2018: Dünya devriminin üçüncü dalgasının yeniden yükseliş yılı
Bu yazı, Fransa’daki Sarı Yelekliler hareketini ve başka ülkelerde ona benzer diğer hareketleri inceleyen iki yazıdan oluşan bir tartışmanın ikinci ayağıdır. Sitemizde “‘Sarı Yelekliler’: La république en marche arrière” başlığıyla daha önce yayınlanmış olan yazının devamıdır. O yazı Fransa ile ilgili iken bu ikincisi dünya durumu ile ilgilidir. İlki gibi bu da İngilizce olarak yazılmış ve RedMed sitesinde (www.redmed.org) yayınlanmıştır. Türkçe’ye iki yoldaşımız tarafından çevrilmiştir.
2018 rüzgârın döndüğü yıl oldu.
Hiç beklenmedik bir olay mıydı?
Sarı Yeleklilerin isyanının neredeyse yalnızca Fransa bağlamında tartışılıyor olması ilginçtir. Tabii ki, zaman zaman diğer ülkelere, Belçika’ya, Hollanda’ya, Almanya’ya, Lübnan’a ve en önemlisi yeleklerin renginin kızıla döndüğü Tunus’a yansımalarından zaman zaman bahsedilmektedir. Türkiye’de işçi sınıfı içinde “Sarı Yelekliler” oldukça popülerdir ve hükümet çevrelerinde gerçek bir korku kaynağıdır.
Ama dikkate değer olan şey şu: tüm dünyada solcuların büyük çoğunluğu bu garip hareketten çok etkilendi, ancak durup da “Neden şimdi?” sorusunu kendilerine sormadılar. Çoğu solcunun geçmiş yüzyılın işçi devletlerinin 80’lerin sonu ve 90’ların başındaki çöküşlerinden beri, dünyanın geleceğine dair ümitsizliğin pençesi içinde olduğunu gayet iyi bildiğimizden, bu, en hafif deyimiyle şaşırtıcıdır. Devrim nasıl olmuş da bir anda tekrardan havada belirmiştir, maddi olarak olmasa da, ruhu ve melodisiyle? Bildiğimiz kadarıyla kimse, bu soruyu cevaplamaya çalışmamaktadır.
Cevap sadece Fransa içinde, bir başka deyişle, onun iç durumunda bulunamaz. Daha dar bir şekilde Fransa üzerine olan ilk yazıda, 2016 baharından beri ülkenin bir mayalanma hali içinde olduğunu belirtmiştik. Öyleyse bu, etkileyici Sarı Yelekliler hareketinin kökleri hakkında verilebilecek cevaplardan biridir. Ama tamamı değildir. Fransa’nın durumu organik olarak enternasyonal duruma bağlıdır. Fransa 2018 isyan deneyimleri arasında yalnız değildir. Hatta yalnızlıktan çok uzaktır.
12 ayda 12 isyan
2018 rüzgârın döndüğü yıl oldu.
Yıl, Müslüman yoğunluklu iki ülkede halk isyanlarıyla başladı: İran ve Tunus. İranlı kitleler 2018 Haziran’ında tekrardan saldırıya kalkıştı. (İran için iki İranlı yoldaşımızın tartışmasına buradan bakabilirsiniz: http://redmed.org/article/rage-poor-iran ve http://redmed.org/article/iran-revolution-meek, ilaveten enternasyonal akımımız tarafından İran halkına yapılan çağrıya bakabilirsiniz:http://redmed.org/article/iran-harbinger.) Aslında, İran bütün yıl boyunca bir hareketlenme halindeydi: fabrikalarda grevler, kamyon şoförlerinin eylemleri, öğretmenlerin mücadeleleri vs. birbirinin peşi sıra geliyordu. Öte yandan, Tunus 2010-2011 devriminden beri hiçbir zaman tam bir durulma yaşamadı, son derece yüksek genç işsizliği ve genel yoksulluktan mustarip olan ülkenin iç bölgeleri, devrim ateşini hayatta tutmaktadır. (Tunus için Renaissance Ouvrière Révolutionnaire’den Fransız yoldaşlarımızın yapmış olduğu değerlendirmeye bakabilirsiniz: http://redmed.org/fr/article/en-tunisie-les-masses-sont-dans-la-rue-contre-le-plan-dausterite.)
Arkadan Romanya geldi. (Romanyalı Marksist bir entelektüelin yazmış olduğu tartışmayı sitemizde görebilirsiniz: http://redmed.org/article/romanian-protests-january-2018-and-what-do-we-learn-no-only-them.) Etkileyici kalabalıklar günler boyu meydanlarda yolsuzluğu ve ekonomik çalkantıyı protesto etmek için toplandı, ancak maalesef AB liberalizmi tarafından zehirlenmişlerdi. Yıl içinde yeniden sokağa çıkacaktı kitleler. Pek de uzak olmayan Slovakya’da, on binlerce insan 50’ye yakın şehir ve kasabada, yolsuzluk ve organize suçları soruşturan araştırmacı gazeteci Jan Kuciak ve nişanlısının öldürülmesini protesto etmek için, meydana çıktı, bazıları Mart başından Nisan başına kadar tam bir ay sürdü. Bu güçlü protestolar hükümeti indirdi.
Mayıs’ta sıra, on binlerce insanın Erivan ana meydanında bir aya yakın kaldığı Ermenistan’daydı. Orada mücadelenin dolaysız nedeni, Ermenistan’ın tek adamı olmak gibi Putinimsi hırsları olan Serj Sarkisyan’a karşı bir isyandı; düzenin yabancısı olan Nikol Paşinyan ona meydan okuyordu. Paşinyan bugün, seçimlerde rakiplerine karşı ezici bir seçim zaferi kazanarak rahat bir çoğunlukla iktidardadır. Ancak, tüm bunların arka planında Ermeni halkının eski Sovyetler Birliği’ndeki kapitalist restorasyon ile aşırı yoksulluğa terk edilmiş olması yatıyordu (yazımıza şuradan bakabilirsiniz: http://redmed.org/article/armenian-uprising-absorption-or-change-course).
Ürdün Temmuz’da harekete geçti. Bir haftadan fazla bir süre Amman’ın ana meydanı kalabalıklar tarafından işgal edildi. İsyan benzin fiyatlarındaki artışlardan ve uygulansaydı işçilerin ve emekçilerin hayat standartlarına zarar verecek olan vergi yasası tasarısı tarafından ateşlenmişti. Bu isyan, ülkenin tarihinde eşi görülmemiş bir olaydı, mühim olan tüm taleplerini elde etti ve ilaveten Hani Mulki hükümetini devirdi. (Ürdün ile ilgili yazımıza şuradan bakabilirsiniz: http://redmed.org/article/jordan-peoples-revolt-brings-down-government). Aralık ayında yeni hükümet verdiği sözleri tutmadığı için Ürdünlülerin tekrar sokağa çıkması gerekti.
Irak da Temmuz’da patladı. Öncülük eden, ülkenin petrol zengini vilayeti Basra’ydı. Daha sonra halk isyanı ülkenin diğer Şii yoğunluklu bölgelerine sıçradı. Irak’ta Saddam Hüseyin’in ABD emperyalizmi tarafından devrilmesi ve katledilmesinden beri baskın etnik-dinsel grup olan Şiiler olmasından dolayı, herhangi bir mezhepsel (Sünni-Şii) veya etnik (Arap-Kürt) mevzuu ortada yoktu, sadece tatlı su, elektrik, işsizlik ve genel sefalet gibi sınıfsal sosyal-ekonomik sorunlar söz konusuydu. (yazımızı şurada okuyabilirsiniz: http://redmed.org/article/ iraq-insurgency).
Latin Amerika ayaklanma ve isyan dalgalarının dışında kalır mı? 1990’ların sonlarının ve 2000’lerin başlarının sert yıllarından sonra (2000’de Ekvador, 2001-2002’de Argentinazo, 2002’de Venezuela, 2003’de ve tekrar 2005’de Bolivya), kıta bir süreliğine “Bolivarcı” (Chávez ve diğer ülkelerdeki takipçileri) veya post-Leninist (Lula ve sol liberaller) farklı tonlarda sol hükümetler tarafından geçici olarak yatıştırılmıştı. 2018 orada da rüzgârın döndüğü yıl oldu. Nisan’da Nikaragua patladı: sokak olayları, isyancılar arasından yüzlerce kayıpla en azından Eylül’e kadar sürdü. Eski bir Sandinista lideri olan şu anki başkan Daniel Ortega ile eşi ve yardımcısı Rosario Murillo hala soldalarmış gibi davranmaktadırlar ki bu utanmazca bir yalandır. Olaylar da tam olarak Ortega’nın emperyalist patronlarının emri altında sosyal güvenlik sistemini kırptığı, vergileri arttırdığı ve “maliyetleri azaltmak” için sosyal yardım harcamalarından kesinti yaptığı için patlak vermiştir. Yani bu, kendisinin Sandinista geçmişi hakkında ne kadar süslü laflar kullanılsın veya şu anki Bolivarcı bağları ne kadar güçlü olursa olsun, saklayamayacağı bir sınıfsal meseleydi.
Haiti ise, Temmuz’da (Aralık’ta tekrardan), dolaysız neden olarak benzin ve gaz yağının fiyat artışından ötürü fakat daha temel olarak ülkedeki toplumsal durumun aşırı yoksulluk, sefalet ve iş yokluğundan ötürü çekilemez halde olmasından dolayı ayağa kalktı (Arjantinli yoldaşlarımız tarafından yazılan yazıyı sitemizde okuyabilirsiniz: http://redmed.org/article/popular-insurrection-haiti-tendency-latin-america).
Aralık ayı, halk isyanlarının Arap dünyasına geri dönüşünü, bu sefer bu dünyanın en güney ucundaki Afrika ülkesi Sudan’da gördü. Olaylar, sömürgecilik karşıtı direniş ve güçlü sendikal örgütlenme gelenekleriyle bilinen Atbara vilayetinde başladı, sonrasında başkent Hartum’a ve 15 başka şehre taştı ve bu satırlar yazılırken halen devam etmektedir. İtiraz edilen yine IMF’nin buğday ve petrol desteklerinin kaldırılması için yaptığı dayatmaydı. (Türkçe olarak şuradan okuyabilirsiniz: https://gercekgazetesi.net/uluslararasi/sudanda-imf-ayaklanmasi).
Aralık ayında aynı zamanda, Avrupa’nın toplu mücadelelerin patlak vermesinin en az bekleneceği ülkelerden biri de kavgaya katıldı. Romanya ve Slovakya arasında olan Macaristan, burada olmasından ötürü isyan virüsünü kapmak için coğrafi olarak iyi bir konumda ancak siyasi olarak tamamıyla elverişsiz. Bu ülke bir süredir despot başkan Viktor Orban’ın boyunduruğu altında ve son seçimler bu diktatörümsü başkana yüzde 50’den fazla oy çoğunluğu ve meclis koltuklarının neredeyse üçte ikisini vermiştir. Bu yüzden on binlerce insanın, işçi sınıfının öncülüğü ile Budapeşte ve birkaç büyük şehirde iki hafta boyunca defalarca sokaklarda yürüyüşlere çıkmaları gerçekten şaşırtıcıydı. Karşı çıkılan mevzu, mesai saatlerini yıllık ölçekte yüzlerce saat uzatan ve istikrarsız çalışmaya ilave tedbirler getiren yeni yasaydı. Bu yeni mevzuat kitleler tarafından çok haklı bir şekilde “kölelik yasası” olarak adlandırılmıştır. Hareket Noel’le ve yasanın Orban tarafından imzalanmasıyla yürürlüğe girmesi ile birlikte dinmiş gibi gözükmektedir. Önümüzdeki iki haftanın işçi sınıfı saflarında ne tarz içten içe süreçler doğuracağını bekleyip görmemiz gerekiyor. Burada belirtmelidir ki, yazıda hatırlatılan 12 ülke içinde, yaşanan olaylara isyan denemeyecek olan tek ülke Macaristan’dır. Ama on binlerce insanın Macaristan gibi bir ülkede devamlı sokağa çıkmasının önemini yalnızca Türkiye gibi bir ülkede yaşayan insanlar anlayabilir. Bu yüzden bunu da listemize ekledik.
Son olarak, tekrardan Fransa’dan bahsetmemize gerek var mı?
Dünya devriminin üçüncü dalgasının yeniden yükselişi
Öyleyse, 2018 rüzgârın döndüğü yıl oldu.
Rüzgarın dönüşü; hava basıncında, sosyal patlamaya, halk isyanına, ayaklanmaya ve çok büyük ihtimalle koşullar olgunlaştığında devrime yol açabilecek bir değişikliğe işaret ediyor. 2018’de dünya çapında gözlenen bu isyan dalgası, bizce, 2011 ila 2013 yılları arasında dünyayı sarsan, özellikle Tunus ve Mısır’da yaşanan Arap devrimleri ile başlayan bir devrimci dalganın devamıdır. Bu devrimlere Akdeniz çevresindeki diğer ülkelerdeki halk isyanları (“Meydanlar Hareketi”), ilk önce 2011’de İspanya ve Yunanistan, daha sonra 2013’te Türkiye (yanlış bir adlandırmayla “Gezi ayaklanması”), eşlik etti. Bu internet sitesinin en tepesindeki başlığın pek çok dilde söylediği gibi, Akdeniz dünya devriminin yeni havzası haline geldi (RedMed, Kızıl Akdeniz’in kısaltmasıdır, kendisi bu devrimci dalganın ürünüdür). Devrimci dalga, Akdeniz veya onun çevresi ile sınırlı değildi (Balkanlardaki pek çok ülke bu süreçte sarsıntıyı yaşadı, en önemlisi 2014’te Bosna Hersek’teki ayaklanmaydı, şoven milliyetçiliğin paramparça ettiği tüm milletlerden işçileri bir araya getiren bir işçi isyanı yaşandı.) Wall Street İşgali hareketinden 2013’teki Brezilya patlamasına kadar birbirlerinden çok uzak ülkeler bu girdabın bir parçası haline geldi.
Birçok ülkedeki kabarmanın arkasında yatan başlıca sebep çok açık. Bunun sebebi, bizim Üçüncü Büyük Depresyon dediğimiz, 2008 Eylül’de (ABD için 2007) Wall Street bankası Lehman Brothers’ın çökmesi ile başlayan, Birinci (1873-1896) ve İkinci (1929-1948) Büyük Depresyonlar ile kıyaslanabilir, uzun süreçli bir ekonomik krizdir. Büyük depresyonlar, bütün sınıflar ve burjuvazinin ulusal bölükleri çaresizce kapitalizmin derin krizine bir çözüm için çırpınırken, dünya ekonomisini içine alan sınıf mücadelesinde tampon bırakmazlar. Dolayısıyla tüm çelişkiler keskinleşir. Bu yüzden faşizm (şu an için çoğunlukla ön-faşist formda); bu yüzden emperyalizm, geçmişin iki dev işçi devleti olan Çin’e ve Rusya’ya diz çöktürmeye çalışırken yeni bir dünya savaşı tehdidi yükseliyor; bu yüzden sınıf mücadelesi, halk isyanı ve devrim yükseliyor. Tüm bu gelişmeler, dünya durumunun Marksist kavrayışı ile öngörülebilirdi. (Biz burada post-Leninist solun, bürokratik olarak yozlaşmış işçi devletlerinin çöküşünden hemen sonra post-faşist yükselişin taşlarını döşemekte oynadığı büyük role girmeyeceğiz. Bunun için şu yazımıza bakabilirsiniz: Sungur Savran, “Trump ve diğerleri: ideolojik kindarlık politikasının sınıfsal temelleri”, Devrimci Marksizm, Sayı: 30-31, s. 177-192.)
Dünya devriminin üç dalgası
Bu, dünya devriminin, kapitalist üretim tarzı altındaki üçüncü dalgasıydı, proleter komünist devrimler çağının başlamasından bu yana üçüncü dalga. Dünya devrimi yalnızca, dünya ekonomisinin kapitalizm altında bütünleşmesinin Marksist analizine dayanan bir soyutlama değildir. Bu analiz elbette bütünüyle doğrudur. Ama dünya devrimi aynı zamanda somut olarak yaşanan bir gerçekliktir. Dünya devriminin birinci dalgası bugüne kadarki en büyük proletarya devrimi olan 1917 Ekim devrimi ile açılmıştı. Onun ayak sesleriyle Alman devrimi (daha sonra Bavyera devrimi haline gelecektir), Macar devrimi, İtalya Torino’da consigli di fabbrica (fabrika konseyleri), İskoçya’da Red Clydeside (Kızıl Clydeside bölgesi) ve Finlandiya iç savaşı patlak verdi. Bu dalga, sonrasında Orta Doğu’nun sömürgecilik karşıtı devrimlerine dönüştü ki, bu devrimlerin oluşturduğu girdap, birkaç yıl boyunca Mısır, Irak, Türkiye, Suriye ve Filistin’i içine çekti; İran ve Afganistan’daki anti-emperyalist silahlı mücadeleler de ek olarak anılmalı. Bu dalga, daha sonra Çin’e (1925-27) ve diğer Asya ülkelerine sıçradı. İspanya’daki devrim muhtemelen dünya devriminin bu birinci dalgasının son provasıydı. (1930’ların Latin Amerika deneyimleri de bu genel çerçeveye dâhil edilmelidir.)
İkinci dalga, Avrupa’da faşizme karşı ve Asya’da ondan daha az vahşi olmayan Japon militarizmine karşı İkinci Dünya Savaşı boyunca verilen mücadele ile geldi. Devrimci ateş, Fransa’dan Yunanistan’a kadar uzanan Avrupa Akdeniz ülkelerini sardı. Bu ülkelerin çoğunda iktidar, sırf Sovyetler Birliği’nin Stalinist önderliğinin emperyalist güçlerle gizlice anlaşması ve Avrupa’nın komünist partilerinin önderliklerinin Sovyet bürokrasisine hizmet etmesi nedeniyle alınamamıştır. Asya’daki komünist partiler Sovyet bürokrasisine daha az tabiydi; böylece Kuzey Vietnam’da, Çin’de ve Kore’de (sonradan Kuzey Kore) iktidarı ardı ardına aldılar. Diğer ülkelerle ilgili tartışmaya girmekten imtina ediyoruz. (Endonezya ve Hindistan örneklerinde , geçmişte yapılandan çok daha ciddi bir şekilde analiz edilmesi gereken konular).
Tunus ve Mısır devrimleri dünya devriminin üçüncü dalgasının müjdecisiydi.
(Çok açık şekilde uluslararası bir karakter taşımasına, hatta dünya çapında mücadelelerin yeniden yükselmiş olmasına ve örneğin Portekiz’deki gibi çok gerçek devrim deneyimleri yaşanmış olmasına rağmen, biz 1968 dönemini dünya devriminin başka bir dalgası olarak kabul etmiyoruz. Bu bizi, bu yazının amacından çok uzaklaştıracaktır.)
Parlamenter uğrak
Mısır devriminin 2013’te General Abdülfettah el Sisi eliyle yenilgiye uğratılmasıyla, bu devrimci dalganın birinci safhası hızla kapandı. Bu yenilgi dünya çapında, kitlelerin devrim yoluyla hızlı bir zafer umudunu gündemden çıkardı. Ama bu, bütün dünyayı sarsan ekonomik depresyon koşulları altında, uluslararası sermaye sınıfının saldırısına karşı hayatta kalmak için, işçi sınıfını ve kitleleri daha keskin bir sınıf mücadelesine doğru iten temel güçleri saf dışı bırakmış olmadı. Böylece, hayatta kalma dürtüsü başka kanallar aramaya başladı. Bu arayış, parlamenter mücadelenin mümkün olabileceği bazı ülkelerde, dünya devriminin üçüncü dalgasının parlamenter uğrağını tetikledi.
Bernie Sanders’ın ABD ön seçimlerindeki olağanüstü başarısı, Jeremy Corbyn’in İngiltere’de İşçi Partisi liderliğine yükselişi ve ardından gelen seçim başarısı, Yunanistan’da Syriza’nın iktidara gelişi (ve sonrasında ihaneti), İspanya’da Podemos’un kuruluşu ve erken gelen başarısı, Portekiz’de Birleşik Sol’un daha da yükselmesi (ve hatta, sınırlı da olsa, Türkiye’de HDP [Halkların Demokratik Partisi]’nin 2015 Haziran seçimlerindeki başarısı) gibi olayların hepsi, kitlelerin sermayenin hâkimiyetine karşı daha yavaş ve bölük pörçük bir mücadele arayışını doğruluyor. Yani, 2014’teki Avrupa seçimlerinde ön-faşizmin yükselişine karşıt olarak, sosyal demokrasinin klasik versiyonunun solundaki parlamenter güçlerin de büyüme eğiliminde olduğu açıkça görülüyor. Aşırı sağın ve parlamenter solun bu paralel yükselişinin birebir benzeri şimdilerde, Brezilya’da Bolsonaro’nun ve Meksika’da López Obrador’un, Latin Amerika’nın bu iki en kalabalık ülkesindeki çifte zaferlerinde bulunabilir.
Bu güçlerin en tartışmasız zaferlerinin bile, hiçbir ülkenin işçi sınıfına ve emekçilerine fazla bir şey getiremeyeceği açıktır. Bu nedenle, biz “parlamenter uğrak”a kitlelerin sorunlarına başka bir çözüm olarak dikkat çekmiyoruz. Sadece, “isyan uğrağı”nın gerilemesiyle birlikte kitlelerin mücadele isteğinin yok olmadığına işaret ediyoruz.
Fakat, devrimci bir dalga içinde “parlamenter uğrak”, uzun süre hayatta kalamayacak yaşayan bir çelişkidir. 2018’de rüzgarın dönüşü, bize bu çelişkinin olgunlaştığını gösteriyor. Dünya bir kez daha isyan için dönüyor.
Çok net bazı sonuçlar
Devrimden umudunu kesenlerin somut verilere gözlerini kapatmaya çalışmasına izin vermemek için, emekçi kitlelerin sınıf mücadelesine bakış açısından 2018’in bilançosunu, anlaşılır bir biçimde özetlememize izin verilsin.
- En az on iki kitlesel hareket yaşandı, bunların on birinde, kitlelerin klasik devrimci yöntemler kullanarak mücadele etmeye istekli olduğunu gösteren kitlesel başkaldırının açık örnekleri mevcuttu (bununla birlikte, bu hareketlerin hiçbiri, henüz devrim olarak nitelendirilemez).
- Bu on iki hareketin ezici çoğunluğu (Romanya ve Slovakya istisnalarıyla ve Ermenistan’ın belirsiz durumu ile) tamamen sosyo-ekonomik temellerde patlak verdiğinden, sınıf mücadelesinin tipik örnekleriydi.
- Listedekilerin birçoğu mücadeleye tam da aynı tetikleyici sebepten ötürü girdi: yakıt fiyatlarındaki artış!
- Çoğu, Akdeniz havzasının aynı geniş coğrafyasında ve onun iç bölgesindeki Balkanlar ve Doğu Avrupa’da bulunuyordu. Bu coğrafya, dünya devriminin üçüncü dalgasının isyanının birinci aşamasının özdeşleştiği coğrafyadır (farklı ülkeler, aynı genel çelişkiler).
- Bu isyanların işe yaramadığı doğru değildir. Birçok hükümet kargaşa sırasında devrildi.
Bütün bunların sonucunda dünyanın yavaş ama emin adımlarla isyanların yeni bir evresine girdiği sonucuna varmamak zor.
Bu, 2018’de gözlenen rüzgarın dönüşüdür.
Sonuçtan sonra
Dünya devriminin üçüncü dalgasının, bir devrimin veya bir halk isyanının dinamiklerinin başarıya ulaştığı tek bir örnek sunmadığı doğrudur. Tunus’ta bile, en az 23 yıldır hüküm süren tek adam diktatörlüğüne son verilip yerine formel burjuva demokrasisinin elde edilmiş olması, çoğu proleter olan tetikte bekleyen devrim güçlerinin yaratabileceği ihtimalleri tüketmemiştir. (Bu yüzden, geçerken söylenmelidir ki, Tunus devrimi tamamlanmamış bir devrimdir.) Genel bilanço diğer ülkeler için daha da kötüdür. Bazıları genel, bazıları tekil ülkelere özgü birçok nedenden belirleyici olanı, devrimci proletarya partilerinin yokluğudur. Dolayısıyla bu hareketlerin çoğunun yenilgisinden çıkarmamız gereken ders ümitsizlik değil, işçi sınıfı içinde kök salmış devrimci partiler ve bir devrimci Enternasyonal kurma ihtiyacı olmalıdır.