Yağmurdan kaçarken doluya tutulmak
Türk lirası, Meksika pezosu ile birlikte yükselen ekonomiler arasında son iki ay içinde dolar karşısında en fazla değer kaybeden para birimi oldu. İşsizlik resmi rakamlara göre yüzde 11’in üzerine çıkmış durumda, gerçekte çok daha yüksek. Dolardaki yükseliş, çoğu borç harç içinde yaşayan işçinin, memurun gelirlerini iyice eritmiş durumda. Türkiye sanayisinin önde gelen şirketlerinin döviz borçlarının yüksekliği nedeniyle bu değer kaybının birçok şirketin iflasına ve büyük çaplı işten çıkarmalara yol açması güçlü bir olasılık olarak karşımızda duruyor. Özetle Türkiye ekonomisi yine büyük bir krizin eşiğinde bulunuyor.
Bu gelişmeyi yandaş basının yaptığı gibi “faiz lobisi Türkiye’ye operasyon yapıyor” türü komplo teorileriyle açıklamak mümkün değil. Bazı hükümet yetkililerinin ABD başkanlığına Trump’ın seçilmesi, Fed’in faiz oranlarını yükseltecek olması, Ortadoğu’da yaşanan savaşın etkileri gibi “küresel nedenler”i öne sürmesi de yetersiz. Doğru, ulusal para biriminin değer kaybetmesi Türkiye’ye özgü değil. Ama bu dışsal etkenler Türk lirasının söz konusu ekonomiler arasında neden en çok değer kaybeden olduğu sorusunu cevaplamıyor. Türkiye’ye özgü en önemli içsel etken olarak Erdoğan güdümündeki AKP’nin baskıcı OHAL rejiminin bir “istikrarsızlık” unsuru olması öne çıkıyor.
Gelgelelim gerek CHP gerekse çeşitli liberal ve sol çevrelerde ekonomik kriz eğilimleri Erdoğan ve AKP rejimini, AB ve piyasaların baskısıyla dizginlemenin bir aracına dönüşmüş durumda. Bunlar, sanki krizin asıl sorumlusu, AKP öncesinde de ortaya çıkmış olan (1994, 1998, 2001 krizlerini hatırlayalım), Türkiye ekonomisinin kapitalist temelde gelişmesinin yarattığı çelişkiler değilmiş gibi bir hava estiriyorlar. Bunların saldırı altındaki toplumsal güçlere yaslanarak mücadele vermek yerine, daha fazla “demokrasi” için AB ile istikrarlı ilişkilere ve “piyasa güçlerine” bel bağladıkları görülüyor.
Son günlerde Batı ile iplerin gerilmesinden duyulan rahatsızlığı liberal solcu Ahmet İnsel kadar açık sözlü ifade eden az bulunur: “AB ile müzakerelerin donması, sonra Avrupa Konseyi’nde gözetim altına girmek ve belki Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nden imzayı geri çekip, Avrupa Konseyi’nden de çıkmak ve nihayet NATO üyeliğinin tartışmalı olmaya başlaması... İktidarın çok daha rahat hareket etmesini sağlayacak aşamalar bunlar gibi gözüküyor. Bu durumda iktidardakiler ne kadar rahata ererler bilmiyorum ama bunlar gerçekleşirse bugün bildiğimiz Türkiye’den geriye hiçbir şey kalmayacağından eminim.” Bu ifadeler Türk aydınının, AKP belasından kurtulmak için AB ve NATO gibi “demokratik” Batı kurumlarına umut bağlamaktan başka bir yol bilmediğini, Türk toplumuna nasıl yabancılaştığını ortaya koyması bakımından oldukça çarpıcı.
Uzağa gitmeyelim. Daha kısa süre önce, Yunan ekonomisi krize girdiğinde AB’nin, yanına IMF’yi de, Avrupa Merkez Bankası’nı da alarak, Yunan halkının iradesini de hiçe sayarak “kemer sıkma” politikalarını baskıyla uygulatırken, “Avrupa’nın demokratik değerlerini” neden kimsenin hatırlatmadığını kendimize soralım.
Bu tespitler bizi şu sonuca götürüyor: OHAL rejimi altında Erdoğan ve AKP’nin sermaye dostu, emekçileri ezen politikalarının alternatifi olarak büyük bir ekonomik kriz sonucunda “piyasanın sopası”yla, AB’nin yaptırımlarını da arkasına alarak, “daha demokratik” bir yönetim beklentisi gerçekçi değildir. Zira dünya ekonomisinin yeniden durgunluğa sürüklendiği günümüz koşullarında Türkiye kapitalizminin krize girmesi halinde, ister daha baskıcı ister daha “demokratik” görünümlü bir rejim olsun, “piyasanın sopası”, ağır kriz koşullarında pekâlâfaturanın emekçilerin sırtına yüklenmesinin de bir gerekçesi olabilir. 2001 krizinde “güçlü ekonomiye geçiş” adı altında, henüz ortada AKP yokken, özelleştirmeleri dayatan, esnek çalışma vb. yoluyla sömürüyü artıran uygulamaları hatırlayalım.
Bundan dolayı sendikaların ve solun, yağmurdan kaçarken doluya tutulmak istemiyorsak, kriz sayesinde AB’ye ve “piyasalara” güvenip Erdoğan’ı ve AKP’yi devirme, en azından hizaya getirme umudunu bir kenara bırakmaları gerekiyor. Gelmekte olan krizin ağır maliyetini işçi sınıfının ödememesi için bir an evvel emekçilerin işsizlik, kıdem tazminatı, iş güvencesi gibi acil sorunları etrafında ortak bir mücadele hattını örmek için kolları sıvamak elzem. Erdoğan ve AKP’den bizi asıl kurtaracak olan da işçi sınıfının masaya yumruğunu vurmasıdır.
Bu yazı Gerçek Gazetesi'nin Aralık 2016 tarihli 86. sayısında yayınlanmıştır.