Kadına yönelik şiddet: Bir imzayla iş bitmiyor, mücadele gerek
Avrupa Konseyi Bakanlar Kurulu tarafından 7 Nisan’da onaylanan “Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi” 11 Mayıs’ta İstanbul’da imzalandı. Sözleşme bir yeni küçük mevzi sayılabilir, ama taleplerimizi kendi mücadele yöntemlerimize dayanarak ileri taşımak gerekiyor.
Sözleşme en çok kadına yönelik şiddet ilk kez bir insan hakkı ihlali ve ayrımcılık türü olarak sayıldığı için önemli görülüyor. Özellikle aile içi şiddet kavramı detaylandırılarak, aile içinde fiziki, cinsel, psikolojik ve ekonomik şiddetle ilgili tüm eylemler ve bu tür eylemlerle tehdit etme, zorlama veya keyfi olarak özgürlükten yoksun bırakma şeklinde tanımlanıyor.İmzacı devletlerin kadına yönelik ayrımcılığı gerekirse yaptırımlar yoluyla yasaklaması; kadına yönelik ayrımcı mevcut yasa ve uygulamaları kaldırması; şiddete maruz kalanların 7 gün 24 saat başvurabilecekleri bir çağrı merkezi kurması gibi zorunluluklar getiriyor. Sözleşme ayrıca, kadına yönelik şiddet konusunda polis, savcı, hâkim gibi uygulayıcılara özel eğitim verilmesi; şiddete uğrayan kadın şikâyetini geri alsa bile soruşturmanın savcılık tarafından devam ettirilmesi; cinsiyete dayalı şiddet ile ilgili iltica talepleri ve geri göndermeme ilkesi konusunda şiddete uğrayana güvence sağlanması gibi düzenlemeleri de barındırıyor.
Kâğıt üzerinde kalır!
Sıralanan düzenlemelere bakıldığında neredeyse tamamının kadına yönelik şiddete karşı mücadele anlamında olumlu bir içeriğe sahip olduğu söylenebilir. Ancak esas mesele, bu düzenlemelerin pratiğe geçirilmesi ile ilgili. İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün sözleşmenin imzalanmasından birkaç gün önce açıkladığı, Türkiye’de aile içi şiddet ve korumaya erişim üzerine “Kocadır, Döver de, Sever de” başlıklı raporu da esas olarak bu konuya dikkat çekiyor.
Yaşları 14 ile 65 arasında değişen ve şiddete maruz kalan 40 kadının dava dosyalarının incelenmesi, avukatları ve ilgili devlet yetkilileri ile yapılan görüşmeler sonucunda hazırlanan rapor, yasalar ile uygulama arasındaki açıyı ortaya koyuyor. Bu konuda sadece birkaç örnek vermek yeterli. Bugün de yasada kadınların şiddete maruz kaldıklarında korunma talebinde bulunma hakları var. Ama o kadar baskı ve kontrol altındalar ki, çoğu zaman bu hizmete ulaşmaları bile mümkün olmuyor. Kürt kadınları için ise buna bir de dil engeli ekleniyor. Koruma talebinin karşılanması için kadının başvuru yapması yeterli. Ama bazen polis, savcılık ya da hâkim, yasada olmasa bile kanıt talep edebiliyor. Ya da yavaş davranabiliyor. Yaşanmış bir örnekle bunun sonucu, 9 Şubat’ta İstanbul’da sokak ortasında kendisini tehdit eden imam nikâhlı eşi tarafından öldürülen Arzu Yıldırım ve çantasından çıkan 7 Şubat tarihli koruma talebi dilekçesi! Mevcut Belediyeler Kanunu’na göre nüfusu 50 bin ve üstünde olan her belediyenin sığınma evi açması gerekiyor. Ama bugün bu gerekliliğin yerine getirilmesi için 100 tane daha sığınma evi açmak bile yetmiyor! Var olan sığınma evlerinin ise koşulları kötü. Yerlerinin gizliliği gibi güvenlik prosedürleri tam olarak yerine getirilmiyor. Sığınma evlerinde çalışan görevliler bazen şiddet uygulayanı içeri alabiliyor ve hatta barışmaları konusunda teşvik edebiliyor.
Takipçisi olmak şart
Yasalar ile uygulama arasındaki fark, kâğıt üzerinde yazan tedbirlerin, kabul edilen düzenlemelerin yeterli olmadığını gösteriyor. Üstelik her ne kadar bölgesel bağlayıcılığı olan, belli yükümlülükler getiren bir sözleşmenin Türkiye tarafından da imzalanması olumlu bir gelişme olsa da, bu, bugüne kadar kadına yönelik ayrımcılığın önlenmesine yönelik imzalanan ilk sözleşme de değil. Bu sözleşme de, tozlu raflarda uygulanmayı bekleyen diğer sözleşmelerin arasına eklenir, kalır. Kaldı ki sözleşmenin kendisi bölgesel bağlayıcılıktan bahsetse de, imzacı ülkelerin sözleşmede yer alan yükümlülükleri ihlal etmesi durumunda o ülkeye şiddete maruz kalan kadına tazminat ödeme veya başka bir yaptırım getirmediği için, tek başına bir güvence de sağlamıyor. Bu nedenle, taleplerimizi kendi mücadele yöntemlerimize dayanarak ileri taşımak esastır; bu tür sözleşmeler ancak mücadelemize dayanak olarak kullanmak açısından az da olsa bir önem taşır.
İnsan hakkı değil, ezilen hakkı!
Avrupa Konseyi’nin sözleşmesi en fazla kadına yönelik şiddeti bir insan hakkı ihlali olarak kabul etmesi ile öne çıkarıldı. Bu başta Kadının İnsan Hakları-Yeni Çözümler olmak üzere burjuva feminizminin temsilcilerini memnun etmiştir. Genel olarak şiddet ile kadına yönelik şiddet arasında herhangi bir fark olmasaydı, elbette bizi de aynı derece de memnun edebilirdi. Ancak tek başına şiddet bir insan hakkı ihlali olarak görülebilse de, kadına yönelik şiddet, erkek egemenliğinin kadınları baskı ve tahakküm altında tutmak için uyguladığı sistematik bir ezme biçimidir.
* Bu yazı Gerçek Gazetesi'nin Haziran 2011 tarihli 20. sayısında yayınlanmıştır.