Kronştadt’ın arkasında “yabancı parmağı” vardı Ruşen Çakır, Metin Lokumcu’nun arkasında Ergenekon yoktu!

Kronştadt’ın arkasında “yabancı parmağı” vardı Ruşen Çakır, Metin Lokumcu’nun arkasında Ergenekon yoktu!

12 Eylül’ün yıldönümü yaklaşıyor. Bu yıl cuntanın yönetime el koymasının 40. yıldönümü. Okurlarımız bu sütünlarda askeri diktatörlüğün Türkiye’ye ve en başta işçi sınıfına yaptığı kötülükler hakkında epeyce bir yazı okuyacaklar.

Ama bu yıl 12 Eylül aynı zamanda 2010 referandumunun 10. yıldönümü. Bu da hem referandumda AKP’nin bugün FETÖ olarak andığı cemaatle en sıkı işbirliğini gündeme getirecek, hem de “yetmez ama evet” denen korkunç tutumu, bunun “sol” adına savunulmuş olmasındaki sefaleti ve soldan gelen birtakım insanların ve örgütlerin bu sefil duruma nasıl düşmüş olduğunu yeniden tartışma fırsatı yaratacak.

Öyle anlaşılıyor ki referandumun 10. yıldönümünün yaklaşmakta olduğunu fark eden “yetmez ama evet”çiler, kendilerine yönelecek eleştirileri hesaplayıp birtakım manevralara girişiyorlar. Kimi özür diliyor, kimi arkadaşlarına özür dileyin diyor, kimi de birbirine giriyor.

Bu birbirlerine girenler arasında mesela Ruşen Çakır ile Etyen Mahcupyan olduğunu fark ettik daha yeni. Bizi onların arasındaki sefil tartışma hiç mi hiç ilgilendirmiyor. Ruşen Çakır 40 dakikalık bir video yapmış, kendisinin “yetmez ama evet”çi olmadığını söylemiş anlaşılan. Ruşen Çakır’ın liberalliğini “yetmez ama evet”e kadar taşıyıp taşımadığını anlamak için harcayacak 40 dakikamız yok. Anlaşılan o videoda Etyen Mahcupyan’a ve Halil Berktay’a (bizim için meçhul bir aile içi mesele dolayısıyla) çatmış ki, Mahcupyan ona uzun bir cevap vermiş. Gördük ama okumadık, dedik ya, bu aile içi tartışmalara ayıracak vaktimiz yok.

Bizi ne ilgilendiriyor? Ruşen Çakır’ın Erdoğan’a eleştiri yaparken Bolşeviklere çatmaya cüret etmesi! Yoldaşlarımız dikkatimizi çekti buna, o yüzden biliyoruz. Bir kere siz kim, Erdoğan’a eleştiri yapmak kim? Haydi siz “yetmez ama evet” demediniz, referandumu boykot ettiniz diyelim. Sandıkta kimin ne yaptığını bilemeyiz, doğru söylediğinizi varsayalım. Bütün ideolojik aileniz, akrabalarınız, kankalarınız ne yaptı? “Bana ne onların ne yaptığından?” mı diyeceksiniz? Bunlar referandumda AKP’yi tarihinde ne öncesinde ne de sonrasında görmediği yüzde 58 oy oranına yükseltmişken ve bunun hesabını vermekten bütünüyle kaçınırken, bunlar en basit aydın dürüstlüğüne bile tümüyle sırt çevirmişken, şu 2020 yılında bile hâlâ Murat Belge ile Taraf gazetesi yıldızlarından Yıldıray Oğur’a referans yaparak program yapıyorsunuz! Kanka demişiz fazla mı?

Bütün bu ailenin bir mensubu olarak susun kardeşim! Bir susun bari!

Metin Lokumcu için sadece Erdoğan mı öyle konuştu, Ruşen Çakır?

Metin Lokumcu 2011 seçimlerinde Erdoğan’ın Hopa’ya yaptığı ziyaret esnasında yapılan protesto eylemlerinde polisin sıktığı biber gazı nedeniyle hayatını yitiren bir ÖDP’li emekli öğretmendi. Erdoğan ölümün ardından, siyasi ve insani üslubuna gayet uygun biçimde şöyle demişti: “Tabii bu arada bir tanesi de kalp krizi geçirerek, kimliğini bilmiyorum, üzerinde durmaya da gereğini duymuyorum kalp krizi sonucu ölmüş.” Bundan kısa süre sonra, Ruşen Çakır o dönem çalıştığı NTV’de Erdoğan ile röportaj yaparken, Erdoğan Lokumcu’nun protesto sırasındaki ses tonuna ve görüntüsüne referansla “emekli bir öğretmene bunlar yakışır mı?” deyince Çakır “Ama öldü efendim” diye araya giriyor, Erdoğan hiç bozuntuya vermeden eleştirisine devam ediyor.(https://youtu.be/E2oQTkKwjN0, Kronştadt tartışması 22:00-23:30 arasında)

Ruşen Çakır, inanılır gibi değil, insanların Erdoğan’dan bu olaydan sonra soğuduğu kanısında! Ne 2011 seçimlerinden sadece altı ay sonra yaşanan Roboski katliamı, ne Gezi, ne Soma’daki tutumu, ne “Kobani düştü düşecek”, ne 7 Haziran’dan sonraki tutum! Ruşen Çakır’ın bu cümlesini dinleyen halk Erdoğan’dan soğuyor! İnanılır gibi değil, insan kendini ne kadar önemseyebilir daha?

Ama esas sorun başka. Esas sorun Ruşen Çakır’ın bugün Metin Lokumcu olayını onun ölümünden dokuz yıl sonra hatırlarken belleğinin seçiciliği. Metin Lokumcu hakkında konuşan sadece Erdoğan değildi ki. Neredeyse aynı üslupla konuşan bir başkası daha vardı. Adı Murat Belge. BirGün gazetesinin 5 Temmuz 2011 tarihli haberinin ilk iki paragrafını olduğu gibi alıyoruz.

“Murat Belge’nin, Hopa’da Metin Lokumcu’nun öldürüldüğü polis şiddeti sorasında Taraf gazetesinde yazdığı yazı çok tepki toplamıştı. Belge, Metin Lokumcu’nun ölümünü ‘birilerinin AKP’ye oy kaybettirmeye çalışmasına’ bağlamıştı. Belge, söz konusu iddiasını sürdürdü. Metin Lokumcu’nun ölümünü değerlendiren Belge, ‘Yalnız Hopa’daki gariban adamın bu kadar heyecanlanacağı bir durum yoktu. Biraz da yapay olarak pompalanan, ucu Ergenekon’a uzanan bir gerginlikti’ dedi.

“Belge, dün Radikal gazetesinde yayınlanan röportajında Ezgi Başaran’ın ‘Emekli öğretmen Metin Lokumcu’yu Ergenekon’a mı bağladınız?’ sorusuna şöyle yanıt verdi:

‘Kendisini değil ama onun bir çevresi var, çevresinin çevresi var. Toplumda her şey böyle olur. O kişiyle sınırlı değil. Bir bakana yumurta atan öğrencileri düşün… Niçin darbeler iyidir diyen Süheyl Batum’a atmıyorlar?’
Belge, ‘Siz de mi Başbakan gibi öğrenci protestolarının arkasında başka birşey arıyorsunuz?’ sorusuna ise şöyle dedi:
‘Öyle düşünüyorum evet. Çünkü Tan gençliğinden itibaren böyle bir gelenek var. Eğitimle yapıyoruz bunu. Türkiye’de faşizm aileden değil eğitimden gelir. 68’den beri ben bu hareketlerin içinden geldiğim için biliyorum.’”

BirGün’den alıntının sonu. Murat Belge’nin “Tan gençliği” dediği, içinde Sabiha ve Zekeriya Sertel’in de bulunduğu, komünistler ile onların yol arkadaşlarının çıkarttığı Tan gazetesine saldıran güruh. Yani “Tan gençliği” falan yok. Tan’a barbarca saldıran bir güruh var. Bu yıl 75. yıldönümünü Aralık ayında anacağımız bir saldırı. O güruhun içinde, Ergenekoncu mudur değil midir bilemeyiz, yanlış hatırlamıyorsak, Demirel, Erbakan, Özal türünden sağcı politikacıların bir ya da ikisi var. Beyefendinin ÖDP’li bir öğretmeni Ergenekonculukla suçlamak için bulabildiği örnek bu!

Aziz dostumuz Nail Satlıgan eski Marksistlerin bildiklerini unuttuklarında “çocuklaştığını” söylerdi. Bu “çocukluk” falan değil, zihnin dumura uğraması olsa gerek!

Belge, BirGün’e göre, aynı röportajda “komünist” olduğunu da söylemiş!

Bunlardan neden söz etmiyorsunuz Ruşen Çakır?

“Bolşeviklerin ilk yalanı”

Ruşen Çakır Murat Belge’den hiç söz etmeden Erdoğan’ın Metin Lokumcu hakkında söylediklerini anlattıktan sonra derin felsefi düşüncelere dalıyor. Politikacı ile insan arasındaki ilişkiyi irdeliyor. Herhalde kaynağı çok gençken okumuş olduğu Maurice Merleau-Ponty olmalı. (Biraz sabredin canım, anlatacağız!) Felsefi dediysek, kahvehanelerde, rakı masalarında, uzun otobüs yolculukları sırasında koltuk arkadaşıyla sohbetlerdeki kadar derin. İnsan ile politikacı ayrımı falan filan.

Sonra Ruşen Çakır birdenbire feylesofluğu bırakıp tarihçiliğe geçiyor. Solcu olduğu için çok gençken Fransız feylesofu Merleau-Ponty’yi okumuş. Hatta neredeyse çevirecekmiş. Türkiye’nin entelektüel hayatına bir iyilik yapıp çevirmekten vazgeçmiş. Solcu olduğu için okuduğu Merleau-Ponty diyesiymiş ki Kronştadt isyanına Bolşevik önderlik “yabancı parmağı” diyerek halka ilk yalanını söylemiş. Niye, nasıl dediğine birazdan değineceğiz. Ama önce Kronştadt olayı nedir, onu Merleau-Ponty’den değil (bu kadar güzelini o bile anlatamaz!), tarihçi Ruşen Çakır’dan dinleyelim.

Ekim devriminden bir süre sonra “Kronştadt adında bir savaş gemisi”nin erleri ayaklanmış. Bunlar Ekim devriminin ana şiarı olan “Bütün iktidar sovyetlere!” talebini ileri sürüyormuş. İktidardaki Bolşevikler ilk olarak kendilerinin kullandığı bu talebe yanıt vermek yerine isyanı çok sert yöntemlerle bastırmışlar vb. vb.

İnsan düşünmeden edemiyor: Bu erler “Kronştadt adında bir savaş gemisi”ni ele geçirdiğine göre Bolşevik iktidar üzerlerine birtakım başka savaş gemileri göndermiş olmalı. Başka nasıl ezer isyanı? Yani gemiler arasında bir savaş yaşandı, Bolşevikler güvertede masum masum “Bütün iktidar sovyetlere!” diye bağırmakta olan barışçı isyancıların gemisini mahvetti. Böylece tarihte ilk kez bir “deniz iç savaşı” yaşandı! “Solcu” Ruşen Çakır’ın aklında Kronştadt böyle kalmış!

Kronştadt bir gemi değil, bir donanma üssüdür. Coğrafi olarak o dönemde Sovyet Rusya’nın en büyük sanayi merkezi ve devrimin ilk patlak verdiği şehir olan Petrograd’a (daha sonra Leningrad ve şimdi Petersburg), diyelim Tuzla’nın İstanbul’a yakın olduğu kadar yakın bir ada üstündedir. İsyan eden denizciler, donanma askerleri oldukları için dişten tırnağa kadar silahlıdırlar. Ellerinde, evet, sadece mitralyözler değil, kruvazörler falan vardır. Ve sadece “Bütün iktidar sovyetlere!” sloganını atmamakta, Bolşeviklerin sovyetlerden atılmasını talep etmektedirler. Bolşevikler bir süre uyuşmazlığı barışçı yöntemlerle çözmeye çalıştıktan sonra, her devletin yapmasının beklenebileceği gibi, silahlı bir ayaklanmayı silahla bastıracaklardır. Yani şiddet sadece bir taraftan gelmez, öteki taraf zaten silaha sarılmıştır.

Burada Kronştadt’ın arka planını anlatacak değiliz. Bu olay, Ekim devrimi gibi bütün dünyada 20. yüzyılda dengenin işçi ve emekçilerin lehine dönmesine yol açan son derecede olumlu bir tarihi gelişmeyi başka türlü önemsizleştiremeyenlerin hepsinin, ama hepsinin ilk sarıldıkları mazerettir. Kaç zamandır yazmak istiyoruz, işlerimizin yoğunluğundan fırsat olmuyor. Ama hepsine söz veriyoruz, yazacağız, mahcup olmayı hâlâ biliyorlarsa mahcup olacaklar!

Yalnız konuyu bırakmadan söyleyelim ki, Kronştadt’ın emperyalist bir atağın parçası olduğu konusunda Lenin ve Trotskiy’in o dönemde genel bir analiz temelinde söyledikleri, daha sonra tarihi araştırmalarca doğrulanmıştır. Çakır, ne hikmetse Erdoğan ile Lenin ve Trotskiy’i karşılaştırıyor. “Yabancı parmağı” açıklamasının iki durumdaki benzerliğini nasıl kurduğunu açıklamak ona düşüyor. Kendisine, başka yerlerde “Kronştadt gemisi”ni tekrar anlatacaksa şu küçük ayrıntıyı da eklemeyi unutmamasını tavsiye edelim: Durum Yeni Şafak gazetesinin yazarı İbrahim Karagül’ün Türkiye için bir süre önce çizdiği tablodan farklı. Karagül, Rahip Bronson ve YPG tipi çeşitli krizlere dayanarak “Türkiye ABD ile savaşta” falan yazıyordu. Ruşen Çakır umarız ona inanmamıştır. Ama Kronştadt olayının yaşandığı Mart 1921’deki durum konusunda bize güvensin. Sovyet Rusya, bu dönemde 14 emperyalist ülkenin desteklediği yıkıcı bir iç savaştan henüz yeni çıkıyordu! Bu tarihi bir olgudur, Çakır Merleau-Ponty’nin görüngübilim felsefesine (fenomenoloji) değil de tarihçilerin olgusal tespitlerine bakarsa bizim doğru söylediğimize kesinlikle hak verecektir. O zaman hiç olmazsa şunu teslim etmekten de kaçınır mı? AKP’nin “yabancı parmağı” efsaneleri ile Bolşevik önderlerin “dış müdahale” konusundaki gerçekçi (ve, tekrarlıyoruz, sonradan doğrulanacak olan) kuşkuları arasında en ufak bir ilişki yoktur.

Hem siz kim oluyorsunuz da AKP ile Bolşevikleri karşılaştırıyorsunuz? İnsanda biraz izan olur!

Merleau-Ponty’nin maceraları

Ruşen Çakır gençliğinde mutlaka solcu olmuştur. 12 Eylül’de maruz bırakıldığı haksızlık bunun delili olarak kabul edilmeli. Ama nasıl bir solculuktur o, pek bilemeyiz. Maurice Merleau-Ponty (Merlo-Ponti okunuyor) bizim bildiğimiz pek de solcuların ilham kaynağı olacak biri değildir. Fransız varoluşçuluğunun önde gelen ismi Jean-Paul Sartre’ın (Sartır okunuyor) yakın çalışma arkadaşı ve kendisi de önemli bir varoluşçu feylesof olup, Sartre 1950’li yılların başında, 50’sine merdiven dayamışken nihayet komünizme angaje olunca ona karşı tavır alan bu düşünür, politikada sürekli yalpalayıp durmuştur.

40 yaşına kadar sürekli olarak Fransız burjuvazisinin milliyetçi ideolojisi Golizm ile komünizm arasında bir yer tutmaya çalışan (bu aşamaya kadar Sartre’ın tavrı da budur) Merleau-Ponty, soğuk savaşın ilk yıllarında solcu olmaya yönelince övecek bula bula Stalin’in bütün komünist önderleri katlettirdiği 1936-1938 Moskova Duruşmaları’nı bulur! 1947’de yayınlanan Humanisme et terreur (Hümanizm ve Terör) başlıklı çalışmasında, Bukharin, Zinovyev, Kamenev ve sayısız başka komünist hakkında idam cezaları veren bu düzmece mahkemeleri resmen özürlemeye girişir. Çakır’ın Kronştadt hakkında okuduğunu Merleau-Ponty ne zaman yazmıştır bilmiyoruz ama Sovyetler Birliği tarihinin en alçakça terör dönemi olan Moskova Duruşmaları’nı savunmuş olan bir feylesofun, Kronştadt hakkında böyle konuşmasını çok tuhaf bulduğumuzu söylemek zorundayız.

1947’den 1950’ye sadece üç yıl var. Merleau-Ponty Kore’de devrim yaşanıp bir işçi devleti kurulduktan sonra ABD’nin Kore’ye savaş açması olayını Sovyetler Birliği’ne saldırarak karşılamıştır! Ona göre, SSCB emperyalistir! İnanılması zor. Hele hele Kore’ye bir halk devrimini durdurmak için ABD’nin yardakçısı olarak asker yollamış olan bir ülkenin insanı olarak bizde inanılması gerçekten zor. Acaba Ruşen Çakır’ın okuduğu kitap Kore’den sonra mı yazılmıştı?

Muhtemelen öyledir. Çünkü Merleau-Ponty en politik kitabını 1955 yılında yayınlayacaktır. Les aventures de la dialectique (Diyalektiğin Maceraları) Sartre’ın ontolojisini ve onun sonucu olduğunu iddia ettiği komünizme destek veren politikasını eleştiren kitabıdır Merleau-Ponty’nin. Çakır muhtemelen bu kitabı okumuştur ve bir solcu olarak Türkçeye çevirmeyi düşünmüştür.

Öykünün bundan sonrası basit: Sartre kendi yolunu bulur. Sovyet bürokrasisi 1956’da Macar devrimine tanklarla müdahale edince 1952’den beri destek vermekte olduğu Fransız Komünist Partisi’nden (FKP) kopar. Cezayir’in Fransa’ya karşı verdiği bağımsızlık savaşı (1954-1962) sırasında FKP emperyalizmin yanında yer alırken Sartre 20. yüzyıl aydınının en onurlu tavırlarından birini takınarak Cezayir’in yannda yer alır. Devlet Başkanı Charles de Gaulle’e adamları Sartre’ı tutuklamayı önerince korkar, (kıraliyet döneminde Voltaire için söylenmiş bir sözden esinlenerek) “Sartre Fransa’dır, Fransa’yı tutuklayamazsınız” der. Bu arada Albert Camus ve Maurice Merleau-Ponty seslerini kısmış, savaşın sonunu bekliyorlardır.

1959 Küba devriminden sonra Sartre ve kendisi de ünlü ve onun gibi militan olan hayat arkadaşı Simone de Beauvoir (en önemli kitabı İkinci Cinsiyet kadınların ezilmesi konusunda 20. yüzyılın öncü çalışmalarındandır) Küba’yı ziyaret ederek Fidel ve Che ile görüşürler. Sartre sadece pratikte değil, felsefe alanında da sola kayar, neredeyse Marksist olur, varoluşçuluğu Marksizmin içine yerleştirmeye çalışır. Critique de la raison dialectique (Diyalektik Aklın Eleştirisi) adlı yapıtının “Yöntem Sorunları” başlıklı önsözünde (1960) “Marksizm çağımızın, ötesine geçilemeyecek biricik felsefesidir” yazar. Bunun bütün felsefi ününü Marksizme alternatif bir ekolün, varoluşçuluğun en önde gelen temsilcisi olan bir feylesofun kaleminden çıktığında ne büyük bir söz olduğunu anlamak zor olmasa gerek. Merleau-Ponty daha hayattadır. Bunu da okumuş olmalıdır. (Bunun hemen ardından, 1961’de,  henüz 53 yaşındayken ani bir kalp kriziyle hayatını yitirecektir.)

Herkes safını seçsin. Biz varoluşçular arasındaki kavgada, geçmişteki bütün hatalarına rağmen Sartre’ın yanındayız. Cezayir’de, Küba’da, felsefedeki cesur tavrında. Merleau-Ponty’nin yanındakiler kendi konumlarını bir düşünsünler bakalım.

Özeleştiri yapamıyorsunuz, bari susun!

“Solculuğu” çoktan ayrıldığınız bir işteyken kullanmış olduğunuz bir kartvizit gibi övünmek için çıkartıp çıkartıp göstermekten vazgeçin. Bolşeviklere durup dururken dil uzatmayı bırakın. Bilmediğiniz işlere, gemilere falan karışmayın. Felsefeye ve tarihe de bulaşmayın.

Siz bütün bir sol liberal aile, Yeni Gündem dergisinin ilk yayınlandığı 1980’li yıllar başından 2015’e kadar, sadece 30 yıl içinde, o kadar uyardığımız halde nasıl duvara toslamış olduğunuzun muhasebesini yapın. Kibiri bırakın. Biraz utanın. Susun.

Metin Lokumcu’nun anısı sessizce konuşsun. Çünkü o Erdoğan’a “hayır” diyerek öldü. “Yetmez ama evet” demedi.