 23 Nisan’ın “çocuk bayramı” olarak asıl büyük tarihi anlamından kopartılması, sosyalistlerin bu yaklaşımı kabul etmesi için bir neden değildir. Sosyalistler işçi sınıfına bu ülkenin, bu devletin, bu cumhuriyetin bir devrim yoluyla kurulduğunu, bugünkü meclisin atasının bir Kurucu Meclis olduğunu anlatmalıdırlar.
Çünkü bundan sonra Türkiye’yi ileri götürecek olan yalnızca işçi sınıfı ve onun etrafına toplayacağı öteki sömürülen sınıflar ve özel nedenlerle ezilen gruplardır. Türkiye’nin devrimle kurulmuş olduğunu bilmek, onların da devrimci bir geleneğin bu sefer bir burjuva cumhuriyeti yolunda değil, bir işçi devleti, bir proletarya iktidarı yolunda seferber edilmesinin gerekliliği bakımından ufkunu açacaktır.
Kurucu Meclis bir burjuva organıdır. Ama büyük kitleleri istibdada karşı hürriyet için seferberlik yolunda harekete geçirebilecek bir şiardır. Örneği, Fransız ve Rus devrimlerinde olduğu gibi bu topraklarda da vardır. Bugün bu şiar işçi, emekçi, kent ve kır yoksulu halkı ve ezilen bütün büyük kitleleri harekete geçirdiğinde, halkın bir kurucu meclisi mi yoksa işçi sınıfının iktidarını tescil edecek olan sovyet ya da şûrâ sistemini mi seçeceği yalnızca onun kararına ve güçler dengesine bağlı olacaktır.