Özür, evet, ama yetmez!
“Yetmaz ama evet”in 10. yıldönümünü yaşıyoruz. Bundan 10 yıl önce 12 Eylül 2010’da yapılan anayasa referandumunun ertesi günü, yüzde 58’lik evet sonucunun sarhoşluğu içinde, AKP’nin militan gazetesi Star ile sağ ve sol liberallerin ortak yuvası Taraf, manşetlerinde pişti olmuştu: Her ikisi de birinci sayfaya büyük puntolarla “Halk yönetime el koydu” yazmıştı! Bunun 13 Eylül 1980’in tipik manşeti “Ordu yönetime el koydu”ya nazire olduğu açık. Referandumun 12 Eylül’e son vereceği fikri reis Erdoğan’dan sâdır olmuştu. Star ve Taraf da görevlerini yapıyor, reise destek veriyorlardı.
Aradan 10 yıl geçti. Gerçek gazetesinin Eylül 2020 sayısında Levent Dölek yoldaşımızın “12 Eylül Terör Örgütü” başlıklı köşe yazısı, Gerçek imzası ile yayınlanan “AKP’si, MHP’si, İyi Parti’si, CHP’si, Saadet’i… 40 Yıllık 12 Eylül Partileri” yazısı, bizim ise “40 Yıl Sonra 12 Eylül Darbesi: TÜSİAD’ın DİSK’e cevabı” başlıklı yazımız, üçü de aynı temayı işliyor: Gerçek gazetesi, 12 Eylül’ün dün değil bugün olduğunu, hâlâ devam etmekte olduğunu ileri sürüyor. Star ve Taraf’ın “Halk yönetime el koydu” manşeti tam anlamıyla kuyruklu yalandır. Bugünün yarı-askeri istibdad rejimi her bakımdan 12 Eylül’ün ürünüdür. Güya demokrasi için “Yetmez ama evet” diyerek sol cenahtan AKP’yi destekleyenlerin görüşleri utanılası biçimde iflas etmiştir.
Bu iflası konuşmak geçmişi konuşmak değildir. Geleceği konuşmaktır. Türkiye’de kendini solda gören insanların, partilerin ve en önemlisi işçi örgütlerinin bu feci yanlışa bir daha düşmesini engellemek için mücadele anlamına gelir.
Türkiye’de yapılan hatanın özeleştirisi Felemenkçe verildi!
“Yetmez ama evet” öylesine komik bir siyasi olaydır ki ardında birtakım komik anekdotlar da biriktirmeye başladı. Bu anekdotlardan biri ta Mayıs 2016’ya kadar geri gidiyor. O tarihte, Türkiye tarihi üzerine çeşitli çalışmaları olan Hollandalı bir liberal tarihçi olan Erik Jan Zürcher, kendi ifadesiyle Recep Tayyip Erdoğan’ın “diktatörce yönetimini protesto etmek için” 2005’te Türkiye devletinin kendisine verdiği “Yüksek Şeref Madalyası”nı iade edeceğini açıklamıştı.
Antropoloji ve din sosyolojisi alanlarındaki çalışmalarıyla tanınan akademisyen Tayfun Atay bir zamanlar bizim fakülte arkadaşımız ve insani olarak sevdiğimiz bir ahbabımızdı. O dönemde Cumhuriyet gazetesi üzerindeki bitmeyen iç savaşta liberaller Kemalistlere karşı üstünlük sağlamışlardı, hâkim konumdaydılar. Kendisi de sol liberal eğilimde olan, çok da yaratıcı bir yazar olan Tayfun Atay da gazetenin çok faal bir yöneticisi ve köşe yazarıydı. Hollandalı tarihçinin bu davranışı üzerine bir yazı yazdı. Atay önce şu tespiti yapıyordu: “Zürcher, 2002’de iktidara gelen AKP’ye de, bu iktidarın ilk döneminde içtenlikle yöneldiği AB üyeliği çabalarına da aktif destek verdi.” Sonra ekliyordu: “Zürcher, gayet içtenlikle özeleştiride de bulunmuş. Geçmişte Erdoğan konusunda uyarılarda bulunan laik kesimi dikkate almadığını, Erdoğan’ın AB’ye üyelik sürecini içerideki muhalefeti saf dışı etmek ve ülkeyi İslâmileştirmek yolunda kullanacağını söyleyenlere kulak asmadığını, ama işte yanıldığını ve böyle düşünenlerin haklı çıktığını belirtmiş.”
Atay yazısının sonunda “Yanıldığını kabul ederek büyük bir olgunluk ve erdem de sergilemiş bu değerli bilim insanı” diyerek bu özeleştirinin aslında çok olumlu bir davranış olduğuna dair yargısını da belirtmiş oluyordu (vurgu bizim).
Buradaki dehşet verici çelişkiyi görmemek mümkün mü? Dostumuz Tayfun Atay’a soralım: “Siz de dâhil Türkiye’de soldan insanların değer verdiği, sözünü dinlediği, teorik çalışmalar yapan, kitap üstüne kitap yayınlayan, teorik dergilerin yönetmeni olan, Radikal ve Taraf gazetelerinde köşe yazıları döşenen birçok aydın, Zürcher ile aynı hataya düştü ve AKP’yi destekledi. Şimdi yabancı bir bilim insanının bu davranışını ‘büyük bir olgunluk ve erdem’ olarak nitelediğinize göre, bütün bu insanları neden aynı ‘içtenlikle özeleştiride’ bulunmaya davet etmiyorsunuz?”
Vurmayın abalıya!
Bir başka anekdot da son zamanlarda yaşanan bir olaya ilişkin. Şair ve BirGün gazetesi yazarı Haydar Ergülen bir süre önce haftalık köşesinde “Özür Zamanı” başlıklı bir yazı yazdı. Kendisinin “Yetmez ama evet”çi olmadığını tanık göstererek söyledi, ama Tayyip Erdoğan’ın Alevi sorunu üzerine bir toplantısına katılma hatasını işlediğini belirtti ve özür diledi. Sonra da solda “âkil insan” rolüne soyunanlardan AKP’nin AB’ye girip demokrasi getireceğine inanarak onu destekleyenlere kadar uzanan bir yelpazede AKP’nin bugünkü konumuna gelmesine kendi çapında katkıda bulunanlara bir “özür” çağrısında bulundu. Sen misin bunu yazan? Solda vasatlık kulübünün bazı temsilcileri, başka yüklenecek bir şey kalmamış gibi, vaktiyle AKP’den asgari düzeyde olumlu bir beklenti taşıdığı için dürüstçe “özür” dileyen (bizim bildiğimiz kadarıyla) ilk aydına demediklerini bırakmadılar. (Adalet Ağaoğlu da “yetmez ama evet” cephesine yazıldığı için sonradan “enayilik” demişti ama bu Ergülen’inki gibi bir deklarasyon biçimini almamıştı, yaygın olarak ancak Ağaoğlu öldükten sonra duyuldu.) Vasatlık kulübünün temsilcileri üstelik Ergülen “Ben yetmez ama evet demedim” dediği halde onu öyle gösteriyorlardı. (Ergülen yeniden bir açıklama yapıp bir dizi düzeltme yapmak zorunda kalacaktı.)
Biz farklı düşünüyoruz: Ergülen’e teşekkür borçluyuz. Çünkü Türkiye solunda hamamböcekleri gibi hızla çoğalmış olan koskoca bir sol liberaller ordusunun içinden, onların çok önemli bir bölümünün suçunun onda birini bile işlememiş olduğu halde, bir tek o, onurlu bir davranış gösterip “özür” diledi. Marksizmden uzaklaştığında onurunu da yitiren aydın tipolojisinin tersine belki de Marksizmden tam uzaklaşmadığı için hatasını dürüstçe, mertçe, açık yüreklilikle kabul etti.
Biz 1985’ten beri sol liberalizme (eski adıyla “sivil toplumculuğa”) karşı mücadele ediyor ve bütün solu uyarıyoruz. Sol liberaller pratik hayat kendilerini tekrar takrar yanlışladığı halde yollarına devam ettiler. Bunun üzerine Aralık 2011’de bir yazı yazdık. “Dürüst bir liberal aranıyor” başlığını taşıyan bu yazıda sol liberalizmin tek bir teorisyeninin, sözcüsünün, kanaat önderinin gerçek hayatın ortaya koyduğu yanlışlarını itiraf etmediğine işaret ettik. Bugün onların önde gideni olmayan, bazılarıyla karşılaştırıldığında marjinal görülebilecek bir hata yaptığı halde hatasını kendi kalemiyle dürüstçe itiraf eden Haydar Ergülen’e teşekkür ediyoruz. Ve bir kez daha çağrı yapıyoruz: Onurlu bir sol liberal aranıyor!
Kimler özeleştiri yapmalı?
AKP’nin seçimlerde ulaştığı en yüksek oy oranı birkaç kez yüzde 50’yi yoklamıştır, ama üzerine hiç çıkamamıştır. Oysa referandumda “evet” oyları yüzde 58’e çok yakın olmuştur. 2010’da Erdoğan hükümetiyle el ele çalışan Fethullah Gülen’in ölülerin de mezarlarından kalkıp oy kullanması gerektiğine dair dileği şayet gerçekleşmediyse, bu istatistik sapma bize tek bir şey gösteriyor: “Yetmez ama evet” politikası, gönlü solda olan çok yüksek sayıda insanın aklını çelmiştir.
Bizim özeleştiri vermesinin ahlaki bir zorunluluk olduğunu düşündüğümüz insanlar bu kitle değildir elbette. Mesleği gereği (akademisyen, yazar, politikacı vb.) düşünce alanında üretim yapan aydınlardır, 12 Eylül’den sonra peyderpey Marksizmi terk ederek sol liberal bir doğrultuya yerleşen siyasi partilerin önderleridir. Hatta şöyle söyleyelim: Biz tarihin her aşamasında, doğrudan politikayla ilgilenmeyen aydınlar ve sanatçıların yanlış politik fikirlere saplanmasını çok daha hoşgörüyle karşılamak gerektiğini düşündük hep. Bu durumda da öyle düşünüyoruz. Adalet Ağaoğlu veya (zaten “Yetmez ama evet” demediğini açıklamış bulunan) Haydar Ergülen özeleştiri yaptıklarında değerleri artar. Ama bu bir ahlaki sorumluluk değildir.
“Yetmez ama evet” bir düşünce tarzının, bir siyaset kavrayışının ve Türkiye tarihinin özel bir yorumunun ifadesi olarak savunulmuştur. Birazdan ayrıntısına gireceğiz. Biz bunu günümüzde “sol liberalizm” olarak isimlendiriyoruz. Bu düşünce ekolünün öncüsü aydınlar ve bunu kendi siyasi hareketlerinin ideolojik doğrultusu haline getiren siyasi önderlerdir Türkiye toplumuna ve halkına hesap vermesi gereken, hatalarını kabul etmesi gereken.
Eksik kalması kaçınılmaz olan bir temsili liste verelim. 12 Eylül’ün hemen ardından doğan boşlukta “sivil toplumculuk” olarak anılan nevzuhur görüşlerini yayan 15 günlük Yeni Gündem gazetesinin ardındaki aydınlar. (Bu yayın, adı dolayısıyla, Kürt hareketinin 1990’lı ve 2000’li yıllardaki Özgür Gündem geleneğindeki gazeteleriyle karıştırılmamalıdır.) Burada ilk temelleri atılan düşünceleri hızla başka yayınlara ve yayınevi faaliyetlerine taşıyan aydınlar. 1970’li yıllarda Sovyetler Birliği ile Çin dışında bağımsız bir Marksizmin sesi olmaya çalışan, hatalarına rağmen Marksist bir dergi olan eski Birikim’i ve onunla iç içe çalışan İletişim Yayınları’nı liberalizmin (ve artık ona her zeminde eşlik etmekte olan postmodernizmin) sözcüsü haline getiren ekip.
Siyasi zeminde tarihi TKP’nin ve onun TİP ile birleşmesinin ürünü olan TBKP’nin sol liberalizme angaje olma dolayısıyla tasfiye edilmesinin sorumluları. Devrimci Yol içinde liberalizmi uzun bir mücadeleyle yayan siyasi önderler. Kurtuluş gibi, 1970’li yıllarda devrimci bir işçi sınıfı yönelişini ezilen Kürt halkıyla dayanışma ile birleştirerek son derecede olumlu bir gelişme göstermiş bir hareketi liberalizm temelinde bölen önderler. Bütün bunların sonucunda Türkiye’de solda büyük bir atılımın zemini olabilecek çok kanatlı Özgürlük ve Dayanışma Partisi’ni (ÖDP), Avrupa Birlikçi, özelleştirmeci, neredeyse Özalcı bir politik doğrultuya kurban edenler ve bugün onlara “liberal” diye çatan ama o dönemde onların liberalizminin hegemonyasına girmiş olan ÖDP’li (bugünkü Sol Partili) siyasi önderler. Kürt hareketini liberalizmin tuzaklarına düşürüp ardından emperyalizmle bile işbirliği yapacak noktaya kadar getirenler.
Radikal gazetesini solun gazetesi gibi gösterip liberalizmi bütün gençliğe günbegün aşılayanlar. Taraf denen günlük canavarı yaratanlar, orada köşe yazarlığı yaparak Fethullahçı polis şefleriyle kol kola devrimcilik yaptıklarını sananlar.
İşte bunlar ve yer yokluğu dolayısıyla sayamadıklarımızdır tarih ve toplum önünde ahlaken özeleştiri vermesi gerektiğini söylediklerimiz.
Bizim bu konuda alnımız açık. Marksist arkadaşlarımızla birlikte 1985’ten itibaren Onbirinci Tez dergisinde önce Yeni Gündem’le, sonra bütün sol liberallerle mücadeleye giriştik. 1995’te ÖDP’nin kuruluşunda bir kitlesel işçi partisi kurmanın olanaklarını test etmek üzere yer aldık. Parti içindeki Marksistlerle (buna Kurtuluş’un o zaman Marksist olan sol kanadı dâhildir) birlikte başarılı bir muhalefet yaptık. Sınıf Bilinci ve Devrimci Marksizm dergileri zemininde sol liberalizme karşı bir “müsademe-i efkâr” içine girdik. Kürt hareketinin adım adım liberalizme teslim olmasına karşı, bazen çok yalnız kalma pahasına hem düşüncelerle, hem seçim politikalarımızla mücadele ettik. Her aşamada Kürt hareketi ile işçi sınıfının ileri, mücadeleci kesimlerini bir araya getirme çabası içinde Emek ve Özgürlük Cephesi’ni savunduk. Özgür Gündem geleneğindeki Kürt basınında 12 yıl süren köşe yazarlığımız boyunca bu politikaların aralıksız propagandasını yaptık. Bu 1995’ten itibaren kısmi bir kabul de gördü. Ama tsunami öylesine büyüktü ki, sonunda sadece “emek” kavramı değil, “barış” ve “özgürlük” kelimeleri dahi seçim politikalarının dışında kaldı. Referandumdan önce de uyarılarımızı en yaygın şekilde sola ve topluma iletmeye çalıştık.
Bugün Devrimci İşçi Partisi değişen koşullarda sağda ve solda liberalizme karşı mücadeleye işçi sınıfı içinde örgütlenerek çok daha üst bir düzeyde devam ediyor.
Mesele “Yetmez ama evet” değil! Mesele Erdoğan’a destek!
Çeşitli faktörlerin bir araya gelmesi “Yetmez ama evet” tartışmasını son haftalarda canlandırmış bulunuyor. Adalet Ağaoğlu’nun ölümü dolayısıyla “enayilik” sözünün dolaşıma girmesi, ardından Haydar Ergülen’in yazısı ve ona yönelen eleştiriler, bazı gazetecilerin bu meselenin üzerine gitmesi, sol liberal kampın kendi içinde doğan bazı tartışmalar ve tabii en önemlisi, “cinayet” olarak anılabilecek “Yetmez ama evet” politikasının 10. yıldönümünü idrak etmemiz, konunun toplumun gündemine bir kez daha girmesine yol açtı.
Bu canlanma esnasında “Yetmez ama evet”çilerin bazıları en ufak bir sıkılma duymaksızın o dönem yaptıklarını bugün olsa tekrar yapacaklarını söylüyorlar. Durum çıplak biçimde ortada: Siz bir siyasi dönüm noktasında bir koalisyonun çeşitli alanlarda kendine uygun düzenlemeler yapmak için tasarladığı şeker kaplı bir zehri budalaca içmişsiniz. Referandumdan sonra demokrasi adına bayram etmişsiniz. Koalisyonun bir ortağı istibdada yürümüş, öteki ortağı başarısız bir askeri darbe girişimi yapmış. Bugün ülke yarı-askeri bir rejimle yönetiliyor. Savaşın eşiğinde dolanıp duruyor. En yakın arkadaşlarınızdan biri 900 gündür yargılanmaksızın hapiste tutuluyor. Saflarından milletvekili adayı olduğunuz partinin eş başkanları, belediye başkanları ve sayısız başka unsuru da hapiste. Siz hâlâ “bugün olsaydı aynı şeyi yapardım” diyorsunuz! Allah âkil değil akıl versin!
Bu konuyu daha derinlemesine tartışmayacağız. Çünkü “Yetmez ama evet” politikası bütünüyle yanlış olmasına yanlıştır ama daha derin bir sorunu gizlemek için kullanılmaktadır. Sol liberaller eleştiricilerinin “Yetmez ama evet”i bıktırırcasına gündeme getirmesinden fena halde memnundur. Çünkü bu sayede, AKP’ye 10 ila 15 yıl arasında verdikleri desteği, tek bir oylamada, yani referandumda kullanılmış bir oy konusundaki tercihe indirgeme olanağını elde etmektedirler.
Sol liberallerin en başından itibaren AKP’yi desteklediğini, alıntılarla ve delillerle vaktiyle kanıtladık. Bu konuda ikna olma ihtiyacı içinde olanlar Devrimci Marksizm dergisinin Kasım 2006 tarihli 2. sayısındaki “Burjuva Sosyalizminin Düşman Kardeşleri: Liberal Sol ve Ulusal Sol” başlıklı yazımıza bakabilirler. 2006 yılı kadar erken bir tarihte açık olan bu meseleyi daha sonra liberallerin ana mecralarından biri olarak işleyen Radikal gazetesinin Pazar eki Radikal İki’de 2008 1 Mayıs kutlamalarının ağır bir baskı görmesi bağlamında başlattığımız tartışmada da açık seçik ortaya koyduk. O tartışmayı izleyen herkes sol liberallerin bazı önde gelen sözcülerinin (Baskın Oran, Murat Belge vb.) AKP’ye destek konusunda söylediklerimizi ancak “minderden kaçma” olarak anılabilecek tarzda cevapladığını o gün görmüştür, bugün de sanırız internetten bu tartışmaları okuyabilir. AKP’ye verilen bu desteği, 2008’den sonra da sayısız bağlamda aynı doğrultuda teşhir ettik.
Bu yazıda bütün bu ayrıntılara giremeyiz. İşin özü şudur: sol liberaller yorgun solcu dimağlarında AKP’nin kendilerini 12 Eylül türü darbelerden kurtaracağını ve Türkiye’yi Avrupa Birliği’ne sokarak nihayet kendilerine de layık oldukları “Avrupai” bir hayatı bahşedeceğini ummuşlardır. Sadece referandumda değil, 10-15 yıl boyunca AKP’yi bu yüzden desteklemişlerdir.
Peki, tarihin Türkiye solcusuna, işçi sınıfına, Kürt halkına vb. bütün bu iyilikleri yapacağına ilişkin bir hayale nasıl kapılmışlardır? Bu kadar gerici bir hareketin Türkiye’ye demokrasi getireceğine nasıl inanmışlardır? İşte asıl soru budur. Şimdi bu sorunun cevabına bakalım.
Tarihi yanılgının özeleştirisi gerek!
Bu yazının başlığı boş yere “Özür, evet, ama yetmez!” değil. Yukarıda Haydar Ergülen’in “özür” dilemesinin, hiçbir sol liberal özeleştiri yapmamışken çok onurlu bir davranış olduğunu söyledik. Ama son zamanlarda sadece onun tarafından değil bütün solda yaygın olarak kullanılan “özür” kavramı, bu bağlamda son derecede yetersiz, hatta yersiz. Bir kere, “özür” bireysel hatalar için dilenir. Burada ise toplumun yaşamının bütününe ilişkin bir hata söz konusu. İkincisi, bu iş özür ile geçiştirilecek bir iş değil. Özeleştiri gerekiyor. Çünkü arkasında 12 Eylül’den bu yana, on yıllardır Türkiye aydınlarına ve gençliğine aşılanan bir dünya görüşü, koskoca bir teori, daha doğrusu bir teoriler ailesi var.
Bu teoriler ailesi üç ana damardan besleniyor. Birincisi, Şerif Mardin’in “merkez-çevre” arasında kurduğu karşıtlık ve bu karşıtlık içinde demokratikleşmeyi, ilerlemeyi vb. çevreye atfetmesi. “Çevre”nin tam olarak ne olduğu belli değildir ama Mardin’in Said-i Kürdi (ya da Said-i Nursi) düşkünlüğü niyetini gayet iyi belli eder. Bu bağlamda, Mardin’in gözünden bakıldığında CHP’nin merkez, AKP’nin çevre olduğuna kuşku yok. İkinci damar, İdris Küçükömer’den geliyor. Küçükömer 1960’lı yıllarda cuntacı iken bunun büyük bir hata olduğu sonucuna ulaşarak karşı uca geçmiş ve Türkiye’de “sol” denen partilerin “sağ”, “sağ” diye bilinen partilerin ise daha sol, yani değişimden, ilerlemeden vb. yana olduğu sonucuna ulaşmıştı.
Üçüncü damara geçmeden bir an durarak şunu saptayalım: Şerif Mardin’in solla zaten hiçbir zaman ilişkisi olmadı. İdris Küçükömer Türkiye sosyalizminde birinci TİP’in son yıllarında ağırlığı olmuş, Marksist kültürden gelen biri. Onun yaklaşımını büyük bir yanlışı (cuntacılığı) tersine çevirme çabası içinde yolunu kaybetmek olarak görebiliriz. Geçmişte 1960’lı yılların birinci TİP dönemini solun kitleselleşmesinin “saflık çağı” olarak nitelemiştik. Doğan Avcıoğlu cuntacılığın “saflık çağı”nı temsil eder: Kürt düşmanı değildir. Oysa bugün onu kullanmaya çalışan “ulusal sol” Kürt düşmanıdır. İdris Küçükömer de Avcıoğlu’ndan kopan bir “saflık çağı” aydınının arayışının ürünüdür. Bugünkü sol liberallerle arasında insani erdem bakımından dağlar vardır.
1980’li yıllardan itibaren ortaya çıkan üçüncü damar ise düşünsel planda bir karşı devrim olarak görülmelidir. Bu, dünya çapında bir akım olan sol liberalizmin Türkiye varyantıdır. Sınıflar mücadelesinin yerine devlet ile sivil toplumun mücadelesini koyar, her türlü ilerlemeyi sivil topluma atfeder, sermayeyi sivil toplumun içine yerleştirdiği için kimi zaman örtülü, kimi zaman açık biçimde kapitalizme ilericilik atfeder, Türkiye tarihini merkez bürokrasisi ile taşranın ve yeni yetme burjuvazinin sivil toplumunun mücadelesi olarak okur, orduyu sınıf temeli olmayan bir gericiliğin tek kalesi, sermaye partilerini ise ilericiliğin ve demokrasinin savunucuları olarak görür, küreselleşmeye tapınır ve AB’yi kurtuluş olarak görür.
Her üç görüşü de en genel hatlarıyla özetlediğimiz açık. Burada daha ötesi yapılamaz. Ama bu tablo ana hatları itibariyle doğrudur. İşte bu Türkiye tarihi okumasıdır ki, AKP’ye ilericilik ve demokrasi yanlılığı atfederek ve bunu AKP’nin ilk dönemdeki AB yönelişiyle birleştirerek, bu kadar gerici bir partiden demokrasi bekleyebilmiştir.
Bu teori çökmüştür. Bugün herhangi bir özeleştiri, bu çöküşün itiraf edilmesiyle el ele gitmek zorundadır. Yoksa bu teori temelinde Türkiye’nin sol aydınları, sosyalist hareket ve ezilen Kürt halkının hareketleri gelecekte yeniden ve yeniden umutlarını emperyalizme ve burjuvazinin güçlerine bağlayabilir. Mesele bunun için bu kadar önemlidir.
Büyük yalan
Yukarıda sözü edilen Radikal İki tartışmasında sol liberallerin, devamlı olarak, kendini “ulusal sol” olarak anan akımı kendi dışlarındaki tek sol düşünce akımı gibi göstermeye yatkın olduklarını ortaya koymuştuk. Çağrımız, bu kolaycılıktan vazgeçilmesiydi; sol liberalizmi savunmak için ulusal sol’un varlığının suistimalinden vazgeçilmesi gerektiğini, mücadelenin bir üçüncü tarafı olduğunu, Marksizmin ne liberal kozmopolitizme ne de milliyetçiliğe uymayan proletarya enternasyonalizmine cevap verilmesinin zorunlu olduğunu hatırlatmıştık.
Liberaller bugün bile aynı ayak oyununu sürdürmeye utanmıyorlar. Bakın Şenol Karakaş bu konuda ne diyor:
“Sistematik bir şekilde 2010 referandumunu hatırlatıp özür tartışmasını devreye sokanlar bunu neden yapıyorlar, biliyoruz. Kemalist ya da sol kemalistler ve muhalefeti hep bu çizgide tutmaya çalışıyorlar. Dertleri “cumhuriyet değerleri”ni koruyan bir muhalefet. Yetmez ama evet üzerinden sahtekarca bir basınç yaratıp tüm muhalefeti siyasi gösterilerini Anıtkabir’de sonlandırmaya davet ediyorlar. Orhan Pamuk Atatürk’ü biraz övünce mutlu oluyorlar, ama Kürtler ve Ermenilerle ilgili söyledikleri nedeniyle linç etmişlerdi zamanında.”
Şenol Karakaş demek Marksistlerin sol liberalleri eleştirdiğini hiç duymamış! Kendisine Erdoğan’ın referandumdan sonra yaptığı balkon konuşmasındaki teşekkür faslında “Devrimci Sol İşçi Partisi’ne teşekkür” ettiğini hatırlatalım. Bu isimde Türkiye sol tarihinin en Stalinist iki örgütünün adı var. Ama Erdoğan aslında Şenol Karakaş’ın da mensubu olduğu sözde “Troçkist” Devrimci Sosyalist İşçi Partisi’ne teşekkür ediyor. Tarihin ne güzel bir ironisi! Erdoğan bir Troçkist partiye neden teşekkür eder Şenol Karakaş, bize bir açıklasanız! Sizin dışınızdaki herkes “siyasi gösterilerini Anıtkabir’de sonlardırdığı” için mi? Utanmazlığın da bir haddi var!
Bir de Baskın Oran’ı dinleyelim:
“Yetmez ama evetçilere iki sebepten saldırıyorlar. Birincisi bunlar ulusalcıdır. Dolayısıyla ne yaparsa yapsın mütedeyyinlere saldırmayı marifet bilirler. İkincisi de bunlar 1930 CHP’sinin müdafileridir.”
Baskın Oran’ı ta 2008’de uyardık. İnsan böyle konuşmaya devam ederse ona artık açık açık yalancı demek gerekir. Kendini kurtarmak için toplumu, en önemlisi genç kuşakları aldatmak istiyor demektir.
Şenol Karakaş ve Baskın Oran’la örneklediğimiz, ama bütün sol liberallerin hilesi olan bu tutuma artık Büyük Yalan demenin zamanı geldi. Sol liberallere 10 yıl önce “bırakın ulusalcıları, Marksizmle tartışın” diyerek meydan okumuştuk. Bugün eldiven fırlatıyoruz: Bırakın “yetmez ama evet”i falan, onu tartışmaya bile gerek yok, biz vasatlar kulübünün azası değiliz. Dünya görüşünüzü savunun bakalım Marksistlere karşı. 35 yıldır, Onbirinci Tez’in 1985 sonbaharında çıkan ilk sayısından bu yana uyarıyoruz. Hiç dinlemediniz, gittiniz, kafanızı tarihin duvarlarına tosladınız. Bir istibdadın mimarları arasına yazıldınız. Aysofya’ya kılıçla giren Diyanet’i yaratan sürece siz de katkıda bulundunuz. Haydi gelin tartışalım. Haydi gelin savunun teorinizi. Bırakın “onlar ulusalcı” yavesini, gelin Marksizmin enternasyonalizmiyle tartışın.
Yoksa Türkiye aydınının onurunu, Türkiye bilim insanının namusunu bir Hollandalı’nın mı temizlemesini bekliyorsunuz? Bu da sizin enternasyonalizminiz olsun!