Açılımın gerçek yüzü ve sınıfsal karakteri: Neye karşıyız? Neden karşıyız?

Açılımın gerçek yüzü ve sınıfsal karakteri: Neye karşıyız? Neden karşıyız?

Devlet Bahçeli’nin meclis konuşmasıyla başlattığı, Öcalan’ın fesih ve silah bırakma çağrısıyla devam ettirdiği süreç PKK Olağanüstü 12. Kongresi’nin partiyi feshetme ve silahlı mücadeleyi sonlandırma kararı ile yeni bir safhaya geçmiş bulunuyor. Bu süreç devlet kanadında “terörsüz Türkiye”, PKK ve Öcalan tarafından ise “barış ve demokratik toplum” ifadeleriyle tanımlanıyor. Her iki tanımlama da bu sürecin gerçek yüzünü yansıtmıyor. Tam tersine sürecin gerçek niteliğini örtme ve gizleme işlevi görüyor. En başından itibaren bu sürecin ne terörle ne de barışla ilgisi olduğunu belirttik. Bu sürecin temelinde Türkiye sömürgeci burjuvazisinin çıkarlarına dayanan, emperyalizmin himayesinde yeni savaşlara açılan yayılmacı politikalar/hayaller bulunmaktadır. PKK’nin örgütsel yapısının feshi ve silahlı mücadeleyi sonlandırma kararının arkasında da Kürt hareketinin tüm bileşenleriyle bu çıkarlarla ve politikalarla uyumlu hale getirilmesi yönelişi vardır. Tüm süreci belirleyen ve gelecekte de belirleyecek olan bu çıkarlar ve politikalardır. 

Bu sebeplerle içinde bulunduğumuz sürecin Kürt sorununun çözümünü hedeflediğini ima eden şekilde bir “çözüm süreci” ya da “Kürt açılımı” olarak adlandırılması doğru değildir. Geçmişi 1990’lı yıllara uzanan girişimleri, son tahlilde birer “petrol açılımı” olarak yorumlamak ve nitelendirmek gerçeğe çok daha uygundur. Böyle bir nitelendirmenin neden çok daha uygun olduğunu yazı boyunca açıklamaya çalışacağız. Dolayısıyla biz içinde bulunduğumuz siyasi gelişmeler silsilesini “süreç” ya da “açılım” olarak andığımızda bu kavramların içeriğini “çözüm” değil “petrol” arayışı ile dolduruyoruz. Bu sürece karşı çıkmak Kürt sorununda silahlı askerî çözümleri savunmak, barışa karşı olmak vb. ile ilgili değil, sömürgeci burjuvazinin çıkarları ve yayılmacı politikaları karşısında tutum almakla ilgilidir. Bu politikalar her milletten, memleketten işçilerin, emekçilerin, yoksulların çıkarlarının karşısındadır. Bu sürecin barış ve demokrasi ile ilgisi bu kavramlarla gerici, yayılmacı, emperyalist amaç ve hedeflerin maskelenmesinden ibarettir. Dolayısıyla sürecin gerçek niteliğini ve amaçlarını teşhir etmek, bu gerçekler temelinde siyasi olarak karşı çıkmak, ezilen Kürt halkının ve Türk işçi ve emekçilerinin çıkarlarını savunmanın tek yoludur.

Bir yandan devlet tarafı “terörsüz Türkiye” sürecini bir devlet politikası olarak sunarak, iktidar ve muhalefet cepheleri ile birlikte tüm düzen siyasetini bir safta toplarken diğer tarafta Kürt hareketi, sol hareketler başta olmak üzere müttefiklerine süreci destekleme ve kendi talepleri doğrultusunda ilerletme misyonu biçmektedir. İlk başta öyle bir hava yaratılmıştır ki önceki açılım süreçlerinden farklı olarak sanki her şey ayarlanmış, rayına oturtulmuş, tarafların kendi içinden bir direnç görülmez ya da dışarıdan bir müdahale olmaz ise sürecin tamamlanması adeta garanti altına alınmıştır. Oysa kısa sürede durumun pek de böyle olmadığı ortaya çıkmaktadır. Devlet tarafı resmî açıklamalarında kayıtsız-şartsız bir tasfiye talep etmektedir. PKK tarafı ise 12. Kongresini toplayarak fesih ve silahlı mücadeleyi sonlandırma kararı almasına rağmen, karar metninde bu süreci Öcalan’ın yürütmesi gibi kayıtlar koymuş, pratik olarak aldığı tek kararı “PKK adı altında yürütülen çalışmaları sonlandırdık” ifadesiyle elini serbest bırakacak şekilde formüle etmiştir. 

Devlet Bahçeli’nin, Erdoğan ve AKP kanadı ile yarı-askerî rejimin ordu içindeki tüm fraksiyonlarını aynı ölçüde sürece ikna ve angaje edemediği görülmektedir. Millî Savunma Bakanlığı “PKK’nın eylem kapasitesini sıfırlamak için operasyonların aralıksız sürdüğünü” açıklarken PKK tarafından da silahlı çatışmaların sürdüğüne dair değerlendirmeler yapılmaktadır. Devlet tarafı silah bırakma yönünde pratik adımların atılmasını beklerken, PKK tarafından yapılan açıklamalarda ise bunun ancak fiilen Öcalan’ın yönetiminde yapılabileceği söyleniyor. AKP’nin meclise getirdiği yargı paketi son derece sınırlı şekilde geldi, Dem Parti “dağ fare bile doğurmadı” diyerek büyük bir tepki gösterdi. Çok sayıda siyasi tutuklu ve hükümlünün de serbest kalmasını sağlayacak yasal düzenlemeler, kayyımların kaldırılması, Öcalan’ın ev hapsine çıkarılması (muhtemelen İmralı adasında) gibi beklenen yasal adımlar ya hiç atılmazken ya da kaplumbağa hızı ile ilerlerken, istibdad rejimi baskıcı ve keyfî yönetim pratiklerine hız kesmeden devam ediyor. İstibdad cephesi apaçık bir rehine pazarlığı siyaseti yürütüyor.  

Bese Hozat, Duran Kalkan, Murat Karayılan ve başka bir dizi üst düzey PKK yöneticisinin, fesih ve silah bırakma sürecinin ilerlemesi için Öcalan’ın özgürlüğü başta olmak üzere devletin adım atması gerektiğine yönelik açıklamaları basında yer aldı. Bu açıklamalarda sadece talepler ifade edilmiyor aynı zamanda PKK’nin son dönemde teknolojik kapasitesinin ve savaş kabiliyetinin artmış olduğu vurgulanıyor, özellikle “savaşçıların elinden silahları ancak Önder Apo alabilir” diyen Bese Hozat’ın açıklamasında ise açıkça PKK’nin savaşa devam etmesi halinde ABD ve İsrail’den destek alabileceğini ima eden ifadelere yer veriliyordu. İsrail-İran savaşının yükselmesiyle birlikte, silah bırakma sürecini sürüncemede bırakma ve savaşın gidişatına göre “seçenekleri değerlendirme” eğilimi giderek daha fazla dillendiriliyor.

Sosyalist harekete baktığımızda yıllardır Kürt hareketine iltihak etmiş olan solun Dem Parti üzerinden sürece pasif şekilde eklemlendiğini görüyoruz. Aşamacı bir anlayışla Kürt sorununun çözümünü ve buna bağlı olarak demokratikleşmeyi her türlü sınıf mücadelesinin önüne koyan sol yaklaşımlar, sürecin, Kürt sorununun çözümünü ve barışı hedeflediğine dair yanılsamayı içselleştirmiş bir şekilde kayıtsız şartsız destek konumu alıyor. İlginç olan ise sosyal-şovenist eğilim içinde olan solun da süreci desteklemekte bu kesimlerle buluşmasıdır. Kürt hareketine iltihak eden sol, sürecin Kürt sorununu çözeceğine dair bir yanılsama ile bu sonuca ulaşırken, sosyal şovenistler Kürt hareketinin tasfiye olacağını umuyorlar. Solun işçi-emekçi kitlelerle buluşmasına en büyük engel olduğunu zannettikleri sorunun da böylece ortadan kalkacağını düşünerek aynı sonuca varıyorlar. 

İki yöneliş de yanlıştır. Her şeyden önce Türk sosyalistleri ezilen Kürt halkına karşı enternasyonalist sorumluluk taşımaktadır. Her türlü gizli-açık pazarlık sürecinden bağımsız olarak Lenin’in ortaya koyduğu şekliyle ulusların ve dillerin tam eşitliği çerçevesinde Kürtlerin haklarının savunulması gerekmektedir. Kürt hareketi şu ya da bu sebeple, şu ya da bu pazarlığın sonucu olarak Kürt halkının haklı ve meşru taleplerinden vazgeçse dahi, ezilen Kürt işçi, emekçi ve yoksul köylülerinin taleplerini sahiplenmek ve koşulsuz olarak savunmak Türk sosyalistlerinin görevidir. Diğer taraftan sosyalistlerin, her milletten memleketten işçi ve emekçilerin çıkarları temelinde ortaya koyacağı koşullar olabilir ve olmalıdır. Batı Asya’nın (Ortadoğu’nun) merkezinde ABD ve İsrail saldırganlığının olduğu bir sıcak savaşın yaşandığı koşullarda, barış ya da silah bırakma gibi kavramların Türkiye’nin NATO üyeliği ve İncirlik ve Kürecik gibi emperyalist/Siyonist savaşta rol alan üslere ev sahipliği yapması gibi somut gerçekliklerden ayrı ele alınması ya saflıktır ya da bilinçli bir oportünist tavırdır.

İşçi sınıfının ve ezilenlerin çıkarlarından başka çıkarı olmayan sosyalistlerden kayıtsız şartsız destek istenemez ve beklenemez. Sosyalistlere sürecin sekteye uğratılmasına ya da başarısız olmasına dair bir sorumluluk yüklenemez. Zaten pamuk ipliğine bağlı süreç sekteye uğrayacaksa, bozulacaksa, bitecekse bu, sömürgeci burjuvazinin, emperyalizmin ve işbirlikçi sınıfların/katmanların çıkar çatışmaları/rekabetleri temelinde olacaktır. İçinde bulunduğumuz coğrafyanın emperyalist üs ve askerlerden, Siyonist İsrail gibi soykırımcı bir katliam makinesinden arındırılmasını içermeyen, bu amaca hizmet etmeyen gerçekçi bir barış projesi olamaz. Elbette ki Türk sosyalistlerinin ana görevi Kürt halkının haklarını savunurken, aynı zamanda Türkiye’nin NATO’dan çıkması, emperyalist üslerin kapatılması için uzlaşmaz bir mücadeleye öncelik vermektir. Elbette ki tutarlı bir enternasyonalizmin gereği Kürt hareketinin aldığı tutumları da bu doğrultuda eleştirmek “barış”, “demokratik toplum” vb. adı altında Kürt halkı üzerindeki emperyalist ve Siyonist planların parçası olma yönelişini ise net bir şekilde mahkûm etmek olacaktır. 

Her şeyden önce gizli diplomasi reddedilmelidir!

Sürecin yürütülüş tarzı tamamen gizli diplomasiye dayanmaktadır. Sürecin devlet tarafı “terörsüz Türkiye” retoriğini kullanarak hiçbir pazarlık olmadan, PKK tarafının kendini koşulsuz olarak feshedip silah bırakmasından bahsetmektedir. Öcalan’ın açıklamaları, İmralı’ya gidip gelen Dem Parti heyetleri de bu söylemle uyumlu ifadeler kullanmaktadır. Nihayet PKK kongre kararı da herhangi bir pazarlık ya da müzakere sürecine atıf yapmamaktadır. Diğer yandan resmî ve gayriresmî heyetlerin taraflar arasında sürekli mekik dokuduğu görülmektedir. Üstelik bu trafiğin Bahçeli’nin sonbaharda başlattığı açılımdan çok önce başlamış olduğu herkesin bildiği bir sır haline gelmiştir. Buna rağmen “pazarlık yok” temasının devamlı işlenmesinin tek bir anlamı vardır. O da pazarlıkların içeriğinin Türk ve Kürt emekçilerinden gizlenmesidir. Gizli diplomasinin sonuçlarını bir anda sanki pazarlıklardan bağımsızmış gibi çıkıp yapılan açıklamalardan izliyoruz. Örneğin her ne kadar Kürt hareketinin beklentilerini karşılamamış olsa da, meclise sunulan 10. yargı paketi kapsamındaki yeni infaz düzenlemesi besbelli ki bir tür rehine pazarlığı olarak masadadır. Aynı şekilde kayyımlar üzerinde bir pazarlığın sürdüğü de apaçık gözükmektedir. “Gizli diplomasi” ile öyle bir mistik hava oluşturulmuştur ki insanlar devlet tarafından bu konuda herhangi bir vaatte bulunulmasa dahi demokratik açılımlar ve yasal düzenlemeler konusunda bir beklenti içine girmektedir. Oysa bu beklenti hayalidir ve emekçi halkın saflarında atalet yaratmaktan başka bir işe yaramamaktadır.

Bu sürece dair tutum belirleyen bir özne, eğer Türk, Kürt emekçi ve yoksullarının çıkarlarını gözetiyorsa her şeyden önce gizli diplomasiyi reddetmelidir. Sadece devlet tarafı değil Kürt hareketinin çeşitli bileşenleri de koşulların çok nazik olduğu, daha önceki girişimlerin çeşitli müdahalelerle akamete uğradığı, dolayısıyla sürecin sağlıklı yürütülmesi ve manipülasyonların engellenmesi için gizli diplomasinin bir zorunluluk olduğunu savunuyor. Solcu/sosyalist siyasetlerin de bu gizli diplomasiyi doğal ve gerekli olarak gördüğünü, eleştirmekten imtina ettiğini görüyoruz. Oysa gizli diplomasinin reddi sosyalist hareketin tarihsel bir ilkesidir. Gizli diplomasi herhangi bir siyasal sürecin bozulmasını ya da manipüle edilmesini engellemenin bir aracı değildir. Tam tersine geniş kitlelerin çıkarlarının aleyhine olacak, gayrimeşru ve kötücül nitelikteki (dolayısıyla da kitlelerin bilgisi dışında tutulması gereken) müdahalelerin ve manipülasyonların biricik zeminidir. 

Açılımın amacı ne Kürt sorununun çözümü ne de demokratikleşmedir

Kürt sorununun çözümünü Türkiye’nin demokratikleşmesine bağlayan görüşler yaygındır. Eğer Kürtler, eşit ve özgür bir halk olarak gönüllü birliğe yönelecekse tabii ki bunun somut karşılıkları olmalıdır. Oysa sürecin amaç ve hedefi Kürt sorununun çözümü değildir. Öcalan, yaptığı ilk açıklamasında Kürt sorununun büyük oranda çözülmüş olduğunu vazederek sürece bir giriş yapmıştır. Açıklamada bu doğrultuda yapılan referans “ülkede kimlik inkârının çözülüşü ve ifade özgürlüğünde sağlanan gelişmeler” gibi muğlak kavramlardan ibarettir. Üstelik bu açıklamanın yapıldığı Şubat ayı sonunda hapishaneler, ifade özgürlüğünü kullandığı için oraya atılmış insanlarla doludur. Ayrıca 19 Mart’tan itibaren istibdad rejimi baskıcı ve keyfî yönetim anlamında frene değil gaza basmış, hapishaneler dolmuş taşmıştır. Tam da bu süreçte Erdoğan’la görüşen Dem Parti heyeti çıkışta görüşmeyi şöyle değerlendirebilmiştir: “Son derece olumlu, yapıcı, verimli ve geleceğe dair umut verici bir atmosferde gerçekleşti… Bugün gelinen nokta itibarıyla, dünden daha umutlu olduğumuzu bütün ülkemizin bilgisine sunmakta onur duyuyoruz.” Ne konuşulduğunu, heyete umut veren hangi sözlerin verildiğini kimse bilmiyor. Elbette ki istibdad rejiminin uyguladığı baskılarla bu mutlu ve umutlu sözler arasında bir çelişki var. “Gizli diplomasi” bu çelişkinin süreç ilerledikçe zaman içinde demokrasi ve özgürlükler lehine çözüleceğine dair bir izlenim/yanılsama yaratmaya yarıyor. 

Geçmişte açılım sürecinin 2015’te nasıl dumura uğrayıp tam tersine döndüğünü hatırlamak son derece önemli. AKP kanadının sürecin bozulmasında suçu Demirtaş’ın “seni başkan yaptırmayacağız” çıkışına attığı biliniyor. Geçen zaman zarfında Kürt hareketi de zımnen aynı tezi kabul etmiş ve bu çıkışın doğru bir taktik olup olmadığı konusunda tartışmaların olduğu kamuoyuna yansımıştır. Meselenin özünde şu soru yatmaktadır: Açılımda Kürt hareketi mevcut iktidarı mı yoksa müstakbel iktidarı mı muhatap alarak ilerleyecektir? O dönem, Öcalan’ın Erdoğan’ın başkanlığını destekleyebileceklerini belirtmiş olduğu tutanaklarla sabittir. Demirtaş’ın “seni başkan yaptırmayacağız” çıkışının anlamı şudur: Açılımı, AKP’ye muhalif olan ve iktidara gelmesi muhtemel diğer güçlerle yürütmeyi tercih etmek. Bu yöneliş hem Kürt hareketinin tabanında karşılık bulmuştur hem de gerçekçi olduğu 2015 Haziran seçimlerinde AKP’nin meclis çoğunluğunu kaybetmesinden belli olmuştur. Demirtaş’ın çıkışından sonra AKP’nin önce ordu içinde Ergenekon-Balyoz davalarıyla anılan eğilimle yakınlaşması daha sonra bu yakınlaşmanın AKP-MHP ekseninde bir siyasi ittifakın oluşmasıyla perçinlenmesi, 2015’te açılım sürecinin yerini yükselen savaşa bırakması, 1 Kasım’da yenilenen seçimlerde AKP’nin yeniden tek parti olarak hükümet kurması, güç dengelerini tamamen değiştirmiştir. 15 Temmuz darbe girişiminin ardından yükselen yarı-askerî rejimle birlikteyse “seni başkan yaptırmayacağız” çıkışının temsil ettiği çizgiye nefes aldırmayan ve onu baskıyla ezen bir pratiğe şahit olduk.

2024 yerel seçimlerinin öncesine gelindiğinde Demirtaş da yaptığı çıkışlarla tutumunu değiştirdiğini ve Öcalan’la aynı çizgiye geldiğini ortaya koymuştur. Ancak Demirtaş’ın terk ettiği siyasi pozisyon “kent uzlaşısı” adı altında devam etmiştir. Demirtaş’ın İstanbul’da güçlü bir aday olarak eşi Başak Demirtaş’ın adaylığını gündeme getirmesi apaçık şekilde “kent uzlaşısı” ile uzlaşmaz bir yönelişin, üçüncü yol olarak tanımlanan çizginin bir ifadesi olmuştur. Ne var ki yerel seçimlerde “kent uzlaşısı” politikası hâkim olmuş, bu politika AKP’ye tarihinin en büyük seçim hezimetini yaşatmış, CHP büyükşehir belediyelerini almış ve birinci parti konumuna yükselmiştir. Bu süreçte Dem Parti de Esenyurt Belediyesi’nde en somut ifadesini bulan ancak bununla da kalmayarak İBB başta olmak üzere belediye meclislerinde ve belediye teşkilatlarının çeşitli kademelerinde önemli konumlar elde etmiştir. Açılımı, 2024 öncesinden beri pişirmekte olduğu anlaşılan istibdad cephesinin bakış açısından “kent uzlaşısı” siyaseti “seni başkan yaptırmayacağız” çıkışının ifade ettiği yönelişin güncel versiyonu olarak görülmüştür.

Baskıcı ve keyfî yönetim, açılıma karşı değil, açılımın bir parçası ve gereğidir 

Tabii ki farklar vardır. Artık Erdoğan “başkan”dır. Ve bu yönüyle AKP ve Erdoğan için yumuşama/normalleşme süreci ile bu yeni durum ışığında ittifak seçeneklerini çeşitlendirme yönelişi de gündeme gelmiştir. Ne var ki Bahçeli ve yarı-askerî rejimin bir kanadı, aldığı inisiyatif ile bu yönelişi tıkamıştır. Esenyurt Belediyesi’nden İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne uzanan operasyonlar ve kayyım politikaları ile hem CHP-Dem Parti eksenindeki “kent uzlaşısı” hem de AKP-CHP eksenindeki yumuşama/normalleşme köprüleri sistematik bir bombardımanla tarumar edilmiştir. Tamamen baskıcı ve keyfî yöntemlerle yargının araç, polisin sopa olarak kullanıldığı bu siyasi bombardımanın CHP’nin de Dem Parti’nin de ayrı ayrı “destek” pozisyonunu sürdürmesine mâni olmadığı görülmektedir. Örneğin Demirtaş, yaptığı son açıklamada doğrudan iktidarın kullandığı “iç cepheyi güçlendirme”, “soyadımız Türkiye” gibi terimlerle “tam destek” pozisyonu alırken istibdad uygulamalarında ısrar edilmemesini talep eden bir tutum benimsemiştir. Demirtaş’a göre istibdad uygulamaları “iç cepheyi güçlendirme ve adalet duygusunun gelişmesine” hizmet etmemektedir. Demirtaş’ın açıklaması da aslında demokratikleşmenin, sürecin mutlak bir parçası ve gereği olarak görülmediğini kanıtlar niteliktedir. Demirtaş’ın “tam destek” pozisyonunun siyasi gerekçeleri tamamen Batı Asya’daki gelişmelere ve bu süreçte “iç ve dış ortak politika hattının belirlenmesi” ifadesinde karşılığını bulan bir ittifak arayışına dayanmaktadır. “Çözüm” ya da “barış” için müzakerenin yerine iç ve dış politikada ittifak yönelişinin geçmiş olması o kadar açıktır ki Demirtaş açıklamasının sonunda “belirttiğim noktaların hiçbiri iç politikada nezakete dayalı demokratik muhalefetin denetlenmesinin ve eleştirilmesinin önünde engel değildir” diye bir kayıt koymak zorunda hissetmiştir. 

Yani istibdadın koyulaşması Bahçeli’nin başlattığı açılımla çelişki içinde değildir, aksine bu açılımın bir gereğidir. Bu sürecin devamında da aynen sürdürülecektir. Mesele bu şekilde anlaşıldığında örneğin 10. yargı paketinde infaz düzenlemeleri ile PKK davalarından hapishanelerde bulunan çok sayıda mahpusun salıverilmesi tartışılırken, AKP’nin aynı pakete ifade özgürlüğünün en temel parçası olan toplantı ve gösteri yürüyüşlerinin tutuklama gerekçesi yapılmasını kolaylaştıran maddeleri sokuşturmaya çalışmasının bir çelişki değil tutarlılık olduğu görülecektir. Yine aynı doğrultuda açılımın ilerlemesi, sözgelimi İmamoğlu’nun tutuksuz yargılanmasının önünü açmayıp tam tersine onu daha uzun süre hapiste tutacak bir etki yaratabilir. Benzer şekilde, Kürt hareketi içinde sürece dair kuşku ve eleştirilerini ifade edenler, bu doğrultuda alternatif arayışlarına girenlerin de “ifade özgürlüğü” ortamı yerine istibdadın baskı aygıtlarıyla karşılaşması kuvvetle muhtemeldir. 

Daha önce MHP’nin kendisi için beka sorunu olarak gördüğü AKP-CHP arasındaki yumuşama/normalleşme arayışının bir benzerini 2019 yerel seçimlerinde İstanbul’u İmamoğlu’na kaybettikten sonra Erdoğan’ın “kızgın demiri soğutalım” ve “Türkiye ittifakı” söylemlerinde de görmüştük. O dönemde bu arayışın sonlandırılmasının sembolik ânı Ankara Çubuk’ta bir asker cenazesinde Kılıçdaroğlu’na yumruk atılması ve linç girişiminde bulunulmasıydı. O günden sonra uzun süre Erdoğan Türkiye ittifakı söylemini kullanmadı. Faşist partinin körüklediği şovenizmle kızgın demir daha da kızdırıldı. Şimdiki dönemin sembolik anı ise Özgür Özel’e Sırrı Süreyya Önder’in cenazesinde atılan tokat oldu. Atılan tokat bir kez daha “kent uzlaşısı” ile temsil olunan ve son yerel seçimde muhalefeti daha somut bir iktidar alternatifi haline getiren CHP-Dem Parti eksenineydi. İstibdad cephesi tüm siyasi sözcüleri ve tüm medya kanallarıyla Sırrı Süreyya Önder’e övgü kampanyasına girişmişken ve merhumun tabutu Türk bayrağına sarılı şekilde adeta bir devlet töreniyle kaldırılırken, Özgür Özel’e bu tabloda yerinin olmadığı çarpıcı şekilde gösterilmiştir. Bir hafta sonra Erdoğan, “CHP’nin normalleşmesi şart” diyerek ve ülkenin gündemine dönmesini tavsiye ederek mesajı tamamlamıştır. CHP, kent uzlaşısı çizgisinden tamamen kopmadan ve İmamoğlu davasını bırakarak kendine çizilen çerçeve içinde iktidar olma iddiasından vazgeçmeden rahat yüzü görmeyecektir. 

2023-2024’te sırasıyla genel ve yerel seçimlerin ardından siyasetteki merkezî konumu oldukça sarsılan, polis ve yargıdaki kadroları zayıflamaya başlayan MHP, Öcalan açılımı ile yeniden inisiyatif kazanmış görünmektedir. Bu inisiyatif dahilinde Bahçeli bir faşist parti liderinden, açılımı destekleyen herkesin teşekkür ve minnet sırasına girdiği bir demokrasi kahramanına dönüştürülmeye çalışılmaktadır. Oysa bu kişi tokatlı saldırıdan sonra (ki bu saldırı pekâlâ ölümcül bir suikast biçiminde de tezahür edebilirdi) Özgür Özel’in adını dahi anmadan kendisinden “fiziki saldırıya uğrayan bir siyasi kurumun yöneticisi” diye bahsederek sözde geçmiş olsun derken dahi düşmanca bir tutum takınmıştır. Bu tutum Bahçeli’nin siyasal pozisyonunu yansıtmaktadır. CHP ve Özgür Özel, Devlet Bahçeli’nin başlattığı sürece karşı olduğu için bu düşmanlığın muhatabı olmamıştır. Özgür Özel tam tersine en başından bu sürece destek sunmuştur ve bu tutumunu hiç değiştirmemiştir. Ekrem İmamoğlu’nun tutumu da CHP’nin kurumsal pozisyonu da aynı doğrultuda olmuştur. CHP ve liderleri sürece karşı oldukları için değil, sürecin yürütülmesinde, istibdad cephesinin yerine Kürt hareketinin alternatif partnerleri olma potansiyeli gösterdiği için hedeftedir. Dolayısıyla CHP, Erdoğan’ın onlara hitaben “normalleşmeleri şart” dediği çizgiye çekilmediği sürece istibdadın baskıcı ve keyfî yönetim uygulamaları, yargının, polisin ve askerin bu doğrultuda bir sopa olarak kullanılması devam edecektir. Bir kez daha görüyoruz ki istibdadın baskısı sürece aykırı değildir, sürecin bir parçasıdır. 

Yeni Anayasa tuzağı 

Demokratikleşme hayallerini, “Yeni Anayasa” tartışmaları ile canlı tutma tuzağı da bir kez daha karşımızda durmaktadır. Haliyle “Yeni Anayasa” gündemi istibdad cephesinin mevcut Anayasa’yı hiçe sayan baskıcı ve keyfî uygulamaları dolayısıyla ciddi bir itibar sorunu yaşamakta. Bu sorunu aşmak için MHP, mecliste bulunan 16 siyasi partinin tamamının temsilci vereceği 100 kişilik bir komisyon önerisi ile öne çıktı. İnisiyatifi tamamen elinde tutmak isteyen Erdoğan ve AKP cenahından bu önerinin kuşkuyla karşılanması gayet doğaldı ve öyle de oldu. Öte yandan 100 kişilik komisyonun “Yeni Anayasa” tartışmasına meşruiyet sağlamaya yönelik bir müsamereden öte anlam taşımayacağı, nihayetinde meclis aritmetiğinin ve çok daha önemlisi yarı-askerî rejim içindeki silahlı güç dengelerinin belirleyici olacağı açık. Aksini düşünmek safdillik olurdu. Ne var ki burjuva demokrasisine dair kökleşmiş yanılsamalar ve “tek adam rejimi” illüzyonu dolayısıyla sosyalistlerden gelen olumlu tepkiler, MHP’nin müsameresinin alıcısının olacağını düşündürüyor. Belli ki “Yeni Anayasa” sürecine dair solda da tartışma platformları açıldığına tanık olacağız ve alternatif Anayasa önerileri duymaya başlayacağız. Oysa doğru politika Yeni Anayasa tartışmasına soldan dahil olmak değil bu gündemin arkasındaki sınıfsal çıkarların teşhir edilmesi ve Yeni Anayasa gündeminin dayatılmasının reddedilmesidir.

Yeni Anayasa gündeminin Erdoğan’ı üçüncü dönemde yeniden başkan seçtirmeye odaklandığı, diğer her şeyin buna tabi olduğu düşüncesi tamamen yanlıştır. Tam tersi doğrudur. Yeni Anayasa gündemi sömürgeci burjuvazinin yayılmacı çıkarları ve bu doğrultuda yürütülen açılım sürecinin gerekleri tarafından belirlenmektedir. Devrimci İşçi Partisi 2023 yılındaki 7. Kongresi’nde bunu önceden ve çok açık biçimde tespit etmiş bulunuyor: “Anayasa tartışmasındaki esas stratejik yön tekelci sermayenin yayılmacı çıkarlarındadır. Bu çıkarlar resmî ideolojinin ‘yurtta sulh cihanda sulh’ sloganında ifadesini bulan ulusal sınırlar içinde kalarak emperyalist dünya sistemine entegrasyon politikasının aşılmasını gerektirmektedir. Bu dış politika eğilimi 12 Eylül sonrasında giderek şekillenmiş kendini 2. Cumhuriyet tartışmalarında ortaya koymuştur. AKP’li yıllarda ise bu tartışma ‘sivil anayasa’ kod adıyla piyasaya sürülmüştür. Bu yöneliş Türkiye’nin milli sınırlarının sadece fiilen değil resmen de genişletilmesine uygun şekilde formüle edilmesine ihtiyaç duymaktadır.” (DİP 7. Kongre kararı: Burjuva cumhuriyeti çöküyor! İşçi sınıfının cumhuriyeti için ileri!)

Erdoğan’ın üçüncü dönem yeniden aday olabilmesinin bir Anayasa değişikliğini gerektirdiği biliniyor. Anayasa değişikliği olmazsa da 360 milletvekilinin oyu ile erken seçim kararı alınması gerekli. 360 milletvekilini muhalefet partilerinin toplaması mümkün değil. Diğer yandan 320 milletvekiline sahip AKP ve MHP’nin yanına, 56 milletvekili olan Dem Parti’yi alması gerektiği görülüyor. Dem Parti’siz senaryoda, Yeni Yol grubu 26 (Gelecek, Deva, Saadet ortak grubu), Yeniden Refah 4, Hüda-Par 4, DSP 1 ile 355 milletvekilinde kalıyor. Erdoğan’ın gerçek bir erken seçim senaryosundan yana olmadığı açıkça görülüyor. Normal seçim zamanına yakın bir tarihte sırf Erdoğan’ı tekrar aday yapmak için bir hülle erken seçim formülünün ise gerekli sayıda milletvekili sayısını sağlaması ve bu sayıyı sağlayacak partileri motive etmesi zor. Dolayısıyla bu seçenek de çok riskli. Tüm bunlara Bahçeli’nin birkaç defa seçimlerin zamanında yapılmasının Cumhur İttifakı’nın mutabakatı olduğunu söylediğini ve AKP kanadından buna itiraz gelmediğini de eklersek, ana senaryonun seçimlerden önce yapılacak bir Anayasa değişikliği üzerine kurulmuş olabileceği görülmekte. 

Mevcut meclis aritmetiğinde açılım sürecine paralel bir Anayasa değişikliği için Cumhur İttifakı ve Dem Parti’nin referandum için gerekli 360 sayısını rahatlıkla sağladığı, eğer Yeni Yol grubu da bu sayıya eklenirse referanduma gerek olmadan 400’den fazla oyla bu işin halledilebileceği görülüyor. Daha önce yeni Anayasa için 400 milletvekilini bulsak bile referanduma gideriz düşüncesi sıklıkla dile getirilmişse de bu seçeneğin riskli olması karşısında MHP’nin mecliste milletvekili olan 16 partiden 100 temsilcinin yer aldığı bir komisyon önerisiyle, referanduma alternatif bir meşruiyet zemini hazırlığında olduğu da görülmekte. MHP, süreç boyunca aldığı inisiyatifi elinde tutmaya kararlı olsa da Erdoğan ve AKP’nin razı olmadığı hiçbir senaryonun gerçeklik kazanamayacağı da açıktır. Öte yandan Erdoğan açısından iktidarını sürdürmek için “AKP-CHP büyük koalisyonu” seçeneği hariç MHP’nin sunduğu seçeneklerin dışına çıkma ihtimali zor görünüyor. “AKP-CHP büyük koalisyonu” Türkiye’de büyük burjuvazinin rüyasıdır ve Erdoğan’a bir çıkış yolu sunabilir ama bu kapıyı açmak için meclis aritmetiğine değil yarı-askerî rejimin silahlı güç dengelerine bakması gerektiğini en iyi bilen de Erdoğan’dır. Dolayısıyla Yeni Anayasa gündemi Erdoğan’ın yeniden iktidar olmasına tabi değil, Erdoğan’ın iktidarı Yeni Anayasa gündemine tabidir. Böylece Erdoğan’ın Bahçeli’nin başlattığı sürece yönelik tüm kuşkularına rağmen, yarı-askerî rejim içinde bu sürecin aleyhinde olan odaklar kendisini ters istikamette zorlamasına rağmen, süreç belirli bir uyum ile sürdürülmektedir. Bir aşamada Yeni Anayasa’nın somut bir metin olarak meclisin önüne gelmesi ise tartışmaların seyrine değil açılımın, PKK’nin somut olarak silah bırakması başta olmak üzere pratik ilerleme kaydetmesine bağlı olacaktır.

Yıllardır şu ya da bu ölçüde gündemde tutulan Yeni Anayasa ile ilgili tek somut taslak metin teklifi (kamuoyuna açıklanmamış olmakla birlikte) MHP tarafından hazırlanmış bulunmaktadır. Son dönemde ise Yeni Anayasa ilk dört madde üzerinden bir ön tartışmayla ısındırılmıştır. Binali Yıldırım’ın ilk dört maddeyi tartışmaya açan çıkışının yarattığı ilk çalkantının ardından ilk dört maddenin aynen kalması ve değiştirilemez oluşuna dair bir genel mutabakat oluşmuştur. Ancak bu tartışma da yanılsamalarla doludur. Zira Anayasa’da neyin nasıl yazıldığı değil, hangi maddeyi kimin hangi amaçla kullandığı önemlidir. Bu sadece iktidar açısından değil halk için de geçerli. Örneğin Anayasa’daki sendika hakkı ya da toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkı işçiler, emekçiler, gençler tarafından hak arama mücadelesinin meşruiyet kaynaklarından biri olarak da kullanılabilmektedir. İktidar ise aynı maddelerin “ama” ile başlayan bölümünden başlayarak bu hakları kısıtlamaya yönelmektedir. Bahçeli’nin başlattığı açılım süreci bir Anayasa tartışmasına bağlanıyorsa mevcut Anayasa’nın bu sürecin hedef ve amaçları açısından eksik kaldığı yönleri olması gerekir. Bu eksiklik elbette ki demokrasi değildir! 

Umut hakkı pazarlığı ve yarı-askerî rejim Anayasası

Bahçeli, Öcalan açılımını başlattıktan sonra Kürt hareketinde ve solda “MHP bile” ya da “Bahçeli bile” diye başlayan MHP/Bahçeli’nin girişimini bir şekilde demokratikleşme parantezi içinde bir kerteriz noktası olarak sunan cümlelere sıklıkla tanık oluyoruz. MHP/Bahçeli’nin muazzam dönüşünü onun akil devlet adamlığına bağlayan aşırı yorumların yanında koşulların ve Kürt halkının mücadelesinin bu dönüşü dayattığına dair daha ihtiyatlı yaklaşımlar da mevcut. Her ikisi de gerçeklikle örtüşmüyor. Bahçeli, Öcalan’a idam ipi fırlatırken onu bir siyasi lider olarak taltif etmeye başladı ya da HDP’nin kapatılması için ültimatomlar yağdırırken bir anda Dem Parti’yi neredeyse Cumhur İttifakı’na davet edecek noktaya geldi. Bahçeli’nin bu dönüşleri yaparken bu gündemlerle yakından alakalı olan Anayasa Mahkemesi ile ilgili pozisyonunda neden milim kıpırdamadığını izah etmek gerekiyor. 

HDP’nin kapatılması davasında ipe un sermesi, Selahattin Demirtaş, Osman Kavala ve Can Atalay’la ilgili verdiği hak ihlali kararları gibi sebeplerle MHP’nin Anayasa Mahkemesi’ni açıkça hedefe koymuş olduğu biliniyor. Yeni Anayasa tartışmaları bağlamında da MHP, Anayasa Mahkemesi’nin durumunu “ya kapatılmalı ya yeniden yapılandırılmalı” çerçevesinde gündeme taşıyor. “Kapatılsın” diyerek üst perdeden başlatılan tartışmanın esas odaklandığı nokta ise bireysel başvuru hakkını kaldıraarak Anayasa Mahkemesi’nin Yüce Divan işlevi ile sınırlandırılması. Eğer mevcut açılım sürecinin bir demokratikleşme bağlamı olsaydı, temel hak ve hürriyetlerin çiğnendiği sayısız örnekte Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvurunun açtığı hak arama yolunu tıkamaya çalışmak mutlak bir çelişki olurdu. Ama burada da bir çelişki yok. Açılım sürecinin siyasi muhtevası ile MHP’nin Anayasa Mahkemesi’ne yönelik menfi tutumu bir bütünlük arz ediyor. Bu bütünlük MHP ve Bahçeli’nin yarı-askerî rejimdeki kilit rolüne bakıldığında görülebilir. AKP’nin 28 Şubat sürecinin devamında, ordunun icazetiyle tek parti olarak iktidara yükseldiği yıllarda Anayasa Mahkemesi sivil siyaset üzerinde “askerî vesayet”in sembolü olmuştur. AKP’nin ordunun bazı kırmızı çizgilerine temas eden siyasi adımlarını engellemekte Anayasa Mahkemesi, kanunların, Cumhurbaşkanlığı kararlarının ve Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğünün Anayasa’ya şekil ve esas bakımlarından uygunluğunu denetleme yetkisiyle belirleyici bir işlev görüyordu. “Bireysel başvuru” ise pratikte tersi bir etki yarattı. Bu sefer yarı-askerî rejimin yargıya baskı ve talimatla aldırdığı siyasi kararlar, bireysel başvuru bağlamında fiilen AİHM’in (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi) Türkiye şubesi konumunda olan, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) ve AİHM içtihatları doğrultusunda karar veren Anayasa Mahkemesi eliyle bozuluyordu. 

Bahçeli’nin son açılım sürecini başlatırken yaptığı konuşmada Öcalan’ın meclise gelip Dem Parti grubunda konuşma yapmasını teklif eden sansasyonel çıkışı malumdur. Bu çıkış bir anda Bahçeli’yi sürecin ana aktörü, Öcalan’ı baş müzakereci kabul eden Kürt hareketinin de esas muhatabı haline getirmiştir. Bahçeli’nin bu çıkışı yaparken sözünü ettiği “umut hakkı” da burada kritik bir öneme sahip. Bahçeli “Öcalan’a umut hakkının anahtarı bende” demiştir. Bahçeli’nin “anahtar bende” iddiasının temel dayanağı kendisinin ve partisi MHP’nin yarı-askerî rejimin olası bir açılıma reaksiyon geliştirmesi beklenen kanadıyla ile yakın ilişkisidir. Bu ilişki dolayısıyla “eğer açılım olacaksa Bahçeli ile olur” düşüncesi öne çıkmıştır. Bu düşünce yıllar önce Sırrı Süreyya Önder tarafından da açıkça bu şekilde ifade edilmiştir. Oysa anahtar sadece Bahçeli’de değildir. 2024 yılının 15 Şubat’ında Abdullah Öcalan’ın hapiste 25 yılını doldurmasının ardından AİHS ve AİHM içtihatları doğrultusunda Öcalan’a umut hakkı zaten doğmuştur. Bu hakkın teslim edilmesi için Öcalan’ın avukatları Anayasa Mahkemesi’ne başvuru yapmıştır. Anayasa Mahkemesi’nin bu bireysel başvuru karşısında alacağı karar az çok bellidir ve normal koşullarda Öcalan’a umut hakkı verilmesi yönünde olmak durumundadır. Nitekim 2024 Şubat’ında Türk Ceza Kanunu’nun (TCK) yazımında rol üstlenmiş olan, muhalif çıkışlarına rağmen Erdoğan’la yakınlığı bilinen ceza hukukçusu Prof. İzzet Özgenç bu doğrultuda uyarılarda bulunmuş ve zamanında gerekli yasal düzenlemeler yapılmadığı için Öcalan’ın umut hakkının fiilen bir pazarlık unsuru haline geldiğini vurgulamıştır.

Şimdi mesele pazarlık gücü ile alakalıdır. Bir an için Anayasa Mahkemesi’nin Öcalan’a umut hakkını verdiğini düşünelim. O zaman Kürt hareketi için Bahçeli’nin aracılığı ve nüfuzu dışında ve ona alternatif bir kanal açılmış olacağı açıktır. Bu, Bahçeli’nin pazarlık gücünü azaltır, kilit rolünü zayıflatır, yarı-askerî rejim dahilinde zar zor elinde tuttuğu inisiyatifi kaybetmesine yol açar. Mesela Kürt hareketinin elinde böyle bir Anayasa Mahkemesi kararı kozu olsaydı pekâlâ “önce kayyımları kaldırın” ya da “umut hakkını uygulayın” deme şansı olurdu. Şimdi böyle bir durum yok. Çünkü MHP/Bahçeli ve yarı-askerî rejimin bir kanadı, nüfuzu altına aldığı Yargıtay eliyle Anayasa Mahkemesi’ni pasifize etmiş durumdadır. Anayasa Mahkemesi’nin Can Atalay’la ilgili hak ihlali kararı yarı-askerî rejim koşullarında “fiilen” uygulatılmamaktadır. Bu şekilde Bahçeli, yarı-askerî rejime dayanarak, Öcalan’ın umut hakkından faydalanmasını içeren sürecin yürütülmesinin tek gerçekçi alternatifi olarak kendini sunmaktadır. Ancak bu pozisyon halen “fiilî” bir niteliktedir. Bahçeli’nin kilit pozisyonunun fiilî olması yani garanti altında olmayışı yarı-askerî rejimin de “fiilî” oluşunun bir tezahürüdür. Bu fiilî durumun resmiyet kazanması için yarı-askerî rejim üzerinde bir tür Avrupa Birliği vesayeti işlevi gören Anayasa Mahkemesi’nin bireysel başvuru işlevinin yeni Anayasa’da kaldırılması gerekir. Yarı-askerî rejimin Beştepe’deki önemli temsilcilerinden Mehmet Uçum bu yönelişi mantıki sonucuna götürmüştür ve uluslararası sözleşmeleri Anayasa ve yasalar üzerinde belirleyici kılan Anayasa’nın 90. maddesinin de kaldırılmasını savunmaktadır.

Bir emperyalist odak olan Avrupa Birliği’nden demokrasi beklemek bizden uzak olsun. Ancak bu spesifik durumda Anayasa Mahkemesi’nin temel hak ve özgürlüklerin keyfî şekilde çiğnenmesine karşı AİHS ve AİHM içtihadına dayanan gücü ortadan kaldırılmak istenmektedir. Bunun emekçi halkın çıkarlarının aleyhine olduğu açıktır. Anayasa Mahkemesi’nin sadece Demirtaş, Kavala, Atalay kararları yoktur, grev yasaklarına karşı almış olduğu kararlar da mevcut durumun işçi sınıfı açısından da bir mevzi işlevi gördüğüne delalettir. Bu mevziyi yaratan Avrupa emperyalist sermayesinin güya demokratik duyarlılığı değildir. Kan ve can pahasına verdiği mücadelelerle Avrupa işçi sınıfıdır. 20. yüzyılda sosyalizm korkusu ile Avrupa emperyalist sermayesine geri adımlar attıran Sovyetler Birliği’dir. Dolayısıyla Anayasa Mahkemesi bağlamında Bahçeli-Uçum ekseninin tamamen gerici bir alternatifi temsil ettiği açıktır. Yine aynı şekilde açılım sürecinin bırakın demokratikleşmeyi yarı-askerî rejimi tahkim etme ve Anayasal güvencelere kavuşturma hedefiyle bütünleştiği de görülmektedir.

Kürt diyerek Kürdün, Allah diyerek Müslümanın kanını dökmek…

Anayasa tartışmalar ayrıca yoğun biçimde vatandaşlık tanımında odaklanmaktadır. Kürt kimliğinin anayasal düzeyde tanınması önemli bir başlık olarak gündemdedir. Eğer dert Kürt halkının kimlik inkarının bırakılması ve eşitlik taleplerinin karşılanması olsaydı Anayasa’da herhangi bir değişiklik yapılmadan, Kürt kelimesi Anayasa’da zikredilmeden de atılacak sayısız adım vardır. Bu tür adımları görmediğimiz gibi Kürtçenin kamusal alanda kullanımına yönelik geçmişte atılan adımların da geri alındığına tanık olmaktayız. Örneğin mecliste Dem Parti milletvekili Gülistan Koçyiğit kürsüden Kürtçe “Cejna zimanê kurdî pîroz be” (Kürt Dil Bayramı kutlu olsun) deyince mikrofonu, MHP’li başkanvekili tarafından kapatıldı. Şimdilik herkes durduğu yerde duruyor. Ancak mesele şu ki sömürgeci burjuvazinin çıkarları Kürt kimliğinin Anayasal olarak tanınmasını gerektiriyor. Bu gereklilik sınır dışındaki Kürtleri himaye ederek yayılma perspektifinden ileri geliyor. “Kart kurt” edebiyatına dayanan inkârcı Türk milliyetçiliği ile Türk sömürgeci burjuvazisinin çıkarları artık çelişmektedir. Öte yandan “Türk” yerine “Türkiyeli” kimliğini ikame etme görüşü de yıllar içinde çok yıpranmış yaygın bir alerji yarattığı için adım adım terk edilmiştir. Özal dönemindeki İkinci Cumhuriyetçi projenin güncel yeni sürümündeki arayış Türk kimliğinin Kürtleri kapsayacak şekilde yeniden tanımlanması yönündedir. 

Bu yeniden tanımlama mevcut vatandaşlık tanımı aynı kalarak da pekâlâ yeni Anayasa’nın dibacesine eklenecek bir ifadeyle yapılabilir. Bir örnek: “Büyük çapta Türk-Kürt kardeşliğiyle inşa ve ihya edilen Türk milleti kimliği yeni yüzyılın demokratik itibarı, haysiyet ve hürriyet timsali olmayı hak etmektedir.” Bu alıntı Devlet Bahçeli’nin 2025 yılı yılbaşı tebrik mesajındandır. Aynı mesaj dikkatle okunduğunda yoğun bir mezhepçi Sünni İslam ortaklığı vurgusu da göze çarpmaktadır. Nitekim daha önce MHP’nin Anayasa teklifinin dibacesinde “Allah’ın lütfu, kardeşlik ruhu ve vatan sevgisiyle varlık bulmuş biz Türk Milleti” ifadesinin önerildiğini de biliyoruz. Sömürgeci burjuvazinin yayılmacı emelleri sınır dışındaki Kürtlere himaye etme doğrultusunda güçlü bir Sünni İslam referansına da ihtiyaç duymaktadır. Nasıl “kart kurt” milliyetçiliği bir engel olarak görülüyorsa aynı şekilde din ve devlet işlerini ayırma düsturuna dayanan “laiklik” de öyle görülüyor. Dini Türk-Kürt ittifakı için bir tutkal olarak görüyorlar. Laiklik bu tutkalın tutmasına mâni oluyor. Ama şunu da belirtmekte fayda var. Sömürgeci burjuvazi belki Kürt kimliğinin inkarından vazgeçiyor. Ama Türkün Kürtten üstünlüğünden vazgeçmiyor. Sünni İslam kardeşliği, düşünsel ve siyasal arka planında halkların kardeşliğinden ve eşitliğinden farklı olarak hilafet hakkını elinde tutan kavmin ümmetin kalanına üstünlüğünü vazediyor. 

Laiklik engelinin de, devletin iç ve dış politikasına dini boylu boyunca sokan yeni bir laiklik tanımıyla aşılması gerekiyor. Dolayısıyla önümüzdeki dönemde laiklik kavramının da kamuoyunda tartıştırılmaya başlandığını göreceğiz. Kemalist burjuva laikliğini savunanlar “Allah” kelimesinin Anayasa’da geçmesine karşı çıkan zındıklar olarak gösterilecek, sömürgeci burjuvazinin yayılmacı çıkarları din perdesinin ardında gizlenecek, emekçi halk kitlelerinden sınıfsal olarak gerici olan Anayasa hamlesine rıza ve destek devşirilecektir. 

Yeni Anayasa, sömürgeci burjuvazinin elinde nasıl bir silaha dönüşür?

Bu saiklerle yeni bir Anayasa yapımına soyunmanın sömürgeci burjuvazinin yayılmacı çıkarlarıyla somut ilişkisi ne olabilir? Başka türlü ifade edersek, bir Anayasa maddesi sömürgeci burjuvaziye nasıl bir siyasi diplomatik silah sunabilir? Bu soruların cevabı, 25 Eylül 2017’de Barzani yönetiminin düzenlediği bağımsızlık referandumunda olabilir. Bu referandumda Kürt halkı yüzde 93 ile bağımsızlığa evet demiş ancak Irak merkezî hükümetinin, Türkiye ve İran’ın desteğiyle yaptığı askerî müdahalesiyle ve ABD’nin de bu müdahaleyi desteklemesiyle “bağımsızlık ilanı” rafa kalkmıştır. Geçen altı yıl içinde koşullar ve saflaşmalar değişmiştir. PKK 12. kongre kararında yer alan “3. Dünya Savaşı kapsamında Ortadoğu’da yaşanan güncel gelişmeler de Kürt-Türk ilişkilerini yeniden düzenlemeyi kaçınılmaz kılmaktadır” ifadesi, bu değişen koşullara ve saflaşmalara işaret etmektedir. Bu değişen koşullar ve saflaşmalar bağlamında, Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin referanduma dayanarak bağımsızlık ilan ettiği bir durumda buna karşı Irak merkezî hükümeti ve İran’ın tutumu muhtemelen yine benzer olacaktır. Anayasa’da Türk kimliğini, Kürt kimliğini içerecek biçimde tanımlamış bir Türkiye ise, sadece bölgedeki Türkmen azınlığın değil bu sefer Türkmen ve Kürt çoğunluğun meşru hamisi olarak tam tersi yönde bir müdahalede bulunabilir. Peki Türkiye ve Irak arasındaki sınırları çizen Lozan ne olacak? Lozan da tam bu yüzden iktidar tarafından (PKK kongresindeki 1924 Anayasası ve Lozan atıflarından yıllar öncesinden başlayarak!) tartışma konusu haline getiriliyor ya! Irak Kürtlerinin bağımsızlık kararına, Kürtlerin Türkiye’ye fiili entegrasyonunu eklemenin (Kürt kimliğini Anayasal olarak tanımış bir Türkiye’ye!) bir aracı ile karşı karşıyayız. Tabii ki İran’a ve İran’ın Irak’taki nüfuzu aleyhinde bu gelişmeyi hayırhah karşılayacağı belli olan ABD ve İngiltere’nin desteği, İsrail’in de onayı ile!

Gelişmeler bu doğrultuda olur ya da olmaz, elbette ki zamanla görülecektir. Koşullar ve saflaşmalar değişmektedir ama hiçbir şey yerli yerine oturmamıştır. Her şey yeniden değişebilir ve muhtemelen de değişecektir. Ancak asla aklımızdan çıkartmamamız gereken şudur ki yaşadığımız tüm sürece sömürgeci burjuvazinin yayılmacı çıkarları damgasını vurmaktadır. Dolayısıyla nasıl “açılım” bir demokratikleşmeyi gerektirmiyorsa Kürt kimliğinin tanınmasına yönelik adımların Türk-Kürt eşitliğine hizmet etmesi de zorunlu değildir. Tam tersine Anayasa’da Kürt kelimesinin geçmesi, sömürgeci burjuvaziyi çıkarları öyle gerektirdiğinde Kürtleri zapturapt altına almak için en kanlı yöntemleri yeniden desteklemekten alıkoymayacaktır.  Anayasa’ya “Allah’ın lütfu” yazması da bu Anayasa ile Batı Asya’da yayılmacı maceralara soyunacak olanların Hristiyan emperyalistlerle ve Yahudi Siyonistlerle el ele Müslüman kanı dökmesine mâni olmayacaktır. Unutmayın! Anayasanın değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez maddesinde Türkiye’nin “demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti” olduğu yazıyor! Biz Türk ve Kürdün, Türkçenin ve Kürtçenin tam eşitliğinden yanayız elbette ama halkların boğazlaşmasına gidecek niyetlerin ve girişimlerin de tam karşısındayız.

Açılımda Alevi kanı

Türk ve Kürt halkının kardeşliği ve eşitliği düşüncesi, tüm halkların eşitliği ve kardeşliği düşüncesine dayanan, en tutarlı ifadesini enternasyonalizmde bulan, yüksek bir ahlaki güce ve meşruiyete sahiptir. Bu doğrultuda verilen mücadeleler de öyledir. Tam da bu sebeple bu haklı dava kötü niyetli girişimleri kamufle etmek için suistimal edilebilmektedir. ABD emperyalizminin en kanlı eylemlerini demokrasi ve insan hakları namına yaptığını söyleyerek savunması gibi. Dolayısıyla çok dikkatli olmalıyız. Başka halklarla savaşmak için emperyalizmin himayesinde kurulması planlanan bir Türk-Kürt ittifakına karşı uyarıda bulunurken sadece gelecek için bir öngörüde bulunmuyoruz. Türkiye burjuvazisinin Musul ve Kerkük’e doğru yapmayı planladığı hamle için Suriye’de yaşananlar bir gösterge hatta bir modeldir. İçinde bulunduğumuz dönemde, Üçüncü Dünya Savaşı’ndan bahsediliyorken, Batı Asya savaşlar içinde alev alev yanıyorken, resmî ya da gayriresmî olarak silahlanmış herhangi bir yapılanmanın, diplomatik süreçlerle ikna edilerek silahsızlanacağını düşünmek en hafif deyimle safdilliktir. 

Kamuoyunu teskin ve ikna etmek için hazırlanan senaryolarla gerçeği birbirine karıştırmamak gerekir. İçinde bulunduğumuz sürecin temel konusu silahların bırakılması değil namluların yönünün tayin edilmesidir. Bu açıdan değerlendirildiğinde PKK ile birlikte Suriye’de bulunan YPG’nin de silah bırakmasından sıklıkla bahsedilirken bunun da gerçekçi olmadığı, üstelik YPG’nin, sürecin başarısı için bel bağlanan, ABD tarafından himaye edilen ve silahlandırılan bir güç olduğu ortadadır. Bu mesele Suriye’de YPG’nin silah bırakması ile çözülecek gibi de gözükmemektedir. HTŞ ile SDG arasında Amerikan helikopterleri ile Amerikan askerlerinin gözetiminde yapılan, Türkiye’ye de kabul ettirilen bir anlaşma silah bırakma değil bir entegrasyon sürecini tanımlıyor. Bu anlamda Suriye’de silahlar bırakılmamış, namluların İran’a ve onun vekillerine doğru çevrilmesi sağlanmıştır. Bu anlaşmanın zamanlaması da son derece kritik olmuştur. HTŞ’nin ve ona bağlı çetelerin Alevi katliamına giriştiği bir anda Amerikan helikopteri Mazlum Abdi’yi alıp Şam’a getirmiştir. Mazlum Abdi ile Ahmet Eş-Şeraa’nın yaptığı anlaşma hiçbir soruna pratik çözüm getirmemiştir. Ancak anlaşmanın 6. Maddesi tekfirci mezhepçi çetelerin Alevi katliamını “rejimin kalıntılarıyla ve ülkenin güvenliğini ve birliğini tehdit eden unsurlarla mücadele” olarak tanımlamış ve bu sözde mücadelede SDG’nin Şam’ı destekleyeceği taahhüdü kayıt altına alınmıştır. Yani söz konusu anlaşma pratik olarak sadece Alevi katliamı dolayısıyla Eş-Şeraa ve HTŞ’nin emperyalist Batı nezdinde yaşadığı meşruiyet sorununu çözmüştür. Dolayısıyla Suriye örneğinden hareket ettiğimizde bu süreç anlatılanın aksine halkların kardeşliği gibi ahlaki olarak güçlü ve meşru bir zemine dayanmıyor tam tersine üzerinde, Suriye’nin batısında HTŞ’nin sistematik Alevi katliamının üstünün örtülmesi gibi bir insanlık suçunun kanını ve kirini taşıyor. 

Süreçte Amerikan patronajı: Mattis planı ve NATO koridoru

Sürecin ana aktörü Devlet Bahçeli’nin Suriye’de PYD/YPG’nin konumuyla ilgili rahat ve esnek tutumu dikkate değerdir. Bahçeli, yaptığı bir açıklamada şu ifadeyi kullanmaktadır: “Feshedilen PKK’dan PYD/YPG’ye muhtemel geçiş ve intikallerin denetim ve kontrolünün eşzamanlı ve eşgüdüm halinde nasıl ve ne şekilde temin edilip edilmeyeceği… ayrıca ele alınmalıdır.” Başka bir dizi madde ile birlikte zamanla çözülür havasında ele alınan bu konu uzun bir süredir devletin kırmızı çizgi olarak ilan ettiği bir şartın terk edilmekte olduğunu gösteriyor. Özellikle sürece eleştirel yaklaşan milliyetçi çevrelerden bu ifadeyi yakalayan ve tuhaf bularak eleştirenler de oldu. Kimileri de bu ifadeyi yeterince önemsemedi ya da Bahçeli’nin açılım sürecine dair samimiyetine delalet olarak yorumladı. Bizim içinse bu açıklama ne tuhaftır ne de samimi… 

Biz uzun bir süreden beri ABD’nin PYD ve PKK arasındaki çelişkiyi esas alan, PKK’yi tasfiye ederek tamamen kendi himayesi altındaki PYD’yi öne çıkaran senaryoları pişirmekte olduğunu vurguluyoruz. Mattis Planı olarak adlandırdığımız bu senaryo bizzat Türkiye Millî Savunma Bakanı Nurettin Canikli tarafından 2018 yılında açıklanmıştır. Canikli, dönemin ABD Savunma Bakanı James Mattis’in kendisine “YPG’yi PKK’dan ayırıp PKK’ya karşı savaştırabiliriz” dediğini duyurmuştur. ABD’nin Türkiye’nin Suriye’ye yaptığı askerî müdahalelere tamamen karşı olduğu, TSK’nın ABD’ye rağmen terör koridorunu bozmak için operasyonlar yaptığı, ABD’nin de “NATO müttefiki Türkiye karşısında koşulsuz ve şartsız şekilde PKK’yi ve hatta PYD’yi desteklediği” milliyetçilerin şoven siyasetlerine anti-emperyalist bir kılıf geçirmek için uydurdukları efsanedir. Başka her şeyi bir kenara bırakarak sadece olgulara bakalım. Suriye’de merkezî yönetim Amerikan-İngiliz destekli ve İsrail onaylı tekfirci-mezhepçi HTŞ’ye geçmiş, ülkenin kuzey sınırı ise NATO ordusu Türkiye’nin himayesinde Suriye Millî Ordusu ile ABD himayesindeki PYD/YPG güçleri tarafından kontrol edilmektedir. 

“Terör koridoru” edebiyatı ile geçen yıllardan sonra Suriye’de karşımızda olan vaka Akdeniz’den Irak sınırına kadar bir NATO koridorudur. Bu koridorun İran sınırına kadar uzatılmasında son açılım kritik bir rol oynamaktadır. Irak Kürtleri’nin tamamen ABD kontrolünde olduğunu iddia eden ulusalcı efsaneye inanarak bu süreci algılamak mümkün değildir. ABD’nin Irak politikasında önceliği, NATO müttefiki Türkiye olmuştur. ABD, PKK’nin lider kadrosunun en önemli üç isminin başına ödül koymuş bulunmaktadır (Murat Karayılan için 5 milyon Dolar, Cemil Bayık için 4 milyon Dolar, Duran Kalkan için 3 Milyon Dolar). Ukrayna’da NATO-Rusya savaşı başladığında Kürt hareketi içinde NATO’ya karşı eleştirel hatta yer yer suçlayıcı açıklamaların da yine bu taraftan gelmiş olması da manidardır. Elbette ki PKK’nin konjonktürel çıkışları, tutarlı bir anti-emperyalist çizgiden yoksun olduğu gerçeğini değiştirmemiştir. PKK uzun yıllardır programatik olarak emperyalizmle uzlaşma ve işbirliği siyaseti izlemektedir. Ancak sonuçta ABD nezdinde PYD ile PKK, birini diğerine kırdırma politikası izlemeyi planlayacak kadar da farklıdır. Kürt hareketi içinde fesih ve silahlı mücadeleyi sonlandırma kararı alanlar ABD’nin başına ödül koyduğu ve Mattis’in PYD’ye kırdırmayı planladığı kanattır. Bu kanat tasfiye olduğunda ABD’nin Türkiye himayesinde NATO koridorunu İran’a kadar uzatma imkânı artacaktır. ABD ve Türkiye’nin Irak politikasının uyumlulaşmasındaki “pürüz” ortadan kalktığında, Irak politikasında Türkiye’yi Irak merkezî hükümeti ve İran’la yakınlaştıran, ABD’yi de Barzani’nin 2017 bağımsızlık referandumunda olduğu gibi himaye ettiği Kürtler karşısında NATO müttefiki Türkiye’yi tutan bir pozisyon almaya zorlayan koşullar da değişmiş olacaktır.

Bir test sahası olarak İsrail-İran savaşı

İsrail’in İran’a yönelik askerî saldırganlığı ile başlayan savaş, açılım sürecini doğrudan etkiliyor. Gerek devlet gerekse Kürt hareketi saflarından yapılan açıklamalar bu savaşın Türk-Kürt ittifakının adeta bir test sahası olarak görüldüğüne işaret ediyor. Bahçeli “İsrail’in siyasi ve stratejik amacı Anadolu coğrafyasını çevrelemek, terörsüz Türkiye hedefini efendileri hesabına baltalamaktır” derken sürecin Kürt hareketi içindeki iki önemli aktörü Öcalan ve Demirtaş’tan da paralel açıklamalar geliyor. Öcalan’ın İmralı’ya gelen heyetle görüşmesinde Sırrı Süreyya Önder ve Pervin Buldan’ın ABD ve İsrail tarafından öldürülebileceğini söylediği biliniyor. Son olarak Dem Parti Diyarbakır milletvekili Cengiz Çandar da verdiği röportajda sarf ettiği “Türkiye için en büyük şans Abdullah Öcalan’ın İsrail karşıtı olması” sözleri de aynı doğrultuyu işaret ediyor. Tüm bunlara Selahattin Demirtaş’ın son açıklamasında üstü kapalı şekilde Kürt hareketi içinde sürece eleştirel yaklaşıp ABD/İsrail’le hareket etme seçeneğini değerlendirmeyi savunanları “emperyalizm bin almadan bir vermez” diyerek uyarması ve maceracılıkla suçlamasını da ekleyebiliriz. 

Gerçekten açılımın ABD ve İsrail karşıtı bir muhtevası var mı? Meselenin ABD ile ilgili kısmında böyle bir karşıtlığın varlığından bahsetmek söz konusu olamaz. Zira yukarıda da ortaya koyduğumuz gibi İkinci Cumhuriyetçi projenin sahibi, gerek Özal döneminde gerekse aynı projenin bugün piyasaya çıkartılan yeni sürümünde ABD’nin kendisidir. İsrail’le ilgili olarak ise daha farklı bir durum söz konusudur. İsrail’in açılımla çelişkisi görelidir. Türkiye’nin sömürgeci burjuvazisinin yayılmacı emelleri Suriye’de ve Irak’ta, daha genel olarak Batı Asya coğrafyasında ve nihayet İslam dünyasında öncelikle İran’la rekabet içindedir. Dolayısıyla sömürgeci burjuvazinin çıkarlarına dayanan Türk-Kürt ittifakı, İsrail’den ziyade İran’a karşı bir mevzilenmedir. İran’la savaşan İsrail’in böyle bir mevzilenmeyle mutlak bir karşıtlık içinde olması düşünülemez. Nitekim açıklamalarda kullanılan onca İsrail karşıtı retorik ortadayken pratik ve siyasi tutumlar gerçek anlamda İsrail karşıtı olmaktan çok uzaktır. Türkiye devleti, İsrail’in saldırılarını sözle kınamakta ama bu saldırılara İncirlik ve Kürecik üsleri aracılığıyla fiilî destek sunmaktadır. Türkiye üzerinden İsrail’e yönelik askerî malzeme ticareti ve petrol sevkiyatı sürmektedir. Siyasal alanda ise istibdadın propaganda makinesi, İran’ı İsrail’e karşı aciz göstermek, dahası onu mezhepçi bir retorikle düşmanlaştırmak üzere adeta bir seferberlik içine girmiştir. Türkiye devletinin siyasal pozisyonunda ve pratik tutumları açısından İsrailcilik kefesi ağır basmaktadır.

Kürt hareketi nezdinde de benzer bir durum söz konusu. Demirtaş’ın açıklamalarında eleştirdiği açık bir İsrailci yönelişin Kürt hareketi içinde hâkim olmasa da mevcut ve güçlü olduğu açık. Açılım sürecinin tüm çelişkileri, tek yanlı dayatmalar bir alternatif arayışını arttırıyor ve İsrail de sürekli Kürt hareketine himaye etmeye hazır olduğunu söyleyerek bu arayışları kışkırtıyor. Ancak Kürt hareketi içinde İsrailci eğilimin karşısında söylendiği gibi bir İsrail karşıtlığı bulmak zor. Cengiz Çandar’ın İsrail karşıtı dediği Öcalan’ın bizzat kendisi PKK 12. kongresine gönderdiği perspektif metninde İsrail’i dünya hegemonu olarak taltif edip Gazze’de İsrail’le savaşanları dilencilikle suçlayan bir dil kullanıyor. Demirtaş, güya emperyalizme karşı uyarılar yaptığı son mesajına İran’ı eleştirerek başlıyor. KCK Yürütme Konseyi, “İsrail’in saldırılarına ilişkin açıklama” yayınlıyor ama yayınlamada İsrail’i değil savaşı kınıyor. En önemlisi de KCK’nin İran kolu olan PJAK’tan yapılan açıklamalardır. PJAK, savaşta taraf olmayı reddettiğini söylemekte ama İran rejimini savaş çıkartmakla suçlayarak, Gazze’deki soykırımdan bahsetmeksizin İsrail ve İran’ı sivilleri katletmekte eşitleyen bir tutum sergilemektedir. PJAK’ın Kürtlere karşı gelişebilecek olası saldırılara karşı “her türlü müdahaleye hazırız” diyerek aldığı tutum bir özsavunma dilidir. Ancak Barzani ve Talabani’nin Irak’ın ABD tarafından işgal edilmesinde aldığı fırsatçı ve işbirlikçi tutumun bir benzerinin PJAK eliyle İran’da sergilenmeyeceğine dair bir emare de yoktur.   

İsrail Siyonizmi açısından tarihsel olarak, Batı Asya’nın Arap olmayan tüm ulusları potansiyel olarak stratejik müttefik adaylarıdır. Nitekim Nekbe sonrasında İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülke Türkiye, ikinci ülke ise İran (Şah dönemi) olmuştur. İran’ın İsrail’le düşmanlaşması Şah rejimini deviren 1979 devriminden sonradır. Türkiye ise İsrail ile ne kadar çelişki yaşarsa yaşasın halen bir NATO üyesi olarak İsrail’in müttefikidir. Öte yandan Türkiye’nin İslam dünyası üzerindeki nüfuz mücadelesi İsrail’le çeşitli başlıklarda sürtüşmesine (çatışmasına değil!) yol açmaktadır. İsrail de İran’ın zayıflamasının ardından bölgede oluşacak boşluğun Türkiye tarafından doldurulmasından, Şii direniş eksenini kırarken gelecekte kendisine karşı dönebilecek bir başka Sünni eksenin şekillenmesinden endişe etmektedir. İsrail’in sürece karşıtlığının temeli budur. İsrail’in Suriye’deki HTŞ rejimine ve bu rejimin Türkiye ile işbirliğine karşı tutumu bunun bir örneğidir. HTŞ, kendisi Şam’a yürürken diğer koldan Suriye topraklarını işgale başlayan İsrail’e tek kurşun atmış değildir. Eş-Şeraa, İsrail’in stratejik çıkarlarına dokunmayacağı konusunda yeminler etmekte, Siyonizmin büyük hamisi Trump’ın elini eteğini öpmektedir ama tüm bunlar İsrail’in HTŞ’nin Esat’tan kalan askerî kapasiteye ulaşmasını engellemek için Suriye’yi ağır bombardımana tabi tutmasına, Dürzilerin ve Kürtlerin Şam yönetiminden ayrılması için çalışmasına mâni olmamaktadır. 

İsrail’in tercihi NATO üyesi Türkiye’nin ve Güney Kafkasya’da bir Siyonist üssüne dönüşen Azerbaycan’ın bir koldan, ABD himayesindeki PYD’nin, Kuzey Irak’taki Kürt partilerinin ve nihayet PJAK’ın başka bir koldan ayrı ayrı İran’la kapışmalarıdır. Bu bağlamda İsrail’in aynı anda hem Türkiye’deki Ümit Özdağ’ın Zafer Partisi çizgisini (DİP 7. Kongresi’nde bu çizgi İsrail Turancılığı olarak tanımlanmıştı) hem de açılıma karşıt Kürt siyasi eğilimlerini desteklemesi anlamlıdır. PJAK da sadece Kürtler için değil diğer etnik gruplar için (Azeriler, Beluciler vb.) de özyönetim çağrısı yapıyor. Bunu yaparken PJAK ne kadar Öcalan’ın tezlerine atıf yapsa da İran Azerilerinin Öcalan’ın konfederalist tezleri doğrultusunda değil faşist Turancı motivasyonlarla hareket edeceği de açıktır. İran’da Kürtlerin dışında Azerileri, Belucileri vb. tüm halkları kapsayan bir özyönetim seferberliği olacak ise bu kapsayıcılığın tutkalının Öcalan konfederalizmi değil İsrail Siyonizmi olacağı açıktır.

Dolayısıyla eğer açılım sürecinin gerçekten İsrail karşıtı bir muhtevası olsaydı İsrail-İran savaşı bunu görünür kılardı. Gerçekten İsrail karşıtı olanlar İran’ı politik olarak desteklemeseler dahi İsrail’in yenilgisi için çalışırdı. Sonuçta 2024 sonbaharında TBMM’de İran’la değil İsrail’le olası bir çatışma ihtimali üzerine gizli oturum yapılmıştı. Bir devlet düşünün ki kendisine tehdit olarak gördüğü devlete, girdiği savaşta lojistik, ticari, istihbari ve askerî destek veriyor. Bu şekilde devleti yönetenlerin ya ihanet ya da ahmaklık içinde olduğunu düşünürsünüz. Ya da bu yöneticiler hakkında gizli oturum yaptıkları devleti aslında tehdit olarak görmüyorlardır ve onla el altından işbirliği yapıyorlardır. Türkiye için durum budur. Kullanılan İsrail karşıtı retorik, İran’dan sonra sıranın Türkiye’ye geleceğine dair yapılan edebiyat, gerici ve yayılmacı petrol açılımını savunmacı bir ambalaja sarmaktan başka anlam taşımamaktadır. Samimi olan NATO’dan çıkar, İncirlik ve Kürecik üslerini kapatır, İsrail’e askerî, ticari, istihbari desteği keser! Gerisi hamasettir. 

Ne yazık ki Demirtaş’ın “Edirne’den Hakkari’ye kadar 86 milyonluk halk ordusuna dönüşeceğiz; ortak vatanımızı canımız pahasına savunacağız” sözleri de somut anti-emperyalist ve anti-Siyonist taleplerle desteklenmediği durumda aynı hamasetin tekrarı niteliğinde kalır. Ortak vatanı kime karşı savunacağız? ABD ve İsrail’e karşı ise adını vermek gerekir. Düşman net tarif edilmelidir. Türkiye NATO üyesi olarak kaldıkça, sömürgeci burjuvazi Amerikan himayesinde yayılmacı emeller peşinde koştukça, halkların kardeşliğinin yerine mezhepçi bir Sünni İslam kardeşliği ikame edildiği sürece varılacak yer, halk ordusu değil olsa olsa Hamidiye Alayları olacaktır. 

Anti-emperyalizm ile enternasyonalizm bölünmez bir bütündür! Çözüm devrimci olmak zorundadır!

PKK 12. Kongre kararında zikredilen 3. Dünya Savaşı temasının Hakan Fidan ve Devlet Bahçeli tarafından da sıklıkla işlendiğini görüyoruz. Bizler ise onlardan çok daha önce bunu görmüş, tam da bu doğrultuda 2016’da Devrimci İşçi Partisi’nin Olağanüstü Kongresini toplamış bir hareketiz. Devrimci İşçi Partisi Olağanüstü Kongresi, “Üçüncü Dünya Savaşı, dolaysız biçimde, somut olarak, elle tutulur yakıcılıkta bir tehlike hâlini almış bulunuyor.” tespitini yapmış ve mücadele çizgisini “savaşa ve barbarlığa karşı dünya devrimi ve sosyalizm” olarak ortaya koymuştur: “Kapitalizmin tarihi gerilemesinin, burjuvazinin gericileşmesinin ürünü olan büyük savaşları yenilgiye uğratmanın tek yolu devrimdir.” 3. Dünya Savaşı tehlikesi Ukrayna’da NATO’nun kışkırtmasıyla Rusya’ya karşı başlatılan emperyalist savaşla birlikte çok daha somut hale geldiğinde devrimci Marksizm’in tutumu en ufak bir ikirciklik göstermeden barışa giden yolun anti-emperyalizmden geçtiğini vurgulamak olmuştur: “Emperyalizmi askeri alanda yenilgiler tattırarak ve devrimlerle nihai darbeyi vurarak diz çöktürmeden dünya barışının gelmesi mümkün değildir. Dünya barışı bir dünya devrimi sorunudur!” (DİP 7. Kongresi kararı: Dünya savaşı emperyalizmin insafa gelmesiyle değil dize getirilmesiyle durdurulur! İnsanlık enternasyonalle kurtulur!) Tüm bunları hatırlatmamızın ve tekrarlamamızın sebebi eğer 3. Dünya Savaşı olasılığından bahsediyorsanız o zaman tutumunuzu, tarafınızla birlikte ortaya koymanız bir zorunluluktur. Savaşa karşı tutum emperyalizme karşı taraf olmakla birleştirilmek zorundadır.

Oysa istibdad cephesinden gelen 3. Dünya Savaşı söylemlerinin peşinden hem bir tehdit analizi gelmekte ama mutlaka bu analize fırsatlardan yararlanma yönelişi de eklenmektedir. İstibdad cephesinin ABD’de Trump’ın yeniden iş başına gelmesiyle eteklerinin zil çalmaya başlaması bundandır. Nitekim istibdad cephesi Suriye’de emperyalizmin Rusya ile çelişkisinin getirdiği fırsatı değerlendirerek Şam’da Emevî Camii’nde namaz kılmanın coşkusunu yaşamaktadır. Elbette ki emperyalizmin himayesinde sefere çıkıyoruz demiyorlar. Millî cephenin sağlamlaştırılmasından dem vurup, “Türkiye yüzyılı” hayalleri pazarlıyorlar. Bu pazarlama kampanyasına ahlaki bir meşruiyet kazandırmak için “İsrail’le savaş” ambalajını da ekliyorlar. İzledikleri politikalarla milleti paramparça ediyorlar, Türkçede kullanılan cephe gerisi yerine İngilizceden çeviri “iç cephe” kavramını kullanmaları dahi bundandır. Çünkü istibdad cephesinin dışarıda emperyalizme ve Siyonizme karşı savaş iddiası içi boş bir palavradır ama istibdad içeride emekçi halka karşı gerçek bir savaş yürütmektedir. Bu yüzden “iç cephe” edebiyatı yaparken aslında Türkiye’nin çöküşünü hızlandırıyorlar ve dışarıda İsrail’le savaşmak bir yana Siyonizmin stratejik çıkarlarına asla dokunmuyorlar. Siyonizmin soykırımına mal ve petrol taşımayı sürdürüyorlar. İngiliz emperyalizmi ile yakın işbirliği içinde ve Trump’ın kolları altında İran’a karşı mevzilenerek emperyalizmin ve Siyonizmin oyununu oynuyorlar. Başlattıkları açılım da bu oyunun bir parçası. 

Kürt hareketi de bu oyunda istibdad cephesine ayak uydurmakta. Emperyalizme karşı tutumda Kemal Pirlerin değil Mazlum Abdilerin modelini benimsiyorlar. PKK kongre kararına Denizlerin idam sehpasındaki sözlerini geçirerek Türkiye’nin sol-sosyalist güçlerine destek görevi biçiyorlar. Ancak aktardıkları sözleri bile seçerken “kahrolsun emperyalizm” sözünü düşürüyorlar. “3. Dünya Savaşı kapsamında Ortadoğu’da yaşanan güncel gelişmeler de Kürt-Türk ilişkilerini yeniden düzenlemeyi kaçınılmaz kılmaktadır” derken tarihî dedikleri açıklamalarında emperyalizm kavramından tek bir kez söz etmiyorlar. Öcalan’ın Devlet Bahçeli’ye her fırsatta teşekkür ettiği, bu teşekkürün, her konuşan Dem Partili’nin konuşmasının mütemmim cüzü haline geldiği, faşist hareketin tarihsel partisinin liderine uzun ömürler dilendiği ortamda Hüseyin’in idam sehpasındaki “kahrolsun faşizm” haykırışı da kadraja girmiyor. Bu yıl 6 Mayıs’ta sadece muhalefet değil iktidar cenahından bile herkes üç fidanı anıyor ama kimse çıkıp Yusuf’un idam sehpasında haykırdığı gibi: “Biz halkımızın hizmetindeyiz, sizler Amerika’nın hizmetindesiniz” diye haykırmıyor! Bizler bugün yaşanan süreci Marksist yöntemle analiz eder, somut durumun somut tahliliyle ve sınıf mücadelesi temelinde tutumumuzu belirleriz. Kendimize Deniz’in, Yusuf’un, Hüseyin’in ölüme giderken söyledikleri sözlerden görev biçeriz. İstibdadın, halkın barış umutlarını suistimal ederek Türk-Kürt yoksul emekçi gençlerini yayılmacı maceralara sürüklemesine karşı çıkarız. Kendi yönelişlerini meşrulaştırmak için sosyalizme çamur atılmasını, işçi sınıfının ve ezilenlerin iktidar olma mücadelesinin çağdışı ilan edilmesini kabul etmeyiz. Bu toprakların devrimcileri olarak Kürt ile Türkün, Türkçe ile Kürtçenin tam eşitliği davasına, halkların kardeşliğine ve enternasyonalizme bağlıyız.    

Tutarlı anti-emperyalizm ile enternasyonalizm bölünmez bir bütündür. Bu bütünlük ortadan kalktığında Kürt hareketinin “ulus devletçi” ya da “reel” sosyalizm eleştirisi adı altında sınıf mücadelesiyle birlikte anti-emperyalizmden de kopan anlayışı Türk sömürgeci burjuvazisiyle ve milliyetçiliğiyle ortaklaşıyor. Çözüm için sömürgeci burjuvazilerle de ittifak koşullarını arayan yönelişler, emperyalizmin bölgesel planlarıyla buluşuyor. Enternasyonalist anti-emperyalist tutum ise yıllardır hem hâkim sınıflar tarafından bölücülükle suçlanmakta hem de Kürt hareketi içindeki bazı eğilimlerden yoğun ideolojik politik saldırılarla karşılaşmaktadır. Oysa Kürt halkının eşitliğini savunan, Kürt ve Türk işçilerinin, emekçilerinin ortak sosyal, ekonomik ve siyasal menfaatlerini yansıtan politika enternasyonalist ve anti-emperyalist olmak zorundadır. Yaşanan sürece yönelik değerlendirmemizin ve tutumumuzun temeli de budur. 3. Dünya Savaşı kapsamında Batı Asya’da yaşanan güncel gelişmeler Kürt-Türk ilişkilerinin anti-emperyalist, anti-sömürgeci, devrimci ve enternasyonalist temelde, tüm Batı Asya halklarıyla kardeşlik hukukuyla düzenlenmesini gerektirmektedir. Gazze’de soykırım sürüyorken, Suriye’de etnik ve mezhepsel arındırma saldırıları devam ediyorken, tüm bölge emperyalistlerin, sömürgecilerin ve Siyonistlerin el birliği ile kardeş kavgasına sürükleniyorken, çözüm Batı Asya’yı emperyalist üs ve askerlerden, İsrail denen soykırımcı oluşumundan arındırmaktan, gerici, sömürgeci, işbirlikçi rejimleri yenilgiye uğratmaktan, Batı Asya Sosyalist Federasyonu’na doğru devrimci bir programla yürümekten geçiyor.