Roboskîli bir katırın günlüğünden son sayfa
Aysız bir geceydi, sis, duman. En beteri de çelik gibi tipi vermiyordu hiçbirimize aman. Ölümcül uçurumlar, bıçak sırtı doruklar, buz bağlamış dereler; ölümün ensemizdeki soluğu daha soğuktu yoksulluğun ve karın soğuğundan. Hepimiz yorgun, bitkin ama heyecanlı bir telaş içindeydik köye yaklaştığımızda. Yolda bir ara durdurulduk ama sonra geçin dedi yeşil üniformalılar. Önce küçük demirden kuşlar geçti üzerimizden. Sonra güneş çıkmış gibi aydınlandı ortalık, bu kez çok büyük demir kuşlar ateş topları yağdırmaya başladı üzerimize. Kollar, bacaklar, kafalar, parmaklar, kuyruklar, tırnaklar havada uçuştu. Karlar, kayalar, ağaçlar, uçan kuşların tüyleri bile kan kızıla boyandı bir anda. Kulakları sağır eden imdatlar, çığlıklar, inlemeler, amanlar… İnsanların “kıyamet” diye korkunç bir günden bahsettiklerini hatırlıyorum, herhalde bu oydu.
“Pir gotin, ceger sotin”
“Çok söylediler, ciğerleri dağladılar”
Kürt Anasözü/Atasözü
Tam 4 mevsim geçti üzerinden o günü hiç unutmadım. Biz 80 katırdık, onlar, çoğu çocuk 36 insan. Dünyanın güneşin etrafında 23 kez döndüğünü gördü bu yorgun gözlerim. O gece ölen arkadaşlarımdan birkaçı benim kadar, ama ne diğer katır arkadaşlarım ne de çocukların hiçbiri değil benim kadar, 20 kez bile görmemişti bunu. Ama o geceki vahşetin benzerini hiçbirimiz yaşamamıştık daha önce. Hemen hepsi artık sonsuza dek yaşayamayacak, ne o vahşetin benzerini ne de başka herhangi bir şeyi. Oysa bizim derdimiz bir an önce dönüp sıcak ahırlarımızda yatmaktı, onlarınki ise yıllardır hiç değişmeyen şeydi; taşıdığımız şeyleri bir an önce köye ulaştırıp ekmek parası kazanmak. Çok gidip, geldim bu çocukların babalarıyla, ağabeyleriyle dağın öte yanına ama hâlâ aklım almıyor, bu ekmek parası dedikleri şey bunca zorluğa katlanacak kadar değerli mi? Bir de bizim yıllardır canımız pahasına sırtımızda taşıdığımız şeyler o kadar mı değersiz? Ekmek parasını kazanmanın başka yolu yok mudur? Televizyon dedikleri bir cama bakarken konuşurlardı bazen, şehir dedikleri bir yerde daha kolaymış galiba. Bilmiyorum neden gidemiyor oraya buradakiler, ya da oradakiler neden buraya ekmek parası getirmiyor? Oysa öyle güzel şeyler söylüyordu ki orası için Erkan ve arkadaşları, imrendim. Okulu bitirince oraya gidip doktor olacak, mayına basıp kör olmuş babasının gözlerini iyileştirecekti. Ben de çok arkadaşımı kaybettim mayından, birisi de Erkan’ın babası gibi kör oldu, şimdi sadece köyün içinde dolaşıyor. Ama sahipleri öyle iyiler ki; işe yaramıyor diye ormana bırakmadılar, hâlâ bakıyorlar ona. 12 yaşındaydı Erkan. Sadece ikinci gelişiydi bizimle dağın öbür yanına ama dost olmuştuk. İnsanmışım gibi, kardeşiymişim gibi davranıyor, başımı şefkatle okşayıp “Çav Reşamın/Kara Gözlüm” diye seviyordu beni. Hatta bu gelişimizde kendi yediği elmadan verdi bana -meğer son yediği o elma olacakmış-, şeker gibi, Erkan’ın dili gibi tatlıydı. Futbol diye bir oyunu çok sevdiklerini, o oyun için “Kartal Spor” diye bir şey kurduklarını, formasının 4 numara olduğunu anlatıyordu diğer çocuklara. Ama mayına basanlar oynayamıyormuş o oyunu. Messi diye biri varmış o oyunu çok güzel oynayan ve yoksul çocuklarını da seven, dünyanın öbür ucunda bir yerde. Onun gibi olmakmış bir başka hayali de. Onun gibi olursa bütün köylüleri kaçak işinden, yoksulluktan kurtaracakmış. İki amcası da vardı bizimle, biri kendi yaşındaki Savaş, diğeri yol boyunca doğacak çocuğunu anlatan Hüsnü. Hüsnü, herkesi hüngür hüngür ağlatan bir ağıt söyledi ki, -Helepçe” diyorlarmış adına- dönüş yolunda verdiğimiz molada, kulaklarımdan ve aklımdan hiç ama hiç silinmedi. Erkan’ın babası köydekilerin çoğu gibi, korucuymuş yeşil üniformalılarla beraber devlet denen şeye hizmet ediyormuş. Ama kör olduktan sonra çok az para vermiş gözlerini verdiği devlet denen şey ona. Erkan o yüzden okul kitaplarını almak için çıkmış kaçağa. Zaten koruculuktan hep öfkeyle söz ediyorlar. O kadar yoksul ve sefil olmasalar, bir de o yeşil üniformalılar onları karların üstünde çırılçıplak yatırıp, ölümle tehdit etmese yapmazlarmış.
Aysız bir geceydi, sis, duman. En beteri de çelik gibi tipi vermiyordu hiçbirimize aman. Ölümcül uçurumlar, bıçak sırtı doruklar, buz bağlamış dereler; ölümün ensemizdeki soluğu daha soğuktu yoksulluğun ve karın soğuğundan. Hepimiz yorgun, bitkin ama heyecanlı bir telaş içindeydik köye yaklaştığımızda. Yolda bir ara durdurulduk ama sonra geçin dedi yeşil üniformalılar. Önce küçük demirden kuşlar geçti üzerimizden. Sonra güneş çıkmış gibi aydınlandı ortalık, bu kez çok büyük demir kuşlar ateş topları yağdırmaya başladı üzerimize. Kollar, bacaklar, kafalar, parmaklar, kuyruklar, tırnaklar havada uçuştu. Karlar, kayalar, ağaçlar, uçan kuşların tüyleri bile kan kızıla boyandı bir anda. Kulakları sağır eden imdatlar, çığlıklar, inlemeler, amanlar… İnsanların “kıyamet” diye korkunç bir günden bahsettiklerini hatırlıyorum, herhalde bu oydu. Ben nereye nasıl kaçtım bilmiyorum. Bir kayanın ardından gördüm son kez Erkan’ın dehşet dolu çaresiz gözlerini. Amcaları ve arkadaşlarıyla el ele bizim arkadaşlardan birinin altına saklanmışlardı sanki bizimkiler kendilerini kurtarabilecekmiş gibi. Sonra onlar da havaya uçtu paramparça. Bir zaman sonra koşarak köydekiler geldi, çocukların bir kısmı o anda ölmemişti, ama ambulans dedikleri kurtarma aracı saatler sonra geldiğinden bazıları donarak, bazıları kan kaybından öldü. Çok sonra o yabancı bir dilden (galiba Türkçe) konuşan, lüks arabalı, kravatlı adamlar geldi. Sürekli devlet denen şeyden bahsediyor, ölenlerin silahı olduğunu, yanlışlık olduğunu falan söylüyorlardı. Hiçbirini gözüm tutmadı çünkü dillerinde yalan ve gözlerinde ikiyüzlülük ve aşağılama vardı. O gün bugündür, buralarda hayat durdu. Çocuklar oyun oynamıyor, kimse gülmüyor, her yerde Hüsnü’nünkine benzer ağıtlar yankılanıyor, insanlar her günü mezarların başında geçiriyor. Sanki her yer baykuş dolu. Ben de gittim bir gün Erkan’ın mezarına, bir evin açık ambarından çaldığım bir elmayı götürdüm, bıraktım resminin yanına. “Karagözlüm” dedim fısıldayarak, meğer o da kara gözlüymüş, ne yazık canlıyken değil ama resmine dikkatli bakınca fark ettim bunu da. Bu 4 mevsim bana ölümün tiksindirici nefesiyle geçen 400 mevsim gibi geldi. Nereye baksam Erkan’ın, diğer çocukların, katır arkadaşlarımın parçalanmış bedenleri, dağılmış beyinleri, yanmış, dağlanmış kolları, bacakları geliyor gözümün önüne. Kan ve yanık et kokusu burnumun içine yuva yapmış sanki. Erkan’ın amcasının söylediği ağıt yaşlı kulaklarımda çınlıyor: “Hawar, hawar, hawar…” Belki de başımıza gelecekleri o hissetmişti önceden. Eminim ne hayvanlar, ne de doğa yapmaz, bilmez o günkü zulmün, vahşetin benzerini bile. Böylesini ancak insan insana yapar. Ama Erkan ve buradakiler gibi yoksul ve şefkatli insanlar değil, olsa olsa o yabancı dilden konuşan, lüks arabalı kravatlı, devlet denen şeyden bahseden adamlar yapar, ya da yeşil üniformalılar, bundan da eminim. Bugün ellerinde sarı, kırmızı, yeşil flamalar, bir de içinde orağa, çekice benzeyen şekillerin de olduğu şiirli kartlar, kızıl bayraklar, ha bir de kırmızı karanfiller taşıyan insanlar geldi köye. Ölenleri anmak için şehirden geliyorlarmış. Erkan’ın gözlerindeki şefkate benzer bir şeyler gördüm onların gözlerinde, bir de umut, bir de gözyaşlarında bile şair dedikleri, Nâzım Hikmet diye bahsettikleri birinin “kavganın musikisi” diye tarif ettiği bir neşe vardı sanki. Sabahın sahipleri gibiydiler. Sanırım onlar sorar bunun hesabını, alır hepimizin intikamını. Benim umudum yok artık, dayanamayacağım bu Gabar’ın vadilerinden derin, Botan’ın sularından soğuk keskin ızdıraba. Zaten kaç mevsim kaldı ki önümde. Hep ölümümün sebebi olacağından korktuğum, şimdi ise sonsuz acımı sonlandıracak kurtuluşumun çaresi olacak bir uçurumun başındayım. Bixatréte kara gözlü kardeşim, şeker hevalim. Keşke yaşayacak gücü bulabilseydim kendimde. Mezarının başına, resminin, kara gözlerinin yanına her gün bir elma bırakırdım emin ol her defa. Elveda! Ne bir katır, ne bir insan, ne de başka bir canlı en küçük de olsa benzerini yaşamasın bu acının asla bir daha!
Roboskî-Adana
30 Aralık 2012